Bilindiği gibi geçen pazar günü İskoçya’nın Glasgow kentinde iki hafta sürecek Dünya İklim Konferansları’nın 26.’sı başladı. Tarihe geçecek müthiş bir ironi olarak konferans, geçen hafta sonu İtalya’nın başkenti Roma’da yapılan ve küresel emisyonun %78’inin sorumlusu G20 (Gelişmiş 20 Ülke) zirvesinin hemen ertesine denk geldi.
Artık kuşkuya yer bırakmayacak şekilde insanlığı tehdit ettiği büyük ölçüde anlaşılan küresel sorun üzerindeki gelişmeleri inceleyerek, konu ile ilgili bazı kritik hususları, makale boyutunu aşan bir uzunlukta olma pahasına okuyucunun dikkatine sunmak istedik.
1960’ların sonlarından itibaren çevre sorunları olarak gündeme giren, ardından giderek küresel ısınma kavramı çerçevesinde iklim değişikliği olarak adlandırılan sürecin, bazı bilimci ve duyarlı STK’lar dışındakiler ve özellikle de siyasetçilerce uzunca bir süredir ciddiye alındığı pek söylenemez.
Ancak 1990’ların başlarından itibaren, orman yangınları, seller, taşkınlar, kuraklık vb doğa olaylarının nedeninin, giderek artan küresel ısınma olduğu ortaya çıkınca, Birleşmiş Milletler Örgütü harekete geçti. Dünyanın dört bir yanındaki saygın bilimciler ve Greenpeace gibi küreselleşen STK’lar da bu girişimi destekleyince, BM 1990’ların ortalarında başlayacak İklim Konferansları düzenleme kararı aldı.
COP Toplantıları
BM İklim Değişikliği Konvansiyonu çerçevesinde, COP (Conference of Parties – İlgili Taraflar Konferansı) adı verilen ve her yıl dünyanın farklı kentlerinde tekrarlanması öngörülen bu toplantılar, 1995 yılının sonunda Almanya’nın başkenti Berlin’de yapılan COP 1 ile başladı.
O tarihten bu yana yapılan 25 toplantının çoğunun katılımcı ülkeler kamu görevlilerine turistik gezi fırsatı sağladığı gözardı edilemez.
Nitekim, 2006’da Kenya’nın Nairobi kentindeki COP 12’yi izleyen, BBC’den Richard Black “Konferansa katılan delegelerin birçoğu için, zamanlarının büyük bölümünü, Afrika’nın yaban hayatını, fakir kadın ve çocukların açlık/hastalıktan ölüme sürüklendiklerini görmeye ayıran iklim turistleri’’ diyerek, süreci ciddiye almayan kamu görevlilerini eleştirmiş. Gerçekten de, şimdiye değin yapılan toplam 25 COP toplantısı birer birer ele alındığında, dişe dokunur iş görülen toplantı sayısının bir elin parmaklarını geçmediği görülmektedir. O yüzden bunlardan ilki ile başlayalım.
COP 3- Kyoto, Japonya, 1997
Bu toplantıda sera gazı salınımını (emisyon) kontrol altına alacak politikalar belirlenerek bir protokole bağlandı. Kyoto Protokolu adı verilen bu mekanizma, daha sonraki aşamalarda çok önemli işleve sahip olması beklenen emisyon ticareti kavramını ortaya koydu.
Bu mekanizma ile en gelişmiş endüstriye sahip oldukları için en çok sera gazı salan ülkelerin 1990 yılı itibariyle hesaplanan emisyonlarını, 2008-12 yılları arasında % 6-8 oranında azaltmaları öngörüldü. Ancak ne var ki; dönemin ABD başkanı Demokrat Clinton’un imzaladığı ABD’nin % 7’lik azaltma taahhüdü ABD Kongresince onaylanmadı. Hatta sonraki başkan Cumhuriyetçi Oğul Bush, 2001’de göreve başlar başlamaz bu taahhüdü tanımadığını açık bir şekilde ilan etti.
