Bir süre önce kaleme aldığım “Şeytan Üçgeni” başlıklı yazıda, egemen siyasetin anlayışına ve çarpık zihin yapısına bağlı olarak ülkemizin bir şeytan üçgeninde sıkışıp kaldığını belirtmiş; kırılgan ekonomi, dengesiz dış politika ve yozlaşmanın söz konusu üçgenin köşelerini oluşturduğunu, ancak köşeleri birleştiren doğrular üzerindeki girift etkileşmelerin de unutulmaması gerektiğini ifade etmiştim.
Kısaca tekrar edecek olursam, söz konusu şeytan üçgeninden kurtulmanın kolay olmayacağını ve bunun önkoşullarından bir tanesinin de yozlaşmanın engelleneceği ve yolsuzluğa bulaşanların işinin çok zor olacağı bir sistemin kurulması olduğunu vurgulamış, bunun yanı sıra ekonomi ve dışişleri yönetimlerinde iş bilen liyakat sahibi kişilerin kilit görevlere getirilmesinin, Merkez Bankası bağımsızlığı konusunda hiçbir kuşku bırakılmamasının, kuvvetler ayrılığına işlerlik kazandırılmasının, yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığının teminat altına alınmasının şart olduğunun altını çizmiştim. Tüm bunlar olmadan Türkiye’nin içinde bulunduğu tatsız durumdan kurtulmasının çok zor olacağını ifade etmiştim.
Söz konusu yazının kaleme alınmasından bu yana yaklaşık altı ay geçti. Üzülerek ifade etmeyelim ki o günden bu yana ibretle izlediğimiz bazı gelişmeler zerre kadar ümit verici değil. Egemen siyasetin anlayışı ve yaklaşımları maalesef işleri giderek daha zora sokuyor.
Değerlendirmemize ekonomi ağırlıklı konularla başlayalım.
Geçtiğimiz hafta içinde Türkiye’nin OECD’ye bağlı Mali Eylem Görev Gücü tarafından “gri listeye” alınması fevkalade olumsuz ve endişe verici bir gelişmedir. Bu kararın gerekçesi Türkiye’yi yöneten iktidar için utanç vericidir. Çünkü ülkemizin “kara paranın aklanması ve terörizmin finansmanının engellemede” eksiklikleri olduğu öne sürülmüştür. Türkiye, bu listeye 2011 yılında da alınmış, ancak 2013’de çıkartılmıştı. Söz konusu kararın ülkemize yönelik mali yaptırımları gündeme getirebileceği, banka transferlerine zorluklar çıkartabileceği ve yabancı sermaye girişlerine engel olabileceği unutulmamalıdır.
Merkez Bankası’nın Saray baskısıyla aldığı son faiz kararlarına gelince, bunların iktisadi gerekçelere dayandırılabilecek hiçbir mantıki açıklaması yoktur. Resmi enflasyon yüzde 19.5, gerçek enflasyon bunun muhtemelen iki katı iken politika faizinin 16’ya düşürülmesi “net eksi reel faizin” önemli ölçüde artmasına yol açmıştır. Bu durumun sonuçları mutlaka olacaktır. Enflasyon tetiklenecektir. Çünkü yapısı itibariyle Türkiye ekonomisi dışa bağımlı bir ekonomidir. İmalat sanayimiz borçla üretim yapma potasına girmiş durumdadır. Uluslararası net yatırım pozisyonumuz büyük açık vermektedir. Eski ve yeni sermayemiz rezerv yaratma sorumluluğuna sahip değildir. Meclis’e sunulmuş bulunan 2022 bütçesinin artık bir anlamı kalmamıştır. Varsayımları çökmüştür. Bütçe’de KÖİ projeleri bağlamında yer alan garanti ödemeleri artacak, büyük olasılıkla hizmetler aksayacaktır. Gelir dağılımı daha da bozulacak, işsizlik artacaktır. Çarpık zihin yapısı, kural tanımama, liyakat ve öngörü yoksunluğu para ve kredi politikasını dinamitlemiş, ekonominin finansal dengesini altüst etmiştir. Tüm bu yapılanlardan çıkar sağlayacak birileri varsa bu olsa olsa polisiye bir durumdur ve bu yazının kapsamı dışındadır.
Türkiye Ekonomisinin her alanda kronik ve yatay şekilde bir kriz yaşadığı açık ve nettir. Net rezervlerin hala eksi 50 milyar dolar civarında olması, döviz kurlarındaki çarpıcı gelişmeler, hissedilen enflasyon, döviz cinsinden kişi başına düşen milli gelir, işsizlik ve kapanan işyeri sayısı gibi unsurlar krizin varlığını göstermektedir. Ve maalesef, egemen siyasetin akıl almaz tutumu krizin daha da derinleşeceği yönündeki beklentileri güçlendirmektedir. Velhasıl durum son derece sevimsizdir.
