2021 yılı Ramazan’ı Tüm İslam alemine ve Dünya’ya hayırlı olsun. Bu vesileyle, asırlardır bu topraklarda özgürce yaşanan Türkiye İslamiyet Yorumu, yani Türkiye Müslümanlığı üzerindeki düşüncelerimi yeniden paylaşmak isterim.
Bilebildiğimiz kadarıyla İslam’da yorum farklılıklarının sayısı günümüzde 110 dolayına ulaşmıştır. Bunlardan biri de, bin yıldır bu topraklarda yaşanmakta olan Müslümanlık yorumudur. Bu yorum İran, Mısır ve Arabistan başta olmak üzere, günümüze değin yapılmış tüm İslamiyet yorumlarından özü, temeli itibariyle farklıdır.
Türkiye’deki İslamiyet yorumunun temelinde, Dünya’da eşi örneği bulunmayan, insan ve sevgi odaklı 13. Yüzyıl Anadolu Felsefesi ve Hümanizm akımı ile bu akımın doğurduğu Anadolu İslamiyet Yorumu (Halk İslamı) yatmaktadır.
Anadolu Felsefesi ve Hümanizm akımı, özellikle 12’nci yüzyıldan itibaren Orta Asya’dan, İran’dan, Orta Doğu’dan ve Endülüs’den Anadolu’ya taşınan inanç, felsefe, tasavvuf (mistisizm) ve kültür/folklor değerlerinin Anadolu potasında sentezlenmesiyle oluşmuştur. Söz konusu süreçte, felsefe ile tasavvufun bir arada bulunamayacağı, yani felsefenin başladığı yerde tasavvufun biteceği anlayışı da yıkılmış ve Anadolu’ya özgü insan, sevgi, akıl ve ahlak odaklı ve dünyevileşmeyi de öngören Anadolu İslamiyet yorumu (Halk İslamı) doğmuştur.
Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı’ya göre “Kur’an-ı Kerim’’ yani “İslam”, insanlar aracılığı ile konuşur. Ona eğilen ve anlayan insana göre şekil kazanır. Onu konuşturan insandır, Müslüman’dır. O’nun ayetlerini anlama, yorumlama ve uygulama hususunda sayısız denebilecek kadar çok ayrılık ve farklılıklar yaşanmıştır.
Farklılığın temelinde, Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk’e göre İslam’ın ilk gününden itibaren var olan fıkıh-tasavvuf tartışması ya da çekişmesi yatmaktadır. Ona göre, şekil ve kural kurumu (fıkıh) ile ruh ve sonsuzluk kurumu (tasavvuf) arasındaki çekişmeler, genelde iki noktada düğümlenir. Birincisi şekil mi önemli, niyet mi; ikincisi din adına yalnız secde edenleri mi sevelim, yoksa bütün insanlığı mı? Yani kavga, kalıp ve öz kavgasıdır.
Yine Öztürk’e göre, öz adına uğraş veren tasavvuf, İslam tarihinde ikincisi olmayan bir sonsuzluk edebiyatı bırakmıştır. Bugün dünya kütüphanelerindeki İslami el yazması eserlerin yüzde 80’e yakını doğrudan veya dolaylı, tasavvufun ürünü olarak görülüyor. Bu demektir ki, tarihsel Müslüman kamu vicdanı, oyunu tasavvuf lehine kullanmıştır.
Toprağımız insanının benimsediği İslamiyet Yorumu da, İslam’ın ruh ve sonsuzluk kurumu olan tasavvuf ağırlıklıdır. Yönetimler ise, şekil ve kural kurumu olan fıkıhı savunmuşlar, hatta dayatmışlardır.
Yaşadığımız topraklarda farklı etnik, mezhep ve kültür değerlerine sahip insanların, asırlar boyunca karşılaşılan onca acı ve felaketlere karşın, bir arada yaşamalarını sağlayan ana unsurun, “Anadolu Felsefesi ve Hümanizmi ile “Anadolu İslamiyet Yorumu’nun bütünselliği” olduğuna inanmaktayız. Laik yaşam biçiminin benimsenmesinde de bu bütünselliğin olumlu etkisi vardır. Ne var ki, bu yorumun değeri hala yeterince anlaşılamamıştır. Bu nokta, Türkiye’nin en büyük talihsizliğidir.
