Clicky

EKONOMİ VE DEPREM – Dr. Ali Tigrel – Ortak Akıl Politika Geliştirme
Ortak Akıl Politika Geliştirme

EKONOMİ VE DEPREM – Dr. Ali Tigrel

 

  1. Giriş

Çağdaş ekonomi bilimi, kalkınma konularına eğilmiş, ekonomik ve sosyal hayatın çeşitli yönlerini ve bunlar arasındaki ilişkileri incelemiş, planlama ismi verilen tekniği geliştirmiştir. Planlama ile kalkınmanın hızlandırılması ve aynı zamanda dengeli olarak yürütülmesi amaçlanmaktadır. Gelişmekte olan veya az gelişmiş ülkelerde ekonomik ve sosyal kalkınma için planlama önemli bir araç olarak benimsenmiştir.

Ülke ölçeğinde planlama, sistemli düşünceye yer vermek, eldeki kısıtlı kaynakları önceden belirlenmiş amaçlara göre ayırmak ve bu amaçları kısıtlı imkanların elverdiği ölçüde sağlamaktır. Bu açıdan bakıldığında, planlamanın Türkiye gibi gelişmekte olan ve kaynak sıkıntısı çeken ülkeler için yaşamsal derecede önem taşıdığı açıktır.

Ülkemizin 2023 yılı Şubat ayının ilk haftası içinde uğradığı olağandışı deprem felaketi ekonomimize büyük darbe vurmuş, planlı ekonomiden uzaklaşılmasının maliyetinin ne kadar yüksek olabileceğini de ortaya koymuştur.

Covid 19 salgınının yansımaları devam ederken, Rusya-Ukrayna savaşı ve göçmen sorunu ile artan dış sorunlar da eklendiğinde, 2022 yılı sonu itibariyle zaten iç içe geçmiş çok sorunlu bir küme ile karşı karşıya olan Türkiye Ekonomisi şimdi de büyük bir deprem felaketinin yaralarını sarmak durumundadır. Bu kolay olmayacaktır. Ciddi bir planlama ve yepyeni bir yönetim anlayışı gerektirecektir.

6 Şubat 2023 tarihinde Güney Doğu Bölgemizde 11 ilimiz aynı gün içinde 7.7 ve 7.6 şiddetinde iki depremle büyük yıkıma uğradı. Yeryüzünde böylesine yıkıcı bir deprem işleyişi bugüne kadar görülmemiş, olağanüstü bir durumla karşılaşılmıştır. Bu olay, kapsadığı çok geniş alan ve neden olduğu tahribat nedenleriyle, Türkiye’nin son yüzyılda yaşadığı belki de en büyük deprem felaketidir.

Hayatını kaybeden vatandaşlarımızın sayısı on binlerle, yaralı olarak kurtarılan vatandaşlarımızın sayısı ise can kayıplarımızın üç misli olarak ifade edilmektedir. Kayıplarımıza Allah’tan rahmet, yakınlarına sabır ve başsağlığı, yaralılarımıza acil şifalar diliyorum.

Ekonominin genel durumunda gördüğüm sorunlara geçmeden, yaşadığımız bu büyük felaketten çıkarılması gereken önemli dersler olduğunu ve bunları özellikle Türkiye’yi yönetenlerin layıkıyla idrak etmesi gerektiğini özellikle vurgulamak istiyorum.

Türkiye deprem riskini sürekli yaşayan bir ülkedir. 24 ilimiz doğrudan fay hatları üzerinde kurulmuştur. Ülke genelinde 6 milyon üzerinde riskli yapının bulunduğu tahmin edilmektedir. Depreme karşı önlemler bugüne dek maalesef yetersiz kalmış, plansız yapılaşma sorunları ve denetimsizlik süregelmiş, bilim adamlarımızın tüm uyarılarına rağmen siyasi amaçlı imar aflarından vazgeçilmemiştir.

Ülke genelinde deprem sigortalı konut oranı yüzde 55 iken afet bölgesinde bu oran yüzde 50 civarındadır. Unutmamak gerekir ki afet yönetiminin ilk ve en önemli kısmı kriz riski yönetimidir. Risk yönetimi olmadan kriz yönetiminde başarılı olmak mümkün değildir.

