Ortaçağ kavramına bir tespit ile başlamak isterim; Ortaçağ tüm dünyada yaşanan bir dönem değildir aslında, ağırlıklı Hristiyan Avrupa’da yaşanmıştır. Aynı dönem Müslümanlık için çok daha gelişmeci ve iyi bir dönem olmuştur. Günümüzde yaşanan benzer süreç ise tüm ülkeleri, bölgeleri içine alan bir oluşumdur. Bu nedenle Ortaçağ Kavramını I. Ve II. Ortaçağ olarak farklılaştırmak istiyorum.
I.Ortaçağ da bütün çağlar gibi kendi engellerini kendi içinde yaratırken kendi verimini de kendi içinde yaratmıştır. Yani Ortaçağı karanlıklar dönemi gibi düşünürken bu dönemde aydınlanmanın tamamen yok olduğunu düşünmemek gerekir. Yeniçağ’ın bütün aydınları Ortaçağın sıkıntılı döneminden eskiçağın verimli kaynaklarına indiler. Genel olarak baktığımız zaman ancak 19. yy’dan sonra Ortaçağın önemi kavranmıştır. Ortaçağın karanlık gibi düşünülmesi din baskısının yoğunluğundandır. Hristiyanlık ilk zamanlar büyük bocalamalar geçirdi. Ama 3. yy’dan sonra, özellikle 5. yy’dan sonra iyiden iyiye kurumlaşmaya başladı. Özellikle Aziz Paulus’un çalışmalarıyla iyiden iyiye bir din halini almaya başladı ve kilise büyük bir ağırlık kazandı. Feodal yaşam düzeni de zaten kültür yaşamının gelişmesi için çok elverişli değildi. İnsanlar tamamen toprağa bağlanmışlardı, bu nedenle de eski çağın ticaret kentlerinde oluşan o büyük kültür hareketlerinin olması mümkün değildi. Dolayısıyla Ortaçağ kültür açısından tam tamına problemli bir dönem olarak kalmıştır. Ama şunu unutmamak gerekir ki, Ortaçağ hiçbir zaman düşünce açısından tam olarak durgun bir dönem olmadı. Genel kanı olarak Ortaçağda Rönesans diye 15. – 16. yy’ları belirliyoruz ama ilk Rönesans, Karolenjler Rönesansı’dır ve 9. yy’ da başlamıştır. 12.-13. yy’da olan Skolastik Rönesansı’dır. Skolastik gerçek anlamda bir düşünce gelişimini ortaya koyar aslında. Skolastik, Ortaçağ Hristiyan felsefesidir, en temel özelliği ise doğmatik oluşudur. 12. yy’dan sonra hatta 11. yy’dan sonra piskoposluk ve manastır okulları açmaya başlanmıştır. Burada özellikle halk çocukları ders görüyorlardı ve bunlar ruhban sınıfına dahil oluyorlardı. Özellikle skolastik dönemde hızlı ve çok sayıda okulun açılması, dini de olsa yoğun bir eğitim gelişimini getirdi. Zaten 13. yy’da bugün adını bildiğimiz büyük üniversitelerin doğuşu skolastiğin ürünü olmuştur. Yani Bologna Üniversitesi, Paris Üniversitesi, Oxford (hatta Cambridge), Salamanka Üniversitesi skolastikten doğdu. Bütün bu üniversiteler kısa zamanda çok önemli düşünce üreten merkezler haline geldiler. Rönesans tümüyle kiliseye karşı olan aydınların gerçekleştirdiği bir harekettir düşüncesi tam gerçeği vermez, sadece kilisenin dışından değil kilisenin içinden de gelişmiştir Rönesans.
Diğer yandan Ortaçağda, İlkçağda meydana getirilmiş olan fikir ve sanat eserleri yok edilmeye, düşünce yasaklanmaya başlamıştır (günümüz ile çok benzer geldi mi?). 529’da Kilise Atina’daki Platon Akademisi’ni kapatıp manastır teşkilatını kurdu. Böylece Hristiyanlık Yunan Felsefesinin üzerine örtü çekmiş oldu. Bu tarihten itibaren eğitim, düşünce ve meditasyon manastırların tekeline geçmiştir (Ülkemizde düşündüğümüzde bu kadar İmam Hatip neden?). Sadece Kilise mensuplarına, ruhbanlara söz hakkı tanıyan bir sistemin yürürlükte olduğu Ortaçağ bu açıdan bakıldığında “karanlık çağ” olmuştur. Batı’da bilim, kültür, sanat, edebiyat ve düşünce artık karanlıklar içerisindedir.