Anadolu Felsefesi ve Hümanizm Hümanizm akımı başlıca dört kaynaktan beslenerek vücûd bulmuştur.
Birinci kaynak, Orta Asya ve İran’dan (Maveraünnehir, Horasan ve Azerbaycan) Türk göçleriyle Anadolu’ya gelen İslami yorum, felsefe, tasavvuf ve kültür/folklor akımlarıdır.
Söz konusu akımlar, Anadolu Felsefesi ve Hümanizmasının omurgasını oluşturmuştur. Bunların Kökleri, İslam öncesi Orta Asya Türk boylarının (Şamanizm-Gök Tanrıcılık), İran’ın (Zerdüştilik-Manicilik-Mazdekilik) ve Eski Hindistan’ın (Budizm) inanç, felsefe ve kültür değerlerine uzanmaktadır. Bu değerler İslamiyet’in doğuşu ile birlikte, söz konusu coğrafyadaki felsefe ve tasavvuf açılımları ile İslamiyet yorumları içinde eritilmiştir.
Birinci kaynakta, Melamilik akımının kurucusu Hamdun Kassar (Ö.884), Türkistanlı Meşşai Ahmet El Serahsi (İslam’da akılcılığa, yani mantık ve matematiğe dayanan Meşşai felsefeyi kuran El Kındi’nin öğrencisi, Ö: 899), Semarkantlı Maturuidi (Ö: 904), Farabi (870-950), Fütüvvetçi Sülemi (942-1021) ve İbn-i Sina (980-1037) gibi ünlü İslam felsefeci ve mutasavvufları ön plana çıkmaktadır.
Hamdun Kassar’ın Melamilik akımı, tekke-zaviye-dergah-vakıf gibi yapılanmalara karşı tepki olarak ortaya çıkmıştır. Burada, Tanrı nimetlerinden pay almak yerine, dağıtmak öngörülmüştür. Karşılıksız hizmet olağanüstü önemli sayılmıştır. İnsanların ayıpları görülmemiş, herkese iyilikle yaklaşılmıştır. Bu akımda kibir ve gösteriş söz konusu değildir. Tarikatların sistemleşmesine ve kurumsallaşmasına şiddetle karşı çıkılmıştır. Zikir yapmak, tekke kurmak, ya da bir vakfa dayanarak yaşamak reddedilmiştir. Sufiler gibi giyim kuşam farklılıklarından uzak durulmuş, halkla iç içe yaşanmıştır.
Melamilik’te Fütüvvetçi Sülemi tarafından kurumsallaşma başlatılmıştır. Bu bağlamda Sülemi Melamiliğin ilk bağımsız eserini yazmış ve buradan söz konusu Fütüvvetçilik hareketi doğmuştur. Fütüvvetçilik ise daha sonraları, Ahilik’e dönüşmüştür.
Öte yandan bu kaynakta Maturidi, Ebu Hanife’nin itikadi görüşlerini sistemleştirmiş ve Maturidilik itikadi ekolünü kurmuştur. Maturidi, geliştirdiği kelam anlayışında akıl ile İslam’ı bağdaştırmıştır.
Maturidiye göre, Allah insana akletme, aklını kullanma ve temyiz gücünü bahşetmiştir. Bilgi, Vehbi (Allah tarafından ilham edilen) olamaz, kesbidir (aklın ürünüdür). Doğru akıl yürütmeyle ortaya çıkan bilgi bir adet-i ilahiyedir. Türk dünyası itikadi olarak Maturidiliği benimsemiştir.
Farabi, Aristo felsefesi ile El Kındi’nin akılcılık akımını (Meşşailiği), İslam felsefesinde temellendirmiştir. Farabi aynı zamanda, Yeni Eflatunculuk felsefesinin (Plotinos’un, Vahdet-i Mevcut Felsefesi/Panteizm), İslamiyet’teki kurucusu olarak ta bilinir.
İbn-i Sina ise, İslam felsefesindeki akılcılığı, yani Meşşailiği, zirveye taşımıştır. Bu nedenle, İslam tarihinde felsefe denildiğinde akla ilk gelen, Meşşailik akımıdır. Öte yandan İbn-i Sina, Yeni Eflatunculuğu da sahiplenmiş ve bu felsefenin İslam ile bağdaştırılması yolunda ciddi katkılar yapmıştır.