Türkiye, deprem öncesi afet riskini, Japonya örneğinde olduğu gibi, mutlaka yönetilebilir ve kabul edilebilir seviyelere indirmek zorundadır.

  1. Depremin Maliyeti

Arama-kurtarma faaliyetlerinde ve hasar tespit çalışmalarında sona yaklaşılırken yaşanan büyük felaketin kısa ve orta vadeli etki ve sonuçları gündeme gelmeye başlamıştır. Depremin ekonomi üzerindeki etkilerinin kalıcılığı ya da geçiciliği konusundaki gerçek resmin görülebilmesi, depremin mali boyutunun doğru olarak ortaya konmasını önemli kılmaktadır. Mali boyutun güvenilir bir şekilde ortaya konulması, bundan sonra uygulanması gerekecek ekonomi politikalarının temel belirleyicisi olacaktır. Sağlıklı, veriye ve bilime dayalı bir değerlendirme, bölge ve ülke ekonomisi üzerinde ortaya çıkacak potansiyel hasarı sınırlamak bağlamında yaşamsal derecede önemlidir.

Yaşadığımız bu son deprem felaketine uğrayan 11 ilimiz ülkenin toplam nüfusunun yüzde 16.4’ünü oluşturmaktadır. Söz konusu illerin GSYH içindeki payı yüzde 9.8, tarımsal katma değer içindeki payı yüzde 15.1, imalat sanayi katma değerindeki payı yüzde 11.5, hizmetler sektörü içindeki payı yüzde 7.4, toplam ihracatımız içindeki payı ise yaklaşık yüzde 8.6’dır. Sadece Hatay bölgesi Türkiye’nin tüm yaş sebze ve meyve ihracatının yüzde 21’inden sorumludur. Afet bölgesinin toplam istihdam içindeki payı yüzde 12.3, toplam nakdi krediler içindeki payı yüzde 9.3, tekstil ve tekstil ürünleri sektörü kredileri içindeki payı ise yüzde 40.1’dir. Toplam tüketici ve takipteki tüketici kredileri içindeki payları ise sırasıyla yüzde 10.9 ve yüzde 18.1’dir (1). Bunlar ciddi rakamlardır. Dolayısıyla, Türkiye Ekonomisinin bu büyük felaketten oldukça olumsuz yönde etkileneceği açıktır. Temennim, Devletimizin, vatandaşlarımızın çabaları ve katkılarıyla depremin yarattığı tahribatın makul bir sürede giderilmesidir.

Değerli Plancı arkadaşımız Ercan Türkan’ın yaptığı bir analize göre depremin akım maliyetlerinin toplamı yaklaşık 11 milyar doları bulmakta, sermaye birikimindeki kayıplar ise 47.4 milyar doları bulmaktadır (1). Bir başka deyişle, depremin toplam maliyeti 59 milyar dolara yaklaşmaktadır. Ancak bu tahminin belirli varsayımlar ve henüz olgunlaşmamış bir veri setine dayandırıldığı unutulmamalıdır.

Bu noktada değinmeden geçemeyeceğim önemli bir husus daha var. Yaşadığımız bu büyük deprem, ülkemizdeki yönetim sisteminin ve organizasyonunun yetersiz olduğunu bize acı biçimde göstermiştir. Çünkü yetki ve sorumluluk devri layıkıyla yapılamayan bir sistemin sıkıntısız işlemesi mümkün değildir.

  1. Ekonomideki Sorun Alanları

Aşağıda deprem öncesinde zaten var olan belli başlı sorun alanları özetlenmektedir. Ancak unutmamak gerekir ki söz konusu sorun alanlarının deprem felaketinin etkisiyle daha da derinleşebileceği açıktır.