İnsanlara huzur, saadet ve güven sağlaması gereken din; ruhban sınıfınca ilâhî şeklinden uzaklaştırılarak tahrif edilmiştir. Böylece beşerileşen din, insanlara eziyet, işkence ve baskı aracı hâline gelmiştir. Bilim, düşünce ve sanatı yasaklayarak fikir dünyasını karartan bu sistem kilise vergisi, engizisyon, vb uygulamalarıyla dünyalarını da zindana çevirmiştir.
Eşitlik, adalet, sevgi, saygı gibi değerlerin artık “eski”de kaldığı bu dönemde insanlar çeşitli sosyal gruplara ayrılmışlardı. Hiç üretmeyen, sadece alan ama herşeyi yöneten ruhban sınıfı; çalışmayıp çalıştıran, toprakların sahibi ve sömürücüsü asiller; hep çalışan, fakat sadece karnını doyurabilen köylüler ve en alt bile sayılmayan zavallı köleler.
Ortaçağın yerleşik düşünce sistemi, özünde hiç bir kişisel görüşe, araştırma-incelemeye, tartışmaya, kuşku ve kurcalamaya izin vermeyen bağnaz bir inanca dönüşmüştür (Master, doktora tezleri dahil, birçok bilimsel makalenin günümüzdeki durumlarına ne kadar da çok benziyor?). Yeniye ve gelişime, özellikle de bilime karşı son derece katı, tavizsiz ve affetmeyen bir tutumu vardır. En küçük kişisel bir çıkışa cesaret eden ya aforoz edilir ya da ölüm cezası verilerek türlü işkencelerden geçirilip öldürülürdü.
Nihayet Avrupa’da ortaya çıkan Rönesans hareketleriyle Ortaçağ sona ermiştir. XIV. yy sonlarında Kuzey İtalya’da başlayıp XV. ve XVI. yy’da kuzeye yayılan kültürel patlama “Rönesans”, “yeniden doğuş” anlamına gelir. Yeniden doğan; Antikçağ’ın düşünce, sanat ve kültürüydü. Adına “Yeniçağ” denen bu dönemin insanı kendisini feodaliteden ve kilise’den kurtardı. Antik ve Rönesans aydınlanma çağlarının ortasında kalan karanlık çağ tamamen tarihe gömüldü. Kilisenin ve feodalizmin bin yıllık egemenliğine son veren burjuvazi ‘eşitlik, özgürlük ve kardeşlik’ ilkeleri ile tarih sahnesine çıkmıştı. Burjuvazi gerçekten bu ilkeleri gerçekleştireceğini düşünmüştü. Bilim, teknik ve sanat alanındaki ilerlemelerle insanlığın devamlı ileri gideceği ve özgür olacağı düşünülüyordu.
Ta ki, hızlı ve çarpık modernleşmenin getirdiği düzensiz kentleşme, dinî ve tarihsel köklerinden koparılmış milyonlarca insan ve yeni düzenin dayattığı rasyonel kültür toplumun değişiminde rol oynamaktadır. Modernleşme ve sanayi düzeni ile oraya buraya savrulmuş milyonlarca Avrupalı nüfus, bu anlamda güzel bir örnek oluşturur. Modernleşme bir taraftan insanlara somut yararlar ve imkânlar sağlarken diğer taraftan hem kurumsal düzlemde hem de psikolojik anlamda sıkıntı ve hoşnutsuzluklara yol açtı. Ekonomik ve politik yapılardaki değişim, sosyal hayattaki değişimlerle birleşince, toplum bilinci aşındı. Yeni düzensiz şehirleşmelerin getirdiği tortular, bireyleri kendi kültürel kimliklerine ve sosyo-psişik evrenlerine yabancılaştırdı. Dine yöneliş, modernitenin bu aşındırıcı ve yabancılaştırıcı yönüne karşı bir tepki olarak tezahür etti. Dinin, hem toplumsal ve kitlesel hem de kültürel bir taban edindiği bir gerçektir. Bu noktada Postmodernizim devreye girmekte.