COP 6- Hague, Hollanda, 2000
2000 yılında Hollanda’nın The Hague kentinde yapılan COP 6’da, önemli politik başlıklar yüksek düzeyde müzakere edildi. Beklendiği gibi, ABD yine sorun çıkararak, ülkesindeki tarım, orman vb çok geniş alanların doğal karbon yutakları olduğunu ileri sürerek, emisyonda azaltmaya gitmek zorunda olmadığını ileri sürdü.
Bu toplantıda ayrıca, emisyon sınırlamasına uymayan ülkelere nasıl bir uygulama yapılacağı ve ileri sanayi ülkelerinin emisyonunun neden olduğu iklim değişikliğinin olumsuz etkilerine maruz kalan gelişmekte olan ülkelere hangi şekilde yardımcı olunacağı gibi konularda anlaşmazlık çıkınca, askıda kalan bu sorunları ele almak üzere bu toplantının devamı olarak en kısa sürede Almanya’nın Bonn kentinde bir araya gelme kararı alındı.
Nitekim The Hague’de çöken COP 6’ya, 2001’in başlarında Almanya’nın Bonn kentinde devam edildi. Ancak yukarıda değinildiği gibi, o yılın başında başkanlık koltuğuna oturan Oğul Bush, Kyoto Protokolunu red ettiği için, ABD delegesi toplantıda gözlemci olarak bulundu ama beklentilerin aksine bu toplantıda önemli kararlar alındı.
Bunların başında, 1997’de Kyoto Protokolu hazırlanırken, emisyon ticareti ve temiz enerji geliştirme başlıklarını içeren, ABD’nin önerdiği Esneklik Mekanizması geldi. Bu mekanizma ile, büyük sanayi ülkelerinin emisyonlarını azaltmalarına alternatif olarak, gelişmekte olan ülkelere destek sağlanması öngörülmekteydi. Bu mekanizmaya, mevcut ormanlık alanlar yanında, bozuk alanlarda yeniden ekim/dikim yoluyla karbon yutakları oluşturacak ülkelere kredi sağlanması hususu da dahil edildi. Bütün bu eylemler için de üç ayrı fon oluşturulması gereğine dikkat çekildi.
COP 8- Yeni Delhi, Hindistan, 2002
2002’de Hindistan’ın başkenti Yeni Delhi’de yapılan toplantının sonuç bildirgesinde, iklim değişikliğinin etkisini hafifletmek için gelişmiş ülkelerden gelişmekte olan ülkelere teknoloji transferi zorunluluğu vurgulandı.
Ayrıca, 1990 verilerine göre küresel emisyonun % 17’sine neden olan Rusya’nın çekimser kalması, % 36’nın sorumlusu ABD’ye ve onunla paralel tutum izleyen Avustralya’nın, Protokolu onaylamamaları, öngörülen “55 ülke ve % 55 emisyon” koşulunun sağlanmasına engel olunca Kyoto Protokolu bu toplantıda da, uluslararası anlaşma niteliğine kavuşturulamadı.
COP 16 – Cancun, Meksika, 2010
İlk kez parasal gereksinimlerin gündeme geldiği bu toplantıda, İklim Teknoloji Merkezleri Küresel Ağı kurmak için 100 milyar $ tutarında bir Yeşil İklim Fonu oluşturulması önerildi. Fakat bu tutarın nasıl ve ne zaman sağlanacağı üzerinde net bir anlaşma sağlanamadığı gibi Kyoto Protokolünun ikinci aşaması için de herhangi bir taahhütte bulunulmadığı için Protokol yine askıda kaldı.
Bu arada IPCC – İklim Değişikliği Uluslararası Paneli’nin 4.Tesbit Raporunda şu görüşe yer verildi:
“Toplumları ve yerküreyi geri dönüşümü olmayan tehdit potansiyeline sahip iklim krizinin taraflarca benimsenip dikkate alınması gerekir. Bu çerçevede, ilgili tarafların en çok 2 derece santigrad düzeyindeki ısınma hedefine dönük önlemleri ivedilikle alması zorunludur.”