  • Bütçe içindeki manevra alanı çok kısıtlıdır. İlave vergi ve stopaj artışları çözüm olmayacaktır. Ek bütçe yapmak zorunlu hale gelmiştir. Yapılması gereken, tüm kamu harcamalarında radikal kesintilere gitmek, her türlü israftan kaçınmak ve yapılabilirliği tartışmalı tüm yatırım projelerinden vazgeçmektir. Aksi takdirde, bütçe açığı hedeflenen düzeyi önemli ölçüde aşacak, borçlanma baskısı artacak, zaruri bazı hizmetlerde ciddi aksamalar olacaktır.
  • Türkiye’nin dış borçları aşırı yüksektir. 2011 yılının son çeyreğinden itibaren adeta bir dış borç patlaması yaşanmıştır. Dış borç artış hızı Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemine geçildikten sonra ivme kazanmıştır. Toplam Brüt dış borcun GSMH’ya olan oranı 2011 yılı sonunda yüzde 36,4 iken 2022 yılı üçüncü çeyreği sonunda yüzde 54.7 olmuştur. Önümüzdeki 12 ay zarfında yapılması gereken dış borç servisi 190 milyar dolara yaklaşmıştır. Bu noktada 2009 yılında yapılan ve sonuçları sonradan ortaya çıkan büyük bir hatayı hatırlatmak gerekir. Söz konusu yıl içinde alınan bir kararla döviz geliri olmayan şirketlere de dış borçlanma olanağı sağlanması, sonraki yıllarda özel kesimin dış borçluluğunun hızla artmasının arkasında yatan temel nedenlerden biridir. Mevcut borçluluk tablosunun, depremin de etkisiyle, kısa ve orta vadede Türkiye ekonomisine ciddi sıkıntılar yaşatacağı kesin gibidir.
  • Ekonominin toplam faktör verimliliğinin (teknoloji, AR&GE, beşeri sermaye, eğitim, altyapı gibi faktörler) düşüklüğü büyüme hızını aşağı çekmektedir. Dış borçlanma ile sağlanan kaynakların doğru yerlerde kullanıldığını söylemek zordur. Sürdürülebilirlik ve öngörülebilirlik olumsuz yönde etkilenmiştir. Deprem felaketi işleri daha da zora sokmuştur. Bu şartlar altında, sağlıklı ve sürdürülebilir bir kalkınma patikasına geçmek kolay değildir.
  • Kronik birçok sıkıntının yanında Türkiye Ekonomisinin giderek daha fazla göze çarpan iki ciddi yapısal sorunu vardır. Bunlardan birincisi özellikle yüksek katma değerli üretimin dışlanması, diğeri ise dış ticarete konu mal üretmeyen inşaat sektörünü ne pahasına olursa olsun lokomotif sektör olarak gören zihin yapısıdır. Katma değeri düşük olan tarımsal üretimde bile ciddi gerileme olmuştur. Yurtiçi üretim ve ihracatın ara ve yatırım malı ithalatına bağımlılığı artarak devam etmektedir. Bu durum cari açığı arttırmakta, tasarrufları olumsuz etkilemekte ve dövize olan talebi yukarı yönlü etkilemektedir.
  • 2022 yılının ilk yarısında yükselen enflasyon ve Ukrayna savaşı nedeniyle artan belirsizliğin yanı sıra döviz kurundaki artışlar karşısında bireyler tüketim talebini öne çekmişler ve yurtiçi talebe dayalı bir büyüme gerçekleşmiştir. Ne var ki cari işlem açığı öngörülenin aksine adeta patlamış, 2021 yılı sonunda 7.2 milyar dolar iken 2022 yılı sonunda 48.8 milyar dolar olarak gerçekleşmiş, GSMH’nın yüzde 6’sına yaklaşmıştır. Cari açığın yarısı tarihte görülmemiş ölçüde kaynağı belli olmayan döviz girişi ile finanse edilmiştir. Bu durumun sürdürülebilir olmadığı açıktır.
  • Göz ardı edilmemesi gereken bir önemli husus da şudur: Türkiye son 20 yılda yaklaşık 4.1 trilyon dolar ithalat yapmış, buna karşılık aynı dönemde ihracatı 2.8 trilyon dolar olmuştur. Bir başka deyişle, Türkiye son 20 yılda yaklaşık 612 milyar dolar cari işlem açığı vermiş ve aldığı borçlar karşılığında 112 milyar doları dış borç olmak üzere 545 milyar dolar faiz ödemiştir. Bu rakamlar ekonominin ne kadar büyük bir yapısal sorun ile karşı karşıya bulunduğunun bir göstergesidir. Deprem felaketinin bu tabloyu daha da ağırlaştırması söz konusudur. İçinde bulunduğumuz bu son derece tatsız durumun kazanmadan harcamamızın bir sonucu olduğunu görmek gerekir.