Postmodernizmin, siyasal yönelimleri bakımından, hem radikal hem muhafazakâr olduğu söylenebilir. Hem her iki yönelimin postmodern temsilcileri sözkonusudur, hem de belirli bağlamlarda her iki yönelimin de aynı noktada birlikte olması sözkonusudur. Postmodernizmin tutarlılık kaygısı gütmeyişi (Eklektik yaklaşımı) siyasal alandaki konumlarda da görülebilir.
Birey, kimlik, kültür alanında radikal, sistemi değiştirme alanında muhafazakârdır. Ancak, radikallik ve muhafazakârlık kavramları da postmodern okumada anlam değişimlerine uğrar. Dolayısıyla postmodernizmin ne radikal ne de muhafazakâr olmadığı söylenebilir. Makro siyaset modeli Mikro siyaset anlayışıyla, Majör olan Minör olan ile yer değiştirir. Bunu geleneksel siyasal alanın kategorileriyle tanımlamak doğru sonuçlar vermeyecektir. Postmodernizm, en genel anlamda, “Büyük anlatılara”, “Büyük projelere”, “Büyük ilkelere” itirazdır ve bunların olanaksızlığı iddiasıdır.
Bu söylemde artık önemli olan daha doğru bilginin araştırılması değil, doğruluk kategorisinin işleyiş mekanizmalarının deşifre edilmesi ve bu bağlamda yeni doğruların oluşturulmasıdır. (Bu tanım çok mu tanıdık geldi!). Genel ahlaksal anlayışlar ve ilkeler artık geçerliliğini yitirmiştir; ahlaksal normların kaynağı yaşanan koşullar, çağın gerekliliğidir. Postmodern Etik, modernizmin evrensel ve sabit ahlak ilkelerinin geçersizliğini göstererek, genel ahlak ilkelerini görelileştirir. Dinden sonra bilimin egemenliginin de yıkılmasıyla, “her şey uyar” noktasına varılmıştır.
2000’li yıllara geldiğimizde sosyal değişimin etkisi ile dine yönelim yeni biçimler kazanarak daha belirgin, canlı ve hissedilir biçimde kendini göstermeye başladı. Ve hatta geçmişte kırsal kesimin ihtiyaçları ve eğitimsiz köylüler arasında kabul edilen bir olgu iken, bugün gençler, eğitimli şehirliler (her ne kadar modernleşmenin nimetleriyle ve rasyonaliteyle yetişmiş kesimler arasında olmalarına rağmen) arasında da gelişen bir görüntü sergilemektedir. Bugün Japonya’da yeni otomobiller, görkemli Şinto mabedlerinde kutsanmakta, Marksizm’in uygulama alanı bulduğu ülke olan SSCB’nin devamı olan bugünkü Rusya’da geniş halk kitleleri gevşeyen rejimin ardından soluğu kiliselerde almaktadır. Bunun yanında tüm dünyada ateizm oranı bunca sekülerleşmeye ve modernleşmeye rağmen azalmadıysa bile artmamaktadır. Tüm dünyada dinlerde ve dini yaşama biçimlerinde bir yükselme gerçekleşmektedir. Amerikalı meşhur düşünür ve siyaset bilimci A. Tocgueville, gözlemlerinde 150 yıl geçmiş olmasına rağmen Amerikan dindarlığı düşüşe geçmek şöyle dursun, kilise üyeliği üç kattan daha fazla arttığını tespit etmiştir. Diğer dine bağlılık biçimlerinde de istikrarlı bir yükseliş gözlemlenmektedir.
Din her yerde mutlaka modernizmle çatışma içinde varolmadığını ortaya koymaktadır. Öyleyse yükselen dinî bilinci, cemaatleşmeleri ve farklı dini yaşama biçimlerini analiz ederken tümünü ve hatta dinin kendisini modern yaşamı tehdit eden bir olgu olarak ele alamayız. Bununla aslında, dinî bilincin ve yaşama biçimlerinin yükselmesinin mutlaka fundemantalizm ve dinî köktenciliğin bir yansıması diyerek geçiştiremeyiz.
İnsanın sıkı sıkıya topluma bağlı olduğu bir dönemde yaşıyoruz. İnsanın sıkı sıkıya tüketime bağlı olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Sıkı sıkıya tüketime bağlı olduğu için de kültür planında gelişmeye vakti olmadığı bir dönemi yaşıyoruz. Yani sabah adam evden çıkıyor, çocukları okula yolluyor, kadın da birlikte çıkıyor, akşam eve gelince çocukları topluyorlar. Yemek yeniyor, dizi seyrediliyor, yatılıyor. Ertesi gün tekrar kalkılıyor. Çark dönüyor. Haftasonu da otomobile binip, alış-veriş merkezlerine gidiliyor. Şimdi bu durumda üretici bir zihnin var olması mümkün değil.
