Türkiye, sonuçları tartışmalı olan 16 Nisan 2017 Anayasa değişikliği referandumundan bu yana Cumhurbaşkanlığı yönetim sistemi ile yönetilmektedir. Her ne kadar etrafı danışmanlarla çevrilmiş olsa da, tek bir kişinin iradesini, resen toplumun genel iradesi haline getiren söz konusu rejimin, yüzyılı aşan bir süre demokrasi tecrübesini yaşamış ve onun hak ve özgürlüklerinden yararlanmış Türk toplumunun dokusuna uyum sağlayamadığı her geçen gün daha da belirginleşmektedir. Hain bir darbe girişimini müteakiben gerçekleşen bir Anayasa değişikliği referandumu ile Türkiye, parlamenter demokrasi tecrübesini bir köşeye iterek, bağımsızlıklarını kazanalı 30 yıl bile olmamış Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinin otoriter liderlik modelini benimsemiştir. Böylece Türkiye, dünya siyaset sahnesinde yeniden doğmuş bulunan Türki coğrafyaya, demokrasinin, sekülarizme bağlı kalındığı takdirde, İslam kültür ve felsefesinin egemen olduğu bir iklimde de serpilip gelişebileceğini gösterebilecekten; anılan coğrafyanın alelade üyelerinden biri haline gelmiştir.
Cumhuriyet tarihimizde askeri darbelerin ve askeri vesayetin, toplumumuzda demokrasi kültürünün ve siyaset alanında demokratik kurumların yeterince gelişmesine izin vermediği bir gerçektir. Anayasamızla birlikte seçim ve siyasi partiler yasalarımız da demokrasi standartları açısından ideali yansıtmaktan uzak kalmışlardır. Demokrasinin hayat sahası sayılan mahalli idareler ve demokrasinin vazgeçilmez unsurları olan siyasi partilerimizin, demokrasi kültürünün Türk insanının zihnine, yaşam tarzına ve düşünce kalıplarına yerleştirilmesinde başarısız kaldıkları da kabul edilmelidir. Özellikle, siyasi parti liderlerinde uzlaşı zihniyeti eksikliğinin toplumu keskin kutuplaşmaya sevk ederek; tabir caizse, siyasetçinin kendi eliyle askeri siyaset sahnesine soktuğu unutulmamalıdır. Türkiye’nin on yıllarca süren etnik motifli ayrılıkçı teröre karşı mücadelesinin de demokrasinin serpilip gelişmesine engel olduğu bir başka gerçektir. Bununla birlikte, tavuk mu yumurtadan; yumurta mı tavuktan çıkar? misali, tüm kültürü ve kurumlarıyla gelişmiş bir demokrasimiz olsaydı, ayrılıkçı hareketlerle karşılaşır mıydık ? sorusu da akla gelmektedir.
Bugün Türkiye’yi yöneten siyasi parti, 2000’li yılların başında, ülkeyi demokratikleştirerek, Avrupa Birliği’ne üye yapmak iddiasıyla, 28 Şubat 1997 Post-Modern darbesinin baskısından bunalmış toplumun hemen hemen her kesiminin desteğini alarak işbaşına gelmişti. Buna Türk burjuvazisi de dahildi. Hatta yerel burjuvazi olan “Anadolu Kaplanları”, maddi ve manevi desteğini açıkça yeni iktidara vermekten kaçınmamıştı. Türk halkı, karşı karşıya bulunduğu köklü ekonomik ve sosyal sorunların katılımcı demokrasinin sihirli gücü ile, AB’nin potasında çözümlenebileceğine inanmıştı. AKP’nin, laikliği herkese din ve vicdan özgürlüğü tanınması şeklinde özetlenebilecek ABD modeline oturtan, ılımlı İslam çizgisi, sorunların büyüklüğü karşısında rahatsız edici görülmüyordu.
AKP İktidarı, Türkiye’nin müttefikleri ABD ve AB tarafından da desteklenmekteydi. Zira, radikal siyasi İslamın 11 Eylül 2001 günü Batı’ya karşı başlattığı silahlı mücadeleye karşı ABD, Türkiye üzerinden bir Ilımlı İslam/Amerikancı İslam modelini Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da devreye sokmaya hazırlanıyordu. Böylece, Türk Ilımlı İslam Modeli, Batı’nın, radikal İslami teröre karşı başlattığı savaşın ideolojik zeminini sağlayacaktı.
Ne var ki; MÖ I. yüzyıl siyasi düşünürlerinden Polybios’un ideolojide tarihsel döngü ve yönetimlerin dolaşımı kuramı AKP içerisine işlemekteydi. Parti, Plütonvari yaklaşımla, Türkiye’nin geleceğini, çelişkili biçimde geçmişin idealarında arıyordu. Bundan Batı’nın da, Türk insanının da haberi yoktu. Çünkü İslamın Protestanı yoktu. Laiklik olmadığı takdirde, yani din işleri devlet işlerinden tamamen ayrı tutulmadığı zaman, İslam demokratik rejimle uzlaşamıyordu. Atatürk Cumhuriyeti, aradan geçen zaman sürecinde, özgürlükçü demokratik rejim çizgisinde bir hayli deneyim kazanmıştı. Osmanlı’nın saltanat/ hilafet çizgisine döndürülemezdi.
AKP’nin ideasına ulaşabilmek için, bidayetten itibaren gizli bir gündemi, bir mühendis titizliğiyle uyguladığı bugünlerde iyice açıklık kazanıyor. Bu olanaksız hayalin gerçekleştirilebilmesi için bir yanda Atatürk Cumhuriyeti’nin kazanımlarının satılması, doğanın yağmalanması, inşaat ve aşırı borçlanma ile ülke iflasın eşiğine sürüklenirken; diğer yanda demokrasinin esası olan parlamentarizm, erkler ayrımı ve erkler arasında fren ve denge esaslarının ortadan kaldırılması yolunda adım adım yol alınmıştır.