  • Dar gelirli kesim büyük zorluklar içindedir. Ücretler gerçek enflasyonu yansıtmaktan uzak olan resmi rakamlara göre ayarlanmakta, bu da gelir dağılımını bozmaktadır. Para politikası ciddi kusurludur. Yanlış siyasi söylemler üzerine bina edilen para ve kredi politikası ekonomiye hasar vermiştir. Makro-kırılganlık endeksi, deprem öncesinde bile 2001 krizindeki seviyesini geride bırakmıştır. Deprem sonrasında daha yüksek bir düzeye yükseldiği kesindir.
  • Enflasyon dinamiklerini oluşturan dört temel faktörün sırasıyla kur krizleri, aşırı negatif reel faiz, kontrolsüz parasal genişleme ve Merkez Bankası itibarının düşüşü olduğu adeta unutulmuştur. Israrla sürdürülen aşırı negatif reel faiz politikası yüzünden makro finansal sistem olumsuz yönde etkilenmiştir.
  • Dünyada artan enflasyon karşısında önemli merkez bankalarının parasal sıkılaşmaya yönelik önlemleri ve bu kapsamda politika faiz oranlarını yükseltmeleri, Türkiye’nin aşırı yüksek seyreden risk priminin (CDS) dış finansman koşullarını zora sokması ve maliyetleri yükseltmesi büyümenin finansmanı ve dış borç servisi üzerinde baskı yaratmaktadır. Deprem felaketine bağlı olarak bu baskının daha da artması beklenmelidir.
  • Ülke kalkınmasında büyük rolü olan tasarruf oranı 2000’li yılların başında yüzde 22 civarında iken bugün yüzde 5-6 aralığına düşmüştür. Yurttaşların tasarruf eğiliminden kopmasının temel nedeni hızla düşen alım gücüdür. Hızla düşen alım gücüne neden olan temel dinamik ise aşırı negatif reel faiz politikasıdır.
  • Döviz rezervleri yeterli olmaktan çok uzaktır. Türkiye salgının başından bu yana en fazla rezerv harcayan fakat parası en çok değer kaybeden ülke durumuna düşmüştür. Çok ciddi makro finansal hatalar yüzünden Merkez Bankası rezervleri eritilmiştir. Cumhuriyet tarihinde ilk kez Merkez Bankasının net rezerv pozisyonu eksiye düşmüştür. Brüt rezerv/Bir yıldan az vadeli dış borçlar oranının en az BİR olması gerekirken söz konu oran bugün 0.5’in bile altına düşmüştür.
  • Merkez Bankası yürürlükte olan yasaya göre bağımsızdır ama gerçekte değildir. Merkez Bankası bağımsızlığı, ekonomi literatüründe olmazsa olmaz bir kuraldır. Merkez Bankası, sorumluluğuna giren her alanda, ekonominin genel durumunu göz ardı etmeden fiyat istikrarına öncelik vererek bağımsız hareket edebilmelidir. Ancak maalesef mevcut durum böyle değildir.
  • Türkiye, enflasyon göstergelerinde seviye ve dinamikler yönünden diğer yükselen piyasa ve gelişmekte olan ülkelerden ayrışmaktadır. İkiz açıklar, dış borç yapısı ve servisi, Türkiye’nin CDS risk primi, döviz rezervlerinin durumu, 2023 yılı içindeki olası iç ve dış borçlanma ihtiyacı, enerji ithalatına aşırı bağımlılık, deprem felaketinin dolaylı, dolaysız etkileri ve nihayet Merkez Bankasının para politikası dikkate alındığında, TL’nin 2023 yılı içinde giderek daha fazla baskı altında kalacağı ve değer kaybına uğrayacağı açıktır.