İslam felsefesinde yaşanan söz konusu gelişmeler, bir yandan mantık, matematik, astronomi, tıp, müzik gibi ilim dallarındaki atılımların önünü açmış, diğer yandan Felsefe ağırlıklı tasavvuf akımlarını doğurmuştur. Bunlardan, göçlerle Orta Asya ve İran’dan Anadolu’ya taşınan felsefe, tasavvuf ve kültür (folklor) akımları içinde, Yesevilik ve onun en güçlü kolu olan Haydarilik ile Hamdun Kassar’ın Melamilik akımı ağırlık taşımaktaydı.
İkinci kaynak, Orta Doğu’dan Anadolu’ya nüfuz eden İslami felsefe, tasavvuf ve kültür akımlarıdır. Bu akımların kökleri, Antik Sümer, Mezopotamya, Irak, Suriye ve Mısır medeniyetlerinin inanç, felsefe ve kültür/folklor değerlerine uzanmaktaydı.
Anadolu’ya nüfuz eden akımlar temelde, İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin başlattığı (699-766) fıkıhçı, içtihatçı ve hoşgörülü tartışmalarla şekillenmiştir.
Söz konusu akımlar, Beyazıd-i Bestami (803-874), Cüneyd-i Bağdadi (822-911), Hallac-ı Mansur gibi tasavvuf akımı öncüleri (857-952), Vefailiğin kurucusu Ebul Vefa El-Kurdi, (1026-1107), Sühreverdiliğin kurucusu Abdülkadir Sühreverdi (1097-1168) ve İşraki Felsefenin kurucusu (Akıl yolu ile sezgi yolunu birleştiren felsefe) Şehabettin Sühreverdi-Maktül, (1155-1195) gibi felsefeci ve mutasavvıfların yorumlarıyla olgunlaştırılmıştır. Bu yorumların da, Yeni Eflatunculuk Felsefesinden etkilendikleri anlaşılmaktadır.
Değinilen kaynağın kimi temsilcileri; “İnsanın mutsuz ve perişan olduğu bir dünyada hiçbir haccın, hatta hiçbir ibadetin anlamı yoktur” şeklinde yorumlara varmışlardır. Bunlara göre, Beytullah (Allahın evi), insanın kalbidir.
Hallac-ı Mansur’un idamına hükmedenler aşağıdaki sözünü onun “zındılıkları” arasında saymışlardır:
“Gönül Kabesi’nin harap olduğu bir dünyada, sembolik Kabe’yi ziyaret için para harcamak İslam’ın ruhuna ters düşmektedir.”
Yine aynı kaynaktan Vefai Baba İlyas, Tanrı sevgisinin dinin katı kurallarıyla oluşmayacağını, bunu ancak insanın kendi sevgisiyle yaratabileceğini ileri sürmüştür. Baba İlyas, kadın-erkek ayrımına karşı çıkmış, bütün insanların eşitliğini savunmuştur. Türkmenlerin o zamanki yaşamlarına son derece uygun olan ortak mülkiyete dayalı bir toplumsal düzen önermiştir.
Üçüncü kaynak, Magrib (Endülüs ve Kuzey Afrika) felsefe ve tasavvuf akımlarıdır.
Bu akımlardan İbn-i Bacce (Meşşai/Akılcı 1095-1138), İbn-i Tufeyli (İşraki/Akıl-Duygu Birlikteliği, 1105-1185), İbn-i Rüşt (Meşşai/Akılcı, 1126-1198) ve Endülüs’ten İbn-i Arabi (Vahdet-i Vücut/Varlık Birliği, 1165-1240) ön plana çıkmaktadır.
Bu kaynaktan Anadolu Felsefesi ve Hümanizmine en büyük katkı, İbn-i Arabi’den gelmiştir. İbn-i Arabi, Vahdet-i Vücut/Varlık Birliği felsefesini başlatmış ve kurduğu Ekberiyye Tasavvuf Okulunda bunu zirvesine taşımıştır.
