İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ABD önderliğindeki liberal batı ile doğu bloku arasında başlayan soğuk savaş, SSCB’nin çöktüğü 1980’lerin sonuna kadar sürdü.
Yaklaşık yarım yüzyıl süren bu dönemin başlarından itibaren dünyadaki bilimsel ve teknolojik gelişmelerde ABD daima önde oldu. 1946’da nükleer silah üretiminde ön almak için Atom Enerjisi Komisyonu’nu kurdu. Ünlü Manhattan Projesi çerçevesinde kurulan laboratuvarlara Ulusal Bilim Kurumu (NSF) aracılığıyla büyük maddi destekler verdi.
1957’de SSCB’nin Sputnik uydularını uzaya göndermesinin ardından, bu yarışta geri kalmamak için Ulusal Havacılık ve Uzay Kurumu NASA’yı kurdu.
Ülke güvenliği için konvansiyonel ve nükleer savunma silahları üretim altyapısını oluşturmak için, üniversitelerin ve şirketlerin işbirliği ile oluşturulan araştırma birimlerine büyük kamu kaynağı aktarıldı. ABD bu politika ile sonunda, süpersonik jetlerden, nükleer enerji ile çalışan denizaltılara ve nükleer başlıklı güdümlü füzelere kadar kendisine küresel üstünlük sağlamakta son derece başarılı bir noktaya ulaştı. Bu süreçte özel sektör de, fikri haklar üzerinde kurduğu egemenlik ile yeni şirketleri ve ürünleri dünya piyasasına sürdü. Bu sayede dünya, GPS kullanan teknolojiler, hava yastıkları, lityum bataryaları, dokunmalı ekranlar, ses tanıma sistemleri başta olmak üzere birçok yenilikle ve ABD hükümetinin sağladığı fonlarla tanışmış oldu.
Ancak zaman içinde bu durum değişti.
1964’de ARGE’ye ayrılan pay GSMH’nın % 1.86’sı iken aradan geçen otuz yıl sonra 1994’de bu pay % 0.83’e düştü. Bu dönemde devletin payı yarı yarıya azalırken, şirketlerin ARGE harcamaları iki kata yakın arttı. Tabii burada dikkat çekici olan husus, devletin harcamaları, silah üretiminde “oyun değiştirici” alana yönelirken, şirketler enerji verimliliği ve işlevselliği yüksek ürünlerle gelirlerini maksimize etmeye yöneldiler.
Sonunda süreç, büyük şirketlerin laboratuvarları yerine, Girişim Sermayesi (Venture Capital) ile kurulmuş küçük ve çevik yatırımcıların yeni buluş (start-up) için başlattıkları ARGE modeline dönüştü. Aslında yüksek risk taşımasına karşın, başarılı olmaları halinde büyük kazanç vaad eden ve 1970’lerde ilk filizleri belirmiş olan bu modelden Microsoft ve Apple gibi erken başarıyı yakalayanlar çıktı ve bunlar oluşturdukları örneklerle bütün dünyanın dikkatini çekti.
Ancak benzer şekilde aynı model içinde girişim sermayesi ile kurulan çok sayıda şirket, yapılan yatırımların geri dönüşünü sağlayamayınca, bu şirketlerin yer aldığı borsa endeksi NASDAQ, 2000 yılının mart ayında çöktü ve bu şirket hisselerine yatırım yapanlar büyük kayba uğradılar. Sektör daha sonra toparlanarak çok daha başarılı olanlarını öne çıkardı ve bu küçük şirketlerin, büyük özel şirketler tarafından yüksek bedellerle satın alındığı yeni bir model doğdu.
Bu girişim sermayesi modeli, on yıl gibi kısa bir sürede sermayelerinin kat kat üstünde elde ettikleri gelirlerle çok büyük kazançlar sağladılar. Yani yatırımlar, mikro-elektronik vb sermaye yoğun ve on yıllar sonra kendisini ödeyecek alanlardan, küçük sermaye ile büyük gelir sağlayan yazılım şirketlerine yöneldi. Sonuçta, girişim sermayeleri için devlet katkısının büyük bir bölümünü emen bu firmaların ürünlerinin, ABD’nin güvenlik öncelikleriyle pek de ilişkili olmadığı anlaşıldı. Tipik örnek, mobil uygulama olan Angry Birds oyununun yaratıcısı Fin’li Rovio Entertainment’a büyük yatırım yapan Accel’dir. Bu firma bu yatırımı ile büyük kazanç sağladı ama bunun ABD’nin küresel güvenlik çıkarlarına hiçbir yararının olmadığı anlaşıldı.
Bunun üzerine özel sektöre devlet desteği inişe geçti ve federal araştırma fonlarının büyük bölümü Savunma Bakanlığı/Pentagon tarafından emildi. Geriye kalanı da ulusal strateji ile ilişkili olmayan birçok kurum arasında kaybolup gitmeye başladı. Bunun doğal sonucu olarak da, en iyi araştırmacılar özel sektöre geçince, hükümetin elindeki bilimsel kadrolar erimeye yüz tuttu.
Diğer yandan hükümetin ileri teknolojileri satın alma yaklaşımı azaldı ve girişim sermayeleri ile kurulup “buluş/innovation” yapan yeni şirketler, ürünlerini devlete satmakta güçlük çekmeye başladılar. Çünkü onlara hükümet nezdinde baskı yaparak yardımcı olacak, avukat ve lobicilere verecek büyük paraları yoktu.
Diğer taraftan, yaklaşık son yirmi yılda ekonomik olarak hızla büyüyen Çin , robot, yapay zeka, mikro-elektronik, yeşil enerji vb birçok alanda dikkat çekici gelişmeler göstermekteydi. Ne var ki; bu sürecin başlarında ABD, dikkatini genellikle Çin’in askeri alandaki teknolojik yatırımlarına yöneltmekle yetindi. Halbuki Çin savaş teknolojisi yanında, diğer alanlardaki yeni buluş (innovation) ağırlıklı üretimdeki başarılarıyla amaçlarına ulaşmayı yeğliyordu.
Nitekim bu dönemde Çinli şirketler sessizce, bir taraftan 5G altyapısını dünyaya satmaya başlarken, diğer taraftan da sentetik biyoloji ve gıda üretimini arttırma ve mikro-elektronik, hızlı çip üretimi alanlarında ön alıyorlardı. (Devam edecek)
Kaynak: www.yurtseverlik.com