  • Bir başka ciddi sorun varlık fonudur. Borçlanabilmek amacıyla, cari açık ve bütçe açığı veren bir ülke için hiçbir zaman düşünülmemesi gereken bir yola gidilerek Varlık Fonunun kurulması vahim bir hata olmuştur. Olayı basite indirgersek, Varlık Fonunun kamu varlıkları ipotek edilerek üzerine kredi çekmek için kurulduğu açıktır. Fonun kapsamına çok önemli ve büyük kamu şirketleri, kamu bankaları, kamu işletmeleri ve hazine malları alınmıştır. Aslında Fon, kabul görmüş yönetim kavramlarının birbirine karıştırıldığı, şeffaflık ilkesinden uzak paralel bir hazine görünümünde olup para ve maliye politikalarının koordinasyonunu ve etkinliğini zora soktuğu izahtan varestedir.
  • Gücün, otoriter rejimlere benzer bir yoğunluk ile yürütme erkinde ve tek elde toplanması yatırımcılar ve kreditörler açısından önemli bir sorun olarak görülmektedir. Vergi bağımsızlığı ve tarafsızlığı ile hukuk devleti ilkelerine yönelik ihlaller, denetleyici ve düzenleyici kurumların etkisini ve işlevini yitirmesi ve nihayet, Meclisin denetleme ve hesap sorma gücünü kaybetmesi tedirginlik yaratmaktadır.  
  • Bir başka ciddi sorun yolsuzluk iddialarıdır. Ekonomi tarihi, yolsuzlukların ekonomik gelişmeyi ne kadar olumsuz etkilediğini gösteren örneklerle doludur. Yolsuzluklar, kamu yatırımlarının maliyetini yükseltmiş, ekonomik belirsizliğin artmasına yol açmış, kaynak verimliliğini büyük ölçüde bozmuş, sürdürülebilir kalkınma için elzem olan öncelikleri ve teknoloji tercihlerini olumsuz yönde etkilemiştir. Yolsuzluklara bulaşmış iktidarların, yapılabilirlikleri tartışmalı olsa bile büyük altyapı ihalelerine ölçüsüz düzeyde ağırlık verdikleri görülmüştür. Ülkemize gelince, Kamu İhale Kanunu’nda bugüne kadar yapılan 200’e yakın değişiklik ile kanunun amaçlanan şeffaflık, hesap verebilirlik, dürüstlük ilkelerinden uzaklaşıldığı ve anlamsızca genişletilen istisna kapsamıyla denetim ve adil rekabetin sağlandığı kamu alım ve ihaleleri oranının özellikle Devlet Planlama Teşkilatının ılga edilmesinden sonra hızla düştüğü bilinmektedir. Elimizdeki tüm veriler, ülkemizdeki yaygın yolsuzluk algısının hukuk devleti ilkeleri, basın ve ifade özgürlüğü, sivil toplumun gücü gibi konularla doğrudan ilintili olduğuna işaret etmektedir. Güçler ayrılığının çalışmaması, yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı üzerindeki ciddi soru işaretleri, Kamu Özel İşbirliği projelerinde ve özelleştirme uygulamalarında göze çarpan kamu çıkarına aykırı ihale süreçleri öne çıkan sorunlar arasında görülmektedir (Uluslararası Şeffaflık Örgütü raporları).
  • Liyakat konusu göz ardı edilmiştir. Kilit atamaların liyakat esaslarına göre değil ideolojik tercihlerle yapılması devlet idaresini zafiyete uğratmıştır. Bugün yaşadığımız deprem felaketinde bölge vatandaşlarımız bu sorunla fazlasıyla yüzleşmiştir.
  • İşsizlik çok ciddi bir sorun haline gelmiştir. Geniş tabanlı işsizlik oranı yüzde 30’a dayanmıştır. İşsizlik ülkenin en önemli meselelerinden birine dönüşmüşken Türkiye, 2011’den sonra yaptığı dış politika hatalarının sonucu olarak şimdi de devasa boyutlara doğru giden bir göçmen krizi ile boğuşmaktadır. Açık söylemek gerekirse, iyi tasarlanmış bir strateji ile üzerine gidilmediği takdirde bu büyük sorunun uzun vadede çok ciddi siyasi, sosyal ve ekonomik etkileri olacağı kesindir.
  • Türkiye ekonomisinin istihdam yaratma gücü azalmaktadır. Endişe verici bir husus da mevcut işgücünün niteliğinin işgücü talebinin ihtiyaç duyduğu mesleki beceriden uzak olmasıdır. Bu durum, eğitim sisteminin ekonominin talebini karşılayacak şekilde yeniden düzenlenmesini gerektirmektedir.