İbn-i Arabi, Hümanizm tarihinde altın harflerle yer almış olan ünlü bildirisini (manifesto) Konya’da şöyle açıklamıştır:
“Bir zamanlar benim dinimden olmadığı için komşumu suçlardım. Ama şimdi kalbim bütün biçimlere açık… O artık ceylanlar için bir çayır, keşişler için bir manastır, puta tapıcı için bir mabet, hacı için bir Kabe, Tevrat levhaları, Kur’an kitabıdır. Ben aşk dinini vazediyorum ve hangi yöne yönelirse yönelsin, bu din benim dinim, benim imanımdır.”
İbn-i Arabi’nin Vahdet-i Vücut felsefesi şiddetli eleştirilere uğramış, hatta kendisi zındıklıkla suçlanmıştır.
Anadolu Felsefesi ve Hümanizm akımının beslendiği dördüncü kaynak, söz konusu akımın sentezlendiği pota konumunda bulunan Anadolu’daki inanç, felsefe, mistisizm (tasavvuf) ve kültür/folklor değerleridir.
Anadolu topraklarında, Hümanizm akımı ilk önce Milet’li (Miletos) Thales (MÖ. 624-546) ile İzmir-Değirmendereli (Colophon) Xenophanes (MÖ. 569-477) tarafından başlatılmıştır. Pisagor da (M.Ö. 570-495) bu akıma katkı yapmıştır.
Ne var ki Hümanizm, bir felsefe sistemi olarak Thales’ten yaklaşık 100 yıl sonra, ilk kez Eflatun/Platon tarafından (M.Ö. 427-347) ele alınabilmiştir. Anadolu Felsefesi ve Hümanizm akımına kaynak olma bakımından, Aristo (M.Ö. 384-322), Pontuslu Herakleides (M.Ö.388-310), Sisamlı Aristarkhos (M.Ö. 310-230) ve Kıbrıslı Zenon/Stoacılık (M.Ö. 336-264), gibi felsefeciler tarafından takip edilmiştir.
Söz konusu felsefecilerin eserleri, İskenderiye Mektebinin ünlü felsefecisi Plotinos (M.S. 205-270), tarafından toparlanarak yorumlanmış ve Yeni Eflatunculuk/Platonculuk (Panteizm/Vahdet-i Mevcud/Var Olanların Birliği) felsefe akımı başlatılmıştır. Bu felsefe akımı, İslamiyetten çok önceleri, hem Museviliğin hem de Hıristiyanlığın çeşitli yorumları ile mistisizm (tasavvuf) akımlarına temel oluşmuştur.
Öte yandan Yeni Eflatunculuk Felsefesinin, İslam’da Meşşailik ve İşrakilik felsefeleri ile Tasavvuf akımlarını da önemli ölçüde etkilediğini tespit etmekteyiz..
Sonuç itibariyle, değinilen dört kaynağın felsefe, tasavvuf ve mistisizm akımlarının özellikle 13’üncü yüzyılın Anadolu Potasında harmanlanıp sentezlenmesiyle Anadolu Felsefesi ve Hümanizmi doğmuştur.
Anadolu felsefesi ve Hümanizm akımı, son tahlilde, Hoca Ahmed-i Yesevi, Endülüslü İbn-i Arabi (Vahdet-i Vücut Felsefesi kurucusu), Hacı Bektaş-ı Veli, Mevlana, Yunus Emre, Ahi Evren, ve Şeyh Bedreddin gibi İslam felsefeci, mutasavvıf ve ozanların elinde ete kemiğe bürünmüştür.
Bu akımda, önce “insan ve sevgi” tezi işlenmiştir. İnsanın yüceliği, aklın üstünlüğü, sevginin, bilginin, ahlakın ve özgürlüğün önemi, kadının saygınlığı, alınterinin değeri, hoşgörü ve dayanışmanın erdemi gibi bir çok konuda, çağının ve coğrafyasının çok ötesinde ileri düşünceler savunulmuştur. Bu bağlamda Devletin, insanın hizmetinde olması gerektiği öngörülmüştür. Haksızlıklara karşı hak aramaya yönelik eylemler de kimi zaman geniş halk kitlelerince desteklenmiştir.