COP 21 – PARİS, Fransa, 2015
1997’de Kyoto’da yapılan COP 3’den sonra COP tarihinin en önemlisi kabul edilen COP 21 toplantısı, 2015 sonunda PARİS’te yapıldı.
Uluslararası hukuk açısından bağlayıcılığı olan Paris İklim Anlaşması, iklim değişikliği ile mücadele için alınacak önlemler açısından bütün ülkeleri ilk kez ortak anlayışta buluşturmakla kalmayıp, gelişmekte olan ülkelere verilecek desteklerin de güçlendirilmesinin yolunu açtı.
Anlaşmanın ana amacı, 21.yüzyıl küresel sıcaklığının, endüstrileşme öncesindeki sıcaklığın en çok 2 derece C, tercihan 1.5 derece C üzerinde gerçekleşmesini sağlamak olarak belirlendi.
Anlaşma 22 Nisan 2016’da BM Merkezinde imzaya açıldı ve 4 Kasım 2016’da yürürlüğe girdi. Bu arada “çift eşik” adı verilen “55 ülke ve %55 küresel emisyon” koşulu, 2021 şubat ayı itibariyle anlaşmaya imza koyan ülke sayısının 197’ye çıkması ile sağlanmış oldu.
Bu arada, dönemin ABD başkanı Trump, ülkesinin çıkarlarına aykırı olduğu gerekçesiyle 2017 yılı temmuz ayında tartışmalı bir şekilde Anlaşma’dan çekildiğini açıkladı. Fakat, Anlaşmanın 28 maddesine göre, ülkesi için geçerlilik tarihinden itibaren üç yıl bitmeden çekilemeyeceği için, belli ki Trump’dan beklendiği gibi, kimseye sormadan aldığı bu karar, daha sonra yönetim tarafından 2019’a kadar anlaşmaya sadık kalınacağı şeklinde düzeltilmek zorunda kalındı.
Yine bilindiği gibi yeni başkan Biden, Trump’ın çekilme kararını iptal ederek, bu yılın şubat ayında Paris İklim Anlaşmasına geri dönme kararı aldı.
Diğer taraftan, imza koymayan İran, Irak, Yemen, Eritre, Türkiye gibi beş ülkeden, sadece Türkiye nihayet geçen ay BM’de verdiği taahhüt ile imzacı ülkeler arasına katıldı.
İklim Değişikliğini Anlamakta Gecikildi mi?
Bu tabloya bakarak, bir hayli gecikerek de olsa, BM’nin 1990’ların başından itibaren iklim değişikliği sürecine müdahil olmasının yararlı olduğu söylenebilir mi? Bu yaşamsal soruya yanıt verebilmek için, bilimcilerin bu konudaki çalışmalarının tarihi gelişimine bakmak yararlı olabilir
Küresel ısınmayı ilk fark eden Fransız matematikçi-fizikçi Joseph Fourier’nin (ö.1830) yaklaşık iki yüzyıl önce havanın ısıyı tuttuğunu öne sürdüğü dönemden başlayıp iz sürerek bilimcilerin çalışmalarına sırayla bakalım.
ABD’li kadın fizikçi Eunice Foot (ö.1888) bu konuda yaptığı deneylerin sonuçlarını 1856’da yayımladı. İrlanda’lı fizikçi John Tyndall (ö.1893), Fourier’nin hipotezini anlamak için yaptığı laboratuvar çalışmalarının sonunda, günümüzde kısaca emisyon olarak adlandırılan sera gazlarının, radyasyonu bloke ederek atmosferin ısınmasına neden olduğunu 1859’da ortaya koydu.
Fizikokimya bilim dalının kurucusu İsveçli Svante Arrhenius (ö.1927) hesapladığı sera gazları miktarını 1896’da yayımlamakla kalmadı, 1912’de yazdığı kısa bir makalede de, “şimdilerde (20.yüzyılın başlarında), bir yılda kullanılan 2 milyar ton kömürün neden olduğu karbondioksit gazının yerküreyi saran atmosferde oluşturduğu battaniyenin hava sıcaklığını arttırdığını” gösterdi.
