Ortak Akıl Politika Geliştirme

KENDİ KENDİNİ UYARLAYAN BİR SİSTEM OLARAK EKONOMİ – Dr. Ali TİGREL

Bu yazıyı kaleme alma düşüncesi epeyi bir süredir kafamdaydı. Yalnız Türkiye ekonomisi değil, başka ülkelerde de ekonomik sorunların aşılmasına yönelik tedbir ve uygulamaların neden başarılı olamadıkları, tarih boyunca yaşanan krizlerin yol açtığı insan davranışları, davranış ve tepkilerin yol açtığı politika değişiklikleri, öngörülebilirlik, beklenti ve güven gibi unsurların davranış biçimlerine etkileri gibi önemli konular üzerinde çok düşündüm. Çok sayıda kitap okudum. Bu noktada hemen belirtmeliyim ki ben mühendislik temelinden gelen bir kişiyim. Lisans üstü çalışmalarımda daha çok matematiksel modelleme konularına odaklandım. Doktora tezim de bir modelleme çalışmasıydı. Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığına atandıktan sonra ekonomi hayatımın bir parçası haline geldi. Ekonomi bürokrasisinin üst kademesindeki kişiler olarak sorunların farkındaydık. Çözüm önerilerinin arkası kesilmiyordu. Siyasi karar alıcılarla mutabık olmadığımız çok sayıda başlıkla karşılaşabiliyorduk. Beni en çok rahatsız eden konulardan biri de siyasi karar alıcıların ekonomiyi bir sistem bütünlüğü içinde görmemeleri veya görmek istememeleri, alınan kararların büyük bir kısmının ise kısa vadeli siyasi çıkar düşünceleri ile etkilenmesi olmuştur.

Düşüncem odur ki, ekonomi kendi kendini uyarlayan karmaşık bir sistemdir. Doğal dünyada bu tür sistemler arasında beyin, bağışıklık sistemleri, ekolojiler, hücreler, gelişmekte olan embriyolar ve karınca kolonilerinin bulunduğu söylenebilir. İnsan dünyasında bu tür sistemler siyasi partiler ya da bilimsel topluluklar gibi kültürel ve sosyal sistemleri içerebilir. Tüm bu sistemlerin aslında bazı kritik özellikleri paylaştıkları, yirminci yüzyılın sonlarına doğru belirsizlik ve kaosun eşiğinde beliren karmaşıklık bilimlerine odaklanan bilim adamları tarafından genelde kabul görmüş bir husustur.

Aslında, karmaşık sistemlerin her biri çok sayıda paralel davranan “aktör”den oluşan bir iletişim ağıdır. Beynimizde bu aktörler sinir hücreleridir; bir ekolojide türler bu aktörleri oluşturur. Embriyoda aktörler hücrelerdir. Ekonomide ise aktörler kişiler veya hane halkları olabilir. Ya da eğer iş dünyasına bakılırsa, firmaları aktörler olarak görmek mümkündür. Uluslararası ticarete bakılacak olursa, aktörler uluslar haline gelebilir. Ancak nasıl tanımlandıklarına bakılmaksızın her aktörün kendisini öteki aktörlerle olan karşılıklı etkileşmeler tarafından oluşturulan bir çevre içinde bulduğu bir gerçektir. Her aktör, aralıksız bir şekilde öteki aktörlerin yaptıklarına etki ve tepki gösterir, bu nedenle de söz konusu çevrede hiçbir şey sabit değildir ve olamaz da.

Bir ekonomik sistemde herhangi bir tutarlı davranış olacaksa, bu ancak aktörler arasındaki iş birliği ve rekabetten ortaya çıkabilir. İnatçı bir enflasyonla başa çıkmaya çalışan bir yönetim ne yaparsa yapsın, ekonominin genel davranışı hala her gün milyonlarca insanın aldığı çok değişik ekonomi kararlarının bir sonucu olmaya devam edecektir.

Bir başka önemli husus ise şudur: Kendi kendini uyarlayan karmaşık bir sistem birçok değişik örgütlenme düzeyine sahiptir. Her bir düzeydeki aktörler bir üst düzeydeki aktörler için yapı taşı işlevini görürler. Örneğin, bir grup protein, lipid ve nükleik asit bir hücre oluşturur; bir grup hücre bir doku meydana getirir; dokuların topluluğu bir organ oluşturur; organların topluluğu bütünsel bir organizmaya dönüşür ve nihayet bir grup organizma bir ekosistem meydana getirir. Ekonomide bir grup bireysel işçi bir bölüm, bir grup bölüm de bir departman oluşturur. Sırasıyla şirketler, ekonomik sektörler, ulusal ekonomiler ve sonunda küresel ekonomiye kadar bu böyle devam eder.