Egemen siyasetin gündelik hamasi söylemlerle krizin önlenemeyeceğini anlaması gerekmektedir. İktidar, ekonomi politikalarını gündelik siyasete alet etme alışkanlığını sürdürmektedir ve sonuçta bunun bedelini tüm yurttaşlarımız ödeyecektir. Mevcut durumun daha fazla sürdürülemeyeceği, yüksek kur ve düşük faizle (yüksek negatif reel faiz) ekonomik istikrar sağlanamayacağı açıktır.
Dış politikaya gelince, aralarında ABD, Almanya ve Fransa Büyükelçilerinin de bulunduğu 10 Büyükelçinin Osman Kavala konusunda yaptığı açıklama ve buna Cumhurbaşkanı ve Dışişleri Bakanlığı tarafından gösterilen sıra dışı tepki, üzerinde durulması gereken ve biraz da vahim bir gelişmedir. Öncelikle vurgulanması gereken husus, bu tür açıklamaların Büyükelçilerin kişisel kararlarıyla değil, bağlı bulundukları Devletlerin talimatları üzerine yapılmasıdır. İkincisi, Büyükelçilerin dile getirdikleri hususlar, AİHM kararları çerçevesinde, maalesef Demokrasi ve Hukuk Devleti sicili pek parlak olmayan bir rejime yapılmış olmakla, fazla haksız sayılamayacak görüşlerdir. Bir diplomasi uzmanı değilim ama açıklamaya tarafımızdan gösterilen tepkileri abartılı ve ölçüsüz buluyorum. Cumhurbaşkanının, Büyükelçilerin “istenmeyen kişi” ilan edilmesini talep eden sözlerinin uygulama alanına geçirilmesi (umarım olmayacaktır) akıl dışı bir tutum olacaktır. Çünkü, kişisel bir suçtan kaynaklanmıyorsa, Büyükelçilerin “istenmeyen kişi” ilan edilmesi, esasında onların bağlı olduğu Devletlere karşı uygulanmış bir yaptırım olarak değerlendirilecek ve bunun çok ciddi sonuçları olacaktır. Ülkenin bu kadar sorunu varken dış ilişkilerimizi iç siyasete alet etme alışkanlığından hala vazgeçilmemesi endişe vericidir.
Velhasıl dış politikadaki dengesizlik ve ölçüsüzlük devam etmektedir.
Yozlaşma konusuna gelince, maalesef bu alanda da olumlu bir gelişme olmadığı açıkça görülüyor. Yolsuzluk algısından kurtulmamızın yaşamsal önem taşıdığı bir dönemde maalesef bunu başaramıyoruz. Bunun nedenleri açık. Şöyle ki;
- Kamu yöneticilerinin atanmalarında bilgi, deneyim, liyakat, dürüstlük gibi kavramlar yeterince dikkate alınmıyor. Sadakat liyakatten önce geliyor.
- Kamu ihalelerinde etkili olan karar vericilerin yaşam biçimlerine bakılmıyor.
- Kamu ihalelerinde rekabet hukukunun tüm gerekleri yerine getirilmiyor.
- Yolsuzluklara karışanlardan (siyasetçi veya bürokrat fark etmez) hesap sorulmuyor veya sorulamıyor.
Bunlar sadece benim düşüncelerim değil. Uluslararası Şeffaflık Örgütünün son raporlarında açık seçik belirtiliyorlar. Sonuçta ortaya çıkan yolsuzluk algısı ülkemizin imajını ciddi ölçüde yıpratıyor ve uzun vadeli sermaye girişlerini olumsuz yönde etkileyerek ekonomimize zarar veriyor.
Ülkemizin uluslararası alanda itibarı hiç bu kadar yıpranmamıştı. Türkiye’nin kara parayla ve terörün finansmanıyla mücadelede gri listeye alınması, Almanya’da Ziraat Bankası, ABD’de Halkbank’ın yüz kızartıcı suçlamalarla karşı karşıya kalması bize yakışmıyor.
Sonuç olarak, Türkiye’nin içinde bulunduğu Şeytan Üçgeninden çıkması giderek zorlaşıyor. Bunun sorumluluğunu da egemen siyasetten başka bir yerde aramamız mümkün gözükmüyor.
Gerçek budur.