İngiliz fizikçi John Henry Poynting (ö.1914), atmosferin ısınma olayının nedeni için “sera gazı” kavramını kullanan ilk bilimci oldu. “1938’de İngiliz mühendis Guy Stewart Callendar (ö.1964), Arrhenius’un tezinden hareketle, atmosferde artan karbondioksit gazı ile küresel sıcaklık arasındaki ilişkiyi ortaya koyarak, önceki elli yılda kara sıcaklığının arttığını gösteren ilk kişi oldu.
1950’lerin sonlarına doğru, konu üzerinde bilimsel çalışmalar iyice yoğunlaştı ve karbondioksit emisyonlarının giderek büyük bir soruna neden olabileceği tartışmaları artmaya başladı.
Amerika Petrol Endüstrisinin 100.yılı vesilesiyle 1959’da düzenlenen bir sempozyumda Macar asıllı Amerikalı Teorik Fizikçi Edward Teller (ö.2003); “mevcut durumda (yani geçen yüzyılın ortalarında) atmosferdeki karbondioksit normale göre %2 artmış durumda; konvansiyonel (fosil) yakıtların kullanımı aynen devam ederse, 1970’deki artış %4, 1980’de %8, 1996’da %16 olacak” diyerek, dönemine göre ciddi bir uyarıda bulundu.
Bilgisayar programcılığı ve teknolojisinin modelleme ve simülasyonlar için etkin bir tarzda kullanılmaya başlandığı 1960’ların sonunda ABD’ye göç eden Japon fizikçi Syukuro Manabe ve ABD’li jeofizikçi Richard Wetherald kurdukları model çıktıları üzerinden 1967’de çok değerli bir makale yayımladılar. Bu makalede, karbondioksit emisyonunun ikiye katlanması durumunda, küresel sıcaklığın 2 derece C artacağını ortaya koydular. Manabe, İklim Bilimi’ndeki bu vb otuz yıllık yoğun çalışmaları ile bu yılın (2021) Nobel Fizik Ödülü’nü paylaşan bilimcilerden biri oldu.
ABD’li biyolog Paul R. Ehrlich 1968’de, “Nüfus Bombası – The Population Bomb” adı ile yazdığı kitabında, “artan karbondioksit salınımıyla sera gazlarının etkisi ciddi şekilde yükseliyor. Bu gazların bir bölümü her ne kadar düşük atmosferdeki toz, su buharı ve diğer kirletici unsurlarca oluşan bulutlar tarafından tutulabiliyor olsa da, atmosferi çöp deposu olarak kullanmaktan vazgeçilmedikçe bu sürecin gelecekte hangi iklimsel sonuçları üreteceği tam olarak tahmin edilemiyor” şeklinde bir görüş ortaya koydu.
Yine aynı yıllarda ABD Atom Enerjisi Komisyonu başkanı Nobel Ödüllü Kimyager ABD’li Glenn T.Seaborg da (ö.1999), 1966’da şöyle dedi:
“Halen (yani o yıllarda) atmosfere yılda altı milyar ton karbondioksit ekliyoruz. Bu gidişle gelecek bir kaç on yılda, atmosferdeki ısınma kontrol edemeyeceğimiz boyutlara ulaşabilir.”
Bunlara bakınca, elli yıl öncesine kadar, bilimcilerin çok sayıda çalışmaları ile küresel ısınmanın yol açabileceği sorunlar açısından bütün dünyadaki siyasi ve bürokratik mekanizmaları uyarı görevlerini fazlasıyla yaptıklarını söylemek yerinde olur.
Ancak 1970’lere gelindiğinde şaşırtıcı bir durum ortaya çıktı. Bazı bilimciler küresel ısınma değil, tam tersine küresel soğuma sürecinden söz etmeye başladılar.
Isınma mı; Soğuma mı?