21 Ekim 2007 referandumu neticesi Cumhurbaşkanı seçimi yetkisinin TBMM’nin elinden alınması ile başlatılan süreç, 10 Ağustos 2014 seçimlerinde Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın ilk kez halk oyuyla seçilmesiyle ilerlemiş ;16 Nisan 2017 referandumu ile parlamentonun devre dışı bırakılması ve devletin tek bir kişiye indirgenmesi ile amacına ulaşmıştır. İlginç olan, bugün iktidarın küçük ortağı olan MHP’nin ,15 Temmuz 2016 hain darbe girişiminden sonra parlamentonun etkisiz kılınması yolunda her zaman AKP’nin önünü açmış bulunmasıdır. Gizli gündemin bütünü zamanlıca berrak bir biçimde görülememiş olmakla beraber, zamana yayılarak atılan adımlar karşısında, Türk aydını kadar, iş dünyası da yeterince duyarlı hareket edememiştir.
Oysa parlamenterizm, erkler ayrımı, ve erkler arasında fren ve denge, 18. yüzyılın Aydınlanmacı yazarlarının, mutlak monarşi ve aristokrasiye karşı hak ve özgürlük mücadelesi veren burjuvazinin işini kolaylaştırmak için geliştirdikleri kuramlardır. Kırsaldaki feodal aristokrasiye karşı, ticari zenginliğe kavuşan kentsoylu burjuvazi, yeni üretici gücü temsil eden bir sınıf olarak ekonomik gücünü siyasi güce tahvil etmeye çalışıyordu. İngiltere’de Lordlar Kamarası yanındaki Avam Kamarası’nda, Fransa’da ise Üçüncü Yapı’da (Tiers Etat) toplanan Avrupa burjuvazisi, parlamenterizmin güçlü olduğu ülkelerde (İngiltere gibi) demokratik yollardan; böyle yolları bulunmadığı ya da tıkandığı (Fransa gibi) ülkelerde ise burjuva devrimleri ile yönetimi ele geçirmişlerdir. Burjuva ideolojisinin çıkış noktası olan John Locke, bir burjuva demokrasisinde üç tehlikeye işaret etmişti: Bunlar yürütme erkini elde tutanların yasama erkini de ele geçirmeleri, yasaları yapanların ve uygulayanların kendilerini bu yasalara uyma yükümlülüğü altında görmemeleri ve bu kimselerin yasaları özel yararlarına göre yapıp, özel yararlarına göre uygulamalarıdır.
Bugün yürürlükte olan ucube “Şahsım Devleti” sisteminin sadece Türkiye’yi demokrasiden uzaklaştırmakla kalmayıp, demokrasi kültürünü de zayıflatmış olduğu aşikardır. Zaten Atatürk Cumhuriyeti’nin yıkılan kurumlarından dolayı iyice zayıflamış bulunan devlet mekanizması tek bir kişinin bilgisine, tecrübesine, kararlarına, duygu ve düşüncelerine indirgenince gerek içte gerek dışta sürekli krizlerle karşılaşan Türkiye, doğru kararları zamanında alamaz hale gelmiştir. Ayrıca toplum ayrışmış ve kutuplaşmıştır. Yönetim halkın ekseriyeti nezdinde güvenirliğini ve inandırıcılığını kaybetmiştir.
Yine burjuva ideolojisinin bir başka önde gelen yazarı olan Jean Jacques Rousseau, Toplum Sözleşmesi başlıklı eserinde güçlü demokrasinin temelinde toplumun genel iradesinin bulunmasının önemine işaret eder. Rousseau, genel iradeyi, çoğunluğun iradesinden ayırır. Yazara göre, genel irade ortak çıkarı göz önüne alır, ötekisi ise özel çıkarların toplamıdır. Rousseau’nun genel iradesi, bugün “milli ruh” olarak tercüme edilebilir.
Covid-19 pandemisi ve en son orman yangınları felaketinde müşahede edildiği üzere, Türkiye’nin bugünkü yönetimi toplumumuzda genel iradeyi oluşturma yeteneğini kaybetmiştir.
Buna önem verdiği de söylenemez.
Önemli olan hedefe ulaşabilmek için sayısal çoğunluğun kaybedilmemesidir.
Yöneticilerin Makyavelizmi Türkiye’nin bölünmüşlüğünün ve kutuplaşmasının baş nedenidir.
Batı dünyasından farklı olarak, Atatürk Cumhuriyeti’nin asker-sivil kadroları, milli burjuvaziyi devlet eliyle yaratmıştır. 1950’li yıllardan itibaren siyasette yerini alan Türk burjuvazisi hiç bir zaman demokrasiyi gönülden sahiplenmemiştir. Demokrasiyi geriye götüren girişimlere karşı her zaman edilgen kalmayı ve işi Avrupa Birliği’ne havale etmeyi tercih etmiştir. Dün olduğu gibi bugün de bu böyledir.
Muhalefet partileri, 2023 seçimlerinde iktidar oldukları takdirde Güçlendirilmiş bir Parlamenter Sistemin yerleştirileceğini söylemektedirler.
Söz konusu partiler, öngördükleri Güçlendirilmiş Parlamenter Sistemin ayrıntılarını henüz açıklığa kavuşturmamışlardır.
Garip olansa, başta Türk iş dünyası olmak üzere, kimsenin bu alanda muhalefeti sorgulamamasıdır.
Kaynak:www.yurtseverlik.com