Bu noktada vurgulanması gereken çok önemli bir başka husus ise şudur: Kendi kendilerini uyarlayan karmaşık sistemler deneyim kazandıkça yapı taşlarını sürekli olarak gözden geçirip yeniden düzenlerler. Bir şirket iyi çalışanları yükseltir ve örgüt şemasını daha verimli hale gelecek şekilde yeniden düzenler. Ülkeler yeni ticaret anlaşmaları yapar ya da bütünüyle yeni ittifaklar şeklinde yeniden örgütlenirler. Bir başka deyişle, her sistemde temel mekanizma, yapı taşlarının gözden geçirilmesi ve yeniden düzenlenmesidir.

Kendi kendini uyarlayan karmaşık sistemlerin bir başka özelliği da geleceği öngörmeleridir. Örneğin, ekonomide uzun bir resesyon öngörüsü insanları yeni bir araba almaktan ya da pahalı bir tatile çıkmaktan vazgeçirebilir. Bu da resesyonun uzamasına yol açabilir. Gerçekte bir darlık olsun ya da olmasın, bir petrol darlığı öngörüsü petrol piyasalarında şok dalgaları meydana getirebilir. Bir uzun hiperenflasyon dönemi öngörüsü özellikle tüketim mallarına olan talebi kamçılayabilir ve insanları, hemen ihtiyaçları olmasa bile, ileride alamayız endişesiyle otomobil, dayanıklı tüketim malları satın almaya itebilir.

Ekonomik dünyada hem bilgisayar programcılarına ve su tesisatçılarına, hem de çelik fabrikalarına ve oyuncak mağazalarına yer vardır; tıpkı yağmur ormanlarında hem ağaçlara hem de kelebeklere yer olduğu gibi. Bu şekilde sistem sürekli olarak yeni fırsatlar yaratır. Öte yandan bu durum, kendi kendini uyarlayan karmaşık sistemlerin dengede olduğundan söz etmenin anlamsız olduğunu da ortaya koyar. Çünkü sistem hiçbir zaman dengeye ulaşamaz. Her zaman gelişme ve dönüşüm halindedir. Sistem dengeye ve istikrara kavuşamaz; kavuşursa zaten ölür. Bu durum mikroorganizmalardan bağışıklık sistemlerine, ekosistemlerden insan topluluklarına, ulusal ekonomilerden küresel ekonomiye ve nihayet dünyadan gezegenlere ve evrene kadar tüm sistemler için geçerlidir. Herhangi bir sistemde fırsatlar alanı çok geniştir. Optimumu bulmanın herhangi bir pratik yolu yoktur. Aktörlerin yapabilecekleri, kendilerini öteki aktörlerin yaptıklarına göre değiştirmek ve geliştirmektir. Bir başka deyişle, ekonomi gibi kendi kendini uyarlayan karmaşık sistemler sürekli gelişme ve yenilikle karakterize olurlar. Dünya tarihi bu sürekli dinamiğin akıl almaz sonuçları ile doludur.

Görülebileceği gibi çok çeşitli aktörler, yapı taşları, içsel modeller ve sürekli yenilik içeren kendi kendilerini uyarlayan karmaşık sistemlerin standart matematik teknikleriyle analiz edilebilmesi neredeyse olanaksız denecek kadar zordur. Lineer analiz gibi alışılmış tekniklerin çoğu sabit çevrelerde hareket eden, değişmeyen parçacıkları tasvir etmek için elverişlidir. Ama ekonomiyi ya da genel olarak kendi kendini uyarlayan karmaşık sistemleri anlamada yol alabilmenin tek yolu bilgisayar tıpkı yapım teknikleridir. Bunlar iç modelleri, yeni yapı taşlarının belirmesini ve çok sayıda aktör arasındaki karşılıklı etkileşmeleri dikkate alan ve özellikle geçen yüzyılın sonlarına doğru geliştirilmeye başlayan tekniklerdir.