1970’lerin başlarında, çok ince katı veya sıvı damlalarının hava veya herhangi bir gaz içinde asılı (suspension) halde bulunduğu doğal veya üretilmiş aerosol adı verilen ürünlerin kullanımı bir hayli yaygınlaşmıştı. Bu durum bazı bilimcileri, yerkürenin hızla soğuma sürecine gireceği düşüncesine sevk etti.
Bunların başında da, ABD’li jeolog ve meteorolog Reid Bryson (ö.2008) geliyordu. Bryson 1962 yılında bir konferans için Hindistan’a uçarken aşağıya baktığında büyük toz bulutlarının görüşünü bloke ettiğini düşündü. Ancak o günlerde sıcaklık kayıtları ise açık bir ısınmaya henüz işaret etmiyordu.
Diğer yandan aynı dönemde İngiliz İklim Bilimci Hubert Lamb (ö.1997), aerosol oluşumlarının ardında volkan patlamaları olduğunu iddia etti. Bunun üzerine bazı bilimciler ısınma yerine soğuma araştırmaları üzerinde yoğunlaşmaya başladılar.
Nitekim 1965-79 arasında yapılan 7 iklim araştırması sonucunda soğumadan söz edilirken diğer 44 araştırma ise ısınmayı öne çıkardı. İklim üzerinde yapılan başka birçok araştırmada ise iki tahminden de söz edilmedi. Fakat izleyen yıllarda yapılan araştırmalarda, küresel ısınma yönünde sonuç verenlerin sayısı, soğumayı öngörenlerden altı kat fazla oldu.
Bu arada, 1970’lerin başlarında gelen ilk uydu fotoğraflarında Kuzey Yarımküredeki yüksek dağların buzla kaplı olması, küresel soğumayı savunanlar acaba haklı mı; sorularının sorulmasına tekrar neden oldu.
Bilimcilerin ortaya koyduğu bu görüşler, bazı saygın medya organlarına da yansıyınca, insanlar doğal olarak, bilime ne denli güvenilebileceği konusunda sorular sormaya başladılar.
Bilimciler arasında, büyük medyanın da körüklediği, bir bölümü spekülatif, bir hayli tartışmaya neden olan bu çelişkili süreç, daha sonra ağırlığın ısınma yönündeki araştırmalara kaymasına neden oldu.
Küresel İklim Modeli Isınmayı Gösteriyor
Yukarıda sözünü ettiğimiz Nobel Ödüllü Japon Syukuro Manabe ve ABD’li jeofizikçi Richard Wetherald tarafından geliştirilen Üç Boyutlu Küresel İklim Modeli ile mevcut iklimin kaba simülasyonunun sonuçları 1975’de ortaya kondu. Bu modele göre karbondioksit oranının ikiye katlanması durumunda küresel sıcaklık 2 derece C artmaktaydı. Başka birçok model de benzer sonuçlar verdi.
Dünya Meteoroloji Örgütünün, 1979 Dünya İklim Konferansına sunduğu verilere göre, “karbondioksit miktarındaki artışın, yerkürenin özellikle yüksek kesimlerinde düşük atmosferdeki ısınmaya katkıda bulunması mümkündür. Ayrıca bölgesel ve küresel ölçekteki etkiler bu yüzyıl sona ermeden kendini gösterebilir, önümüzdeki yüzyılın ortalarından önce ise çok daha önemli hale gelebilir.”
Diğer taraftan ABD Ulusal Araştırma Konseyi’nin 1979 yılında yayımladığı raporda da şu hususlara yer verildi:
“Atmosferdeki karbondioksit ikiye katlanıp, termal dengenin sağlandığı kabul edildiğinde, en gerçekçi modeller, yüksek rakıma doğru artış doğrultusunda 2-3.5 derece C ısınmayı öngörmektedir. Denemelerimize karşın, karbondioksit miktarının ikiye katlanmasının küresel ısınma için tahminlerimizi bütünüyle ortadan kaldıracak veya ihmal edilebilir düzeylere indirecek fiziksel etkilere ulaşamadık.”