Söz konusu akımda, özellikle dünyevileşme anlayışı son derece önemlidir. Mutluluk, sevinç ve esenlik yolunun Tanrı sevgisi ile insan sevgisinin bütünleştirilmesinden geçtiğine inanılmıştır. Tanrı’da korkmak yerine Tanrı’yı ve İnsanı birlikte sevmek esas alınmıştır.
Anadolu Felsefesi ve Hümanizma akımının tarihsel olgunlaşma süreci ile eşanlı yani iç içe, Anadolu’ya özgü insan, sevgi, akıl ve ahlak odaklı ve dünyevileşmeyi de öngören Anadolu İslamiyet yorumu (Halk İslamı) doğmuştur. Bu yorum öylesine etkileyici, çekici olmuştur ki, Anadolu ve Kafkasya’daki Hristiyan hatta Musevi halk kesimlerinden İslamiyet’e, hiçbir zorlama olmaksızın, önemli geçişler olmuştur.
Söz konusu Anadolu İslamiyet yorumu, Türklerin Trakya ve Balkanlara geçmesiyle birlikte, bu coğrafyadaki kimi halkları da etkilemiş ve yörede İslamiyet’in zorlama olmadan benimsenmesini sağlamıştır. Böylece söz konusu halkların inanç, felsefe, mistisizm ve kültür değerleri, Anadolu İslamiyet yorumu içinde bağdaştırılmış böylece Anadolu Halk İslamı, Anadolu ve Rumeli İslamiyet yorumuna evrilmeye başlamıştır. Günümüz Türkiye’sinde biz buna “Türkiye Müslümanlığı Yorumu” demekteyiz.
Türkiye Müslümanlığı yorumunu en iyi özümseyenlerin başında Atatürk gelmektedir. Atatürk, Milli Mücadele iradesinin oluşturulması yolunda, Anadolu insanıyla bu yorum temelinde buluşmuş ve bütünleşmiştir. O, İslam’a olan inancını da şöyle ifade etmiştir:
…Ben dinin insan ruhu için bir ihtiyaç olduğunu kabul ediyorum. Şahsen ben de inanan bir Müslüman’ım… (Trabzon, 16 Eylül 1924)
Atatürk’ün öngördüğü, Hilafetin kaldırılarak tekke ve zaviyelerin kapatılması, laikliği kabul edilmesindeki asıl amacın da, Türkiye İslamiyet Yorumunun gerçek temeline oturtulması olduğuna inanmaktayız.
Toplam nüfusu iki milyara yaklaşan İslam dünyasında İslam ile demokrasiyi, bütün engellere karşın, en iyi bağdaştırabilen ilk ve halen de tek ülke Türkiye olmuşsa; bunu Türkiye İslamiyet Yorumuna borçlu olduğumuzu asla unutmamalıyız.
Sonuç olarak, inanç dünyamızda yaşanan olumsuzlukların, ‘’Türkiye İslamiyet Yorumuna yeterince sahip çıkılamamış olmasından kaynaklandığını düşünmekteyiz. Çünkü bu yorumunda, İnsan-sevgi-akıl-ahlak ve dünyevileşme birlikteliğinde Kur’anı Kerim’in özünden ayrılmaksızın zamanın gerektirdiği değişimlere uyum gösterme düşüncesi esastır. Bu nedenle yaşadığımız coğrafyada bin yıldır içselleştirilmiş ve çağdaş bir yaşam biçimine dönüştürülmüş olan Türkiye İslamiyet yorumunun, yeniden ön plana çıkarılması gerektiğine inanmaktayız.
Bu yorumun akıl ve dünyevileşme anlayışı, “Yeniden Laiklik” ortak paydası üzerinde gerçek bir toplumsal uzlaşmayı gerekli kılmaktadır. Bu bağlamda, zamanın ve koşulların değişmesiyle İslam’da anlamını yitirmiş, ancak topluma hala ısrarla dayatılan, eski içtihat hükümleri ile çağdışı yorumlar ayıklanmalıdır.
Türkiye İslamiyet yorumu; Kur’anı Kerim’in ve Sünnet’in ortaya koyduğu esaslar temelinde; akıl, bilim ve bilimsel yöntem ışığında güncellenmeli, böylece Atatürk’ün “çağdaş uygarlık düzeyine çıkma hedefinin”, İslamiyet’i siyasi emellerine araç edenler tarafından engellenmesi önlenmelidir.