Ekonomiyi kendi kendini uyarlayan karmaşık bir sistem olarak kabul etmenin klasik iktisat varsayımlarını neredeyse geçersiz kılan yansımaları vardır. Bu yeni bir iktisat anlayışıdır. Artan getirilerden yararlanır. Adeta biyolojik bir sisteme benzeyen yapı, kalıp, kendi kendini örgütleme, yaşam çevrimi özellikleri vardır.  İnsanların farklı olduğunu kabul edip bireysel yaşam üzerine odaklanır. Sistem sürekli bir değişim içindedir. Dışsallıklar ve farklılıklar itici dinamiktir. Sadece miktarlar ve fiyatlara bakmak yeterli değildir. Esas olan kalıplar ve olanaklardır. Sistem sürekli olarak kaosun eşiğindedir. Yapılar sürekli oluşur, çöker ve değişir.

Şimdi de konunun başka bir boyutuna bakalım. Ekonomiyi kendi kendini uyarlayan karmaşık bir sistem olarak kabul ettiğimiz zaman analiz yaparak öngörülerde bulunmanın matematiksel zorluklarına işaret ettik. Şöyle bir soru aklımıza gelebilir: Yargının siyasallaştığı, kuvvetler ayrılığının işlevini kaybettiği, ifade özgürlüğünün kısıtlandığı, seçimlerin şeffaf bir şekilde yapılamadığı, otokratik bir rejim tarafından yönetilen bir ülke düşünelim. Böyle bir ülkede, karmaşık bir sistem olarak kabul ettiğimiz ekonominin analizinde ilave ne gibi sorunlarla karşı karşıya kalabiliriz?

Bu aslında yanıtlaması zor bir sorudur. Çünkü normal bir ülkede yürütmenin ve yargının bir anayasaya tabi olma zorunluluğu vardır. Yasama organı ve üyelerini belirleme sürecinin ne olduğu ise bellidir. Bu iki alan, parlamenter sistemin yaşama alanıdır. Ne var ki bu tür bir yaşama alanı otoriter bir rejimin işine gelmez. Otoriter bir rejim, parlamenter sistemin ruhuna uygun bir anayasal zemin istemez. İsteyeceği şey açıktır: Egemen gücü yeni bir zeminde yetkilendirmek ve demokratik parlamenter sistemin getirdiği engelleri veya kısıtlamaları ortadan kaldırmak.

Böylesine bir durumun tarihteki en belirgin örneği Almanya’nın Nazi Partisi tarafından yönetildiği dönemdir. Otoriter bir rejimin isteyeceği türdeki bir zeminin nasıl olması gerektiğinin yanıtı Hitler’in hukukçusu Carl Schmitt’in Egemen ve Anayasa ilişkisi üzerine benimsediği kuramlarda görmek mümkündür (1). Schmitt, devletin nihai kararın tekeli olduğunu söyler, egemenliğin özünün de karar tekeli olduğunu iddia eder. Bunun anlamı ise tüm yasal sistemin bir üst güç tarafından, bu gücün belirleyeceği koşullara tabi kalınarak göreceleştirilmesi, böylece adeta keyfileştirilmesidir. Schmitt daha da ileri gider. Egemen gücün herhangi bir rasyonel veya ahlaki kriterle bağlı olmadığını savunur. Egemen güç, istisna kararı verme, bu karar mevcut yasalarla çelişse bile, ortak iyiliğin adına hareket etme gücüne sahip olandır. Schmitt, egemen gücü rasyonel araçlarla sınırlamaya çalışan liberal ve demokratik devlet teorilerini, modern dünyada totaliterliğin varlığını ve önemini reddeden çoğulcu görüşleri eleştirir.

Nazi Almanya’sının sonunu bilmeyen yoktur sanırım. Ama şurası bir gerçek ki o ölçüde bir baskıcı rejim altında hangi model kullanılırsa kullanılsın sağlıklı bir ekonomik analiz yapılması ve sonuç alınması mümkün olmayacaktır. İşte o zaman da kendi kendini uyarlayan bir sistem kabulü ile ekonomiyi analiz etmenin de pek anlamı kalmayacaktır.

Umarım böyle bir durumu ülkemizde hiçbir zaman yaşamayız.

(1) Ergin Yıldızoğlu, “Bu kriz farklı”, Cumhuriyet, 13.11.2023

Ali Tigrel

Sosyal Medya

Bizi takip edin, birlikte daha güçlüyüz...