Varılan Ortak Görüş (Consensus)
Bilimciler arasında bir hayli tartışmalı geçen uzun yıllar sonra, nihayet 1980’lerin başında ABD’li İklim Bilimci James E.Hansen ABD Kongresine verdiği bilgi (testimony) sonunda, küresel ısınmanın tehlikeleri konusunda kamuyu çok ciddi bir şekilde uyardı.
1945-75 arası hafif bir tarzda yaşanan soğuma süreci, aerosol kirliliğine karşı alınan yasal önlemler ile durduruldu. Ayrıca, karbondioksit düzeyleri yükselirken, aerosolden kaynaklanacak soğumanın artamayacağı da açıkça anlaşılmış oldu.
Bu arada Hansen vd iklim bilimcilerin, “atmosferik karbondioksitin artmasının iklimsel etkileri” başlığı ile 1981’de yayımlanan çalışmalarında şu görüşlere yer verildi: “İklim zonlarının kayması sonucu Kuzey Amerika ve Orta Asya’da kuraklığa yatkın alanların oluşması; Batı Antarktik buzul tabakasının aşınması ile de deniz seviyesinin yükselmesi, 21.yüzyılda yaşanacak iklim değişikliğinin potansiyel etkileri olarak beklenmelidir.”
Diğer yandan Danimarkalı İklim Bilimci Willi Dansgaard (ö.2011) ve İsviçreli fizikçi Hans Oescher (ö.1998), 1982’de Grönland buzullarını delerek aldıkları kesitlerde, “uzak geçmişteki bir yüzyıl içindeki çarpıcı sıcaklık değişimlerine” rastladıkları için, “jeolojik dönemlerin herhangi birinde benzer değişikliklerin bir insan ömrüne sığmaması için hiçbir neden bulunmadığı” görüşünü ileri sürdüler.
1985 yılında, UNEP-BM Çevre Programı, WMO-Dünya Meteoroloji Örgütü ve ICSU-Uluslararası Bilim Konseyi tarafından ortaklaşa düzenlenen Konferans sonuç bildirgesinde, “sera gazlarının önümüzdeki yüzyılda (21.yüzyıl) önemli ısınmalara neden olabileceği “beklenmekte” olup en azından biraz da olsa ısınma kaçınılmazdır” görüşüne yer verdiler.
İklim değişikliği üzerinde yüz elli yıl öncesinde başlayan bilimsel çalışmalardan seçerek sunmaya çalıştığımız bu tabloya bakıldığında çok sayıda bilimcinin üzerlerine düşeni fazlasıyla yaptığı anlaşılıyor.
Bilimcilerin yenilenen teknolojilerle sürdürdükleri araştırmalar, 1990’lardan sonra, başta atmosfer bilimi olmak üzere, sayısal modelleme, davranış bilimleri, jeoloji, ekonomi, güvenlik vb bilim dallarını da içeren çok disiplinli hale geldi. Böylece artık, iklim değişikliğinin başta gelen nedeni olan sera gazları yanında başka unsurlar üzerinde de çalışan bilimciler, ulaştıkları sonuçları yaygınlaşan iletişim teknolojileri sayesinde geniş kitlelere ulaştırma olanağına da sahip oldular.
Yazının bu aşamasında, bu sonuçları değerlendirip gereğini yapması gereken siyasetçi ve bürokratlar üstlerine düşen sorumlulukları yeterli düzeyde yerine getirdiler mi, sorusunu sorarak sona doğru yaklaşalım.
COP 26’dan Beklentiler
Son bulgulara göre öyle anlaşılıyor ki; COP 26, iklim değişikliğinin artık bütünüyle iklim krizine dönüştüğü zamana denk geldi. Çünkü 2015’te 200’e yakın ülkenin bir araya gelip anlaşmasının ardından, başta iklim krizinin en büyük sorumlusu iki ülkeden biri olan ABD’nin fenomen eski başkanı Trump’ın COP 21Paris Anlaşması’dan çekilmesinin üzerinden tam altı yıl geçti.
