‘kimse yalnız kalmamalı ve yalnız ölmemeli’.
‘Polis’ kent anlamına gelmekte, örneğin, İstanbul’un önceki isminin ‘Konstantinapolis (Konstantin’in Şehri)’ olması gibi ya da Medine kelimesinin, ‘medeni yer’ anlamında gelmesi gibi.
Çünkü polis/medine ‘medeni yer’ olarak ‘medeni insanlar’ın yaşadığı yer anlamına gelmekte.
Kent/şehir, hem doğuda hem batıda oldukça önemli ve kabul görmüş bir olgu.
Malum hem yapısal (yani fiziksel) hem de sosyal-kültürel boyutu olan bir konu kentleşme. Yapısal olarak binaların, yolların, yeşil alanların, parkların, caddelerin, sokakların, mahallelerin, semtlerin, ilçelerin ve illerin yerleşim durumlarını içerir kentleşme.
Kent estetiği ve fonksiyonelliği açısından binaların oturumu, rengi, ilgili imar planlarına göre binaların inşaat alanı (emsal) ve yükseklikleri, bırakılan yeşil alanlar, yollara ayrılan alanlar, kaldırımları ve hatta kaldırımlarda bulunan ağaçların mesafeleri, tipleri kent estetiğini gösterir.
Fonksiyonelliği ve bunun da ötesinde güvenlik, tüm bu tasarımların en önceliklisi malum. Özellikle trafik güvenliğinin öncelikli konu olarak gerekli tasarımlarının, trafik güvenliği kavramına göre yapılması gerekir. Trafik güvenliği ve kültürü malumunuz hayati önemde bir konu.
Diğer yandan imar planları 3194 sayılı İmar Kanunu’na göre ülkemizde yapılmakta ve uygulanmakta.
Ancak şehirlerimizden tutun da mahallerimize (buna aslında köy olan ve 12 Kasım 2012 tarih, 6360 Sayılı kanun ile mahalleye dönüşen yerleşim birimleri) kadar, maalesef genel olarak kentleşme örnekleri görememekteyiz.
Yollarımız, binalarımızın değişken yüksekliği, dış cephe uyumsuzluğu, dikey mimari, yeşil alanların yetersizliği gelişmiş ülkelere göre oldukça başarısız durumda. Ama başarılı örneklerimiz var bu konuda. Örneğin Safranbolu, ülkemizin örnek alması gereken kentleşme uygulamalarından. Geleneği yani kökleri ve modernizmi bir arada güzel harmanlamış. Alaçatı, Beypazarı ve Bodrum başarılı kent uygulamalarından kanımca. Ülkemizin bu mimari anlayış ile ‘kent mimari’sinin yeniden gözden geçirilmesi ve bu yönde uygulamaya geçilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Bahse konu uygulama ilave masraf gerektirmemektedir. Binaların dış cephe boyalarının uygun olması, genel olarak da kapı ve pencerelerinin uyumlu olması zaten büyük oranda bunu başaracaktır. Belediyelerin yapı ruhsatı verirken bu konulara dikkat etmesi ve denetimlerde göz önüne alınması, uygulama başarısı açısından yeterli olacaktır.
Aslında oldukça geniş bir ülkeyiz ve Avrupa ülkelerine göre göreceli olarak düşük nüfus yoğunluğumuz var. Çalışma hayatımın bir kısmı Hollanda’da geçti, örneğin ülkemizi, bu ülke ile karşılaştırdığımızda, nüfus yoğunluğu olarak oldukça avantajlıyız, çok daha az yoğun bir nüfusumuz var. Kaldı ki bahsettiğimiz ülke, toprak yüzölçümü göreceli olarak az olduğundan denizden toprak kazanarak, kara alanlarını artırmış bir ülke. Tüm bu olumsuzluklara rağmen, şehirleri, ilçeleri ve hatta köyleri oldukça güzel ve kent estetiğine uygun olarak planlanıp uygulanmış.
Ve tüm bunlar yaklaşık 500 yıl önceden yapılmış, gelenek ise hala devam etmekte.
Amsterdam’a baktığınızda tüm şehir tuğla binalardan yapılmıştır, binalar genel olarak dört katlıdır. Semtleri birbirinden zor ayırırsınız. Tüm şehir hatta ülke tek bir site gibidir. Binaların dış cepheleri, kapıları, pencereleri birbirine çok benzerdir, estetiktir ve uyumludur. Tarihi binalar korunmuştur ve tarihi yapılara uygun bir kentleşme uygulanmıştır.
Bizde olduğu gibi zenginlerin kendini koruması gereken ‘güvenlikli site’ler yoktur.
Diğer yandan bizim kentleş(me)’mize baktığımızda durum Hollanda’ya göre pek çok avantaj içermesine rağmen, sonuçta başarısız diyebileceğimiz hem fiziksel hem de kültürel bir kentleşmeme durumumuz var. Türkiye büyük bir ülke. 780,000 km2 alanımız var. Ancak nüfus dağılımımız homojen değil ve genel olarak büyük şehirlerde yumaklanmış durumda.
Örneğin İstanbul, 17 milyon nüfusu ile büyük bir metropol; şehirde, günlük yaklaşık 5 milyon kişi hareket etmekte, yer değiştirmekte; işe okula gitmek ve başka diğer amaçlar için. Ulaşım, elektrik, su, atık su, atık yönetimi ve diğer günlük gereksinimleri bu konuda yönetmeniz hiç kolay değil. Bu konuda Avrupa’nın başarılı uygulamaları mevcut. Büyük şehirler genel olarak bir-iki milyon nüfus civarında tutulmuş ve şehirlerarası ulaşım ağırlıklı olarak hızlı trenler ile sağlanmış. (Elbette, karayolları ve duruma göre de deniz ya da nehirler de ulaşımda kullanılmakta.) Büyükşehirler arasında ki mesafeler biz deki gibi 500-700 kilometre değil, 100 km civarı. Böylece düzenli bir kentleşme, göreceli olarak hem şehir içinde hem de şehirlerarasında kolay bir ulaşım olanağı sunulmuş.
Kalan altyapıları da yönetmek elbette İstanbul gibi 17 milyon nüfusu bir metropole göre çok daha kolay.
Bu noktada İstanbul’un nüfusunun beş milyon civarında kalması, güzel bir kent planı ile İstanbul’u ve özellikle de Boğaz’ı muhteşem bir yer yapardı. Kaldı ki İstanbul Boğazı, dünya şehirleri içinde görmüş olduğum en etkileyici doğal güzellik. İstanbul benzersiz bir şehirdir, içinden deniz geçer. Kültürel olarak da çok zengindir. Yüz yıllar boyunca büyük imparatorluklara başkentlik yapmıştır. Napolyon’un