I.Ortaçağda yaşanan olaylarda 2 taraf dikkati çekmekte. Bu 2 taraf da eğitim seviyeleri çok yüksek gruplar. Bir tarafta araştırmacı, sorgulayan bilim adamları, diğer tarafta Hristiyanlığı temel almış öğretim görevlileri ve din adamları. Halk kötü niyetli olan bu 2. grup tarafından yönlendirilen piyonlar. Dolayısıyla bilgi ortaya çıkmakta ve ortak bir kökten türemesine rağmen farklı görüşlere altyapı oluşturmaktadır. Dün ve bugün (I.Ortaçağ ve II.Ortaçağ) arasındaki temel benzerlik de bu olmuştur. Her ikisinde de bilgi var ve bilgiyi öğrenmeye/öğretmeye çalışanlar ya da çıkarları doğrultusunda kullananlar var. Aradaki fark ise geçmişte sınırlı sayıda kişi ruhban sınıfında yer alabilirken, bugün artık en alttaki tarikat mensubuna kadar yaygınlaştırılan bir yapı kurulmuş durumda. Dün sadece engizisyon ile mücadele edilirken, bugün çok daha kalabalık bir grupla mücadele gereği var. Dün karşıt grup net olarak biliniyorken bugün en yakınımızdakiler bile olabilir. Bizlere düşen görev ve sorumluluklar bu ölçüde artmış durumda.
90’lı yıllardan itibaren iletişimin ve internetin gücü, bilişim sistemlerinde kaydedilen gelişmeler bizi yeni teknolojik çalkalanmalara sürüklemiştir. En büyük değişikliklerden birisi de eğitim ve öğretim alanında gerçekleşmiştir. Artık okullarda öğrendiğimiz her türlü bilgiye internet üzerinden çok daha kolay ulaşabilmekteyiz. Birçok bilginin bir tuş uzaklığında olduğu bu yeni düzende sorun bilginin fazlalığı olmaya başlamıştır. Birçok bilgi içerisinden hangisinin doğru olduğu, hangisinin işimize yarayacağının tespiti, bilginin ayıklanması gibi sorunlar yaşanmaktadır. Hatta bazıları işi okula gitmeye bile gerek kalmadığı noktasına getirmekteler. Şurası kaçınılmaz ki, teknoloji elit bir kesim tarafından kendi çıkarlarına uygun olarak kontrol edilmekte ve sonuçta toplumun hizmetine ancak onu kontrol edenlerin istediği ölçüde sunulmaktadır.
Bize düşen öncelikli olarak bilgiyi, güvenilir olmayan ellerden/kaynaklardan kurtarmak; topluma doğru bir şekilde ulaşmasını sağlayacak önlemler almak. Sonrasında da özellikle belirli yönlendirmelerle yetiştirilen topluma tek taraflı düşünme yaklaşımından kurtarıp, zihinsel özgürleşmelerini sağlamamız gerkmektedir. Ancak özgür insanda kişiliğin gelişeceğini unutmamalıyız. Kişiliği gelişmeyen, baskı altında olan bir insan doğru bildiği gibi değil, kendisinden istenildiği gibi davranır. Günümüz koşullarında, hukuk, adalet, eşitlik ilkelerinin herkes tarafından özümsenmediği bir toplumda, herkesin istediği eğitimi göremediği, ekonomik özgürlüklerin olmadığı, kişilerin geçimlerini sağlayacak bir iş bulamadığı bir ortamda kişilikli insanlardan bahsetmek zordur.
Gökhan Erzurumluoğlu
Kaynakça :
Postmodernliğin Durumu – David Harvey – Metis Yayınları
Postmodern Durum – J.F.Lyotard – Vadi Yayınları
Modernden Postmoderne Siyasal Arayışlar – Aytekin Yılmaz – Vadi Yayınları
Kıta Avrupası Felsefesine Giriş – David West – Paradigma Yayınları
Postyapısalcılık ve Postmodernizm – Madan Sarup – Ark Yayınları
Postmodern Sosyal Analiz ve Postmodern Eleştiri – J.W.Murphy – Paradigma Yayınları
Felsefe Sözlüğü – A.Cevizci – Paradigma Yayınları