 

  1. Sonuç

Büyük İngiliz yazarı William Shakespeare’in şu sözü gerçekten önemlidir:

Güven ruh gibidir, terk ettiği bedene asla geri dönmez

 Cumhuriyetimizin yüzüncü yılına bir güven krizi ile giren Türkiye Ekonomisi, şimdi de tarihinin en büyük deprem felaketlerinden birine uğramış, büyük bir darbe yemiştir. Deprem felaketinin yol açtığı yaraların sarılması ve ekonominin bir toparlanma sürecine girebilmesinin ön koşulu ekonomiyi yönetenlere güvenin geri gelmesidir. Plansızlığın ayyuka çıktığı, ekonominin bir yaz-boz tahtasına dönüştüğü bir dönemin sorumluları ile güvenin geri kazanılması zordur. Belki de en doğrusu tüm siyasi hesaplar bir tarafa bırakılarak, en azından deprem yaralarının sarılacağı dönemde bir milli mutabakat hükümeti kurulması ve liyakat sahibi kişilerin ekonominin kilit noktalarına getirilmesidir. Çünkü, makul bir sürede ferahlayabilmek için yanlış ekonomi politikalarının ve dengesiz dış politikanın neden olduğu belirsizlik çarkının kırılması ve ülkemizin olağanüstü yüksek risk priminin hızla aşağıya çekilmesi şarttır.

Unutmayalım ki sermaye ile barışık olmayan, toplumsal mutabakatı göz ardı eden ve toplumsal mutabakatı evrensel mutabakat düzeyine çıkartamayan toplumların refaha ulaşmaları ve yarının dünyasında saygın bir yer edinmeleri mümkün değildir.

Türkiye’yi yönetenlerin öncelikli hedefi ülke içinde sağlam, uluslararası rekabet gücüne sahip, birbiriyle barışık ve müreffeh bir toplum yaratmak olmalıdır. Bunun için kuramsal olarak en doğru ekonomik, mali, parasal ve kurumsal tedbirlerin bile yeterli olmayabileceğini görmek gerekir. Çünkü iç ve dış siyaset normalleşmeden, parlamenter demokrasiye geri dönülmeden, hukuk ve yargı sisteminin tarafsızlığı ve bağımsızlığı tam olarak tesis edilmeden, kuvvetler ayrılığı ve denetim mekanizmaları şeffaflık içinde çalışmadan, kilit atamalar liyakat esaslarına göre yapılmadan, Merkez Bankası ve TÜİK gibi kurumların bağımsızlığı konusunda hiçbir kuşku bırakılmadan ve toplumu kutuplaştırıcı söylem ve politikalardan vazgeçilmeden beklentiler olumluya dönmez ve uygun bir yatırım iklimi oluşmaz. Ve açıkçası, uygun bir yatırım iklimi oluşmadıkça deprem yaralarının layıkıyla sarılması ve ekonominin bir toparlanma sürecine girmesi kolay olmaz.