O anlaşmada gelecek 20 yılın sonunda, endüstri öncesi (170 yıl önce) dönem sıcaklık ortalaması referans alınarak, onun üzerinde en çok 2 derece C’lık sınır çerçevesinde 1.5 derece C’lık artış hedeflenmişti. Ancak gelinen aşamada 1.2 derece C’lık artışa çoktan ulaşılmış bulunuluyor.
Nitekim, UNEP (Birleşmiş Milletler Çevre Programı) tarafından geçen hafta yayımlanan son raporda, karbon emisyonu azaltma planı sunan 120 ülke verilerinin ne yazık ki, küresel ısınmanın önüne geçmekten çok uzak olduğu bilgisine yer verildi.
Yani o ülkeleri yöneten siyasetçi ve bürokratlar, giderek “iklim krizi” olmaktan da çıkıp adeta bir “varoluş krizi” haline dönüşme uyarıları sergileyen bu büyük tehdide karşı gerekli ve yeterli önlemleri almamakla, sadece kendi toplumlarına değil insanlığın geleceğine karşı da sorumluluklarını yerine getirmekten kaçındılar.
Küresel karbon ayak izinin (toplam sera gazları salınımı) yarısının sorumlusu olan, başta Çin olmak üzere ABD ve AB ülkelerinin saldıkları karbondioksit miktarı 2017’de 33.1 gigaton iken 2020’de 36.5 giga tona yükseldi. Ancak ne ilginçtir ki; bu sürecin sanki baş sorumluları değil de, sürecin bedelini ödeyen gelişmekte olan ülkeler liderleriymiş gibi, bakın kimler COP 26’nın açılışında neler söylediler!
BM Genel Sekreteri Antonio Guterres yaptığı konuşmada “dağ tepelerinden okyanusların derinliklerine, buzulların erimesinden aşırı hava sıcaklıklarına kadar gezegenimiz gözlerimizin önünde değişiyor; bizler de adeta kendi mezarlarımızı kazıyoruz” sözleriyle ürkütücü bir uyarı yaptı.
ABD başkanı Biden da, daha yumuşak bir ifadeyle, “dünya tarihinin kırılma noktalarından biri önünde bulunuyoruz; eğer bu anı kaçırırsak, daha kötüsünden hiçbirimiz kaçamayız” dedi.
COP 26’nın ev sahipliğini yapan Birleşik Krallık başbakanı Boris Johnson da, gelinen aşamayı “üzerinde yaşadığımız gezegeni mahvetmek üzere saran bir bomba ile hep birlikte karşı karşıyayız” sözleriyle anlattı.
Hindistan Başbakanı Narendra Mondi ise, dünya toplam nüfusunun %17’sine sahip ülkesinin, küresel emisyonun sadece %5’ine neden olduğundan hareketle, bazı ülkelerin sıfır salınım (net zero) için öngördükleri 2050 ve 2060 hedefini, iki on yıl uzatan 2070’i telaffuz ederek, bir hayli ürkütücü bir tavır sergiledi.
Çevre sorunu ve iklim değişikliği açısından, baştan beri önemli figürlerden biri görünen Birleşik Krallık Prensi Charles da, dünya liderlerine: “Dünyanın gözleri ve umudu sizlerin üzerinde; nadide gezegenimizi kurtarın” sözleriyle seslendi.
Bilindiği gibi en yüksek sera gazı salan Çin’in başkanı Xi Jinping ve Rusya Federasyonu başkanı Putin COP 26’ya katılma gereksinimi duymadılar.
SONUÇ
Öyle anlaşılıyor ki; her konuda olduğu gibi, yerkürenin ve insanlığın yakın geleceği için artık bir “varoluş sorunu” haline dönüştüğü apaçık İklim Krizi gibi bir konuda bile, küresel stratejik vizyon yerine ulusal taktik siyasetten vazgeçmeyen “dünya lideri” görünümlü bu siyasetçilerin elinde, insanlık, ne yazık ki, pek yakında karşılaşma olasılığı yüksek küresel felaketten kurtulacak gibi görünmüyor.
Kaynak:www.yurtseverlik.com