Kamuda mutlak surette planlı ekonomiye geri dönülmelidir. Kanal İstanbul gibi yapılabilirliği son derece tartışmalı çok büyük ve anlamsız projeler gündeme bile getirilmemelidir. Ülkenin geleceğini ipotek altına alan köprü, havaalanı, şehir hastanesi, otoyol gibi gelir garantisi verilen yeni YİD projelerine girişilmemelidir. Halen var olanların kamulaştırılması için ne gerekiyorsa yapılmalıdır. Kamuda harcamaların şeffaf ve denetlenebilir olmasına özen gösterilmeli, tasarruf tedbirlerine başta Cumhurbaşkanlığı ve TBMM olmak üzere tüm kamu kurum ve kuruluşları uymalıdır.

Merkezi yönetim bütçesinde bir taraftan radikal tasarruf tedbirleriyle harcamalar azaltılırken gelir artışına da önem verilmelidir. Büyüme dostu olmayan dolaylı vergiler yerine dolaysız vergilerin arttırılması yoluna gidilmelidir. Deprem yaralarının sarılması döneminde servet vergisi uygulanması düşünülmelidir. Deprem için toplanan iç ve dış yardımların etkin koordinasyonu için acilen yeni bir kurumsal yapılanmaya gidilmelidir. Ülke içinden ve dışından gelen ve gelecek deprem yardımlarının en doğru şekilde kullanılabilmesi için ciddi bir kriz yönetim sistemi kurulmalıdır. Tıkanan vergi yargısı sistemi de yeniden gözden geçirilmelidir.

Yukarıda özetlemeye çalıştığım tüm hususların yerine getirilip getirilemeyeceğini bilemiyorum. Özellikle de ülkemiz için büyük önem taşıyan seçimlere yaklaşılırken ülkemizin ve milletimizin yüksek çıkarlarının ne ölçüde dikkate alınabileceği konusunda ciddi endişelerim var. Fakat teknik olarak yapılması gerekenler ortadadır. Aksi takdirde daha ciddi sıkıntılarla karşılaşılması kaçınılmaz olabilir.

Unutulmaması gereken bir başka önemli husus şudur: Türkiye ekonomisi çok yönlü bir sorun kümesi ile boğuşurken olağandışı bir yıkıma sebep olan büyük bir deprem darbesi yemiştir. Ekonomi daha da kırılgan hale gelmiştir. Deprem yaralarının sarılması gereken dönemde ülkemizle bağlantılı emelleri olan bazı ülkelerin rahat durmasını beklemek iyimserlik olacaktır. Bir başka deyişle Türkiye’nin malum emperyalist güçlerin artan baskıları ile karşı karşıya kalması ve ulusal çıkarlarımızdan taviz vermeye zorlanması mümkündür. Özellikle de en azından kısa vadede her türlü gelişmeye hazırlıklı olunması, çok dengeli ve doğru üsluplu bir dış politika çizgisinden uzaklaşılmaması büyük önem taşımaktadır.

Ülkemizin bugün karşı karşıya olduğu sorunların özünde temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanması, diğer bir ifade ile iktidar gücünün denetlenememesi yatmaktadır. Yasama, yürütme ve yargı erklerinin birbirinden bağımsız çalışması demokrasinin ve çağdaş bir anayasanın olmazsa olmazıdır. Tarih, denetimsiz gücün yolsuzluğa ve adaletsizliğe neden olduğunu, ülkeleri sosyal ve ekonomik krizlere sürüklediğini gösteren örneklerle doludur. Gerek iktidar gerekse de muhalefet, jeopolitik, ekonomik, askeri ve iklim gelişmelerinin küresel istikrarı ciddi biçimde tehdit ettiği bir dönemde Türkiye’nin tarihten ders alınması gereken bir zaman dilimi içinde bulunduğunu ve çok yönlü risklerle karşı karşıya olduğunu unutmamalıdır.

Zaman, siyasi hesapların zamanı değildir ve olmamalıdır.

 

(1): Ercan Türkan, Kahramanmaraş Depremi Maliyet Tahmini. 22 Şubat 2023 

https://ortakakil.org.tr/

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ortak Akıl Politika Geliştirme

Sosyal Medya

Bizi takip edin, birlikte daha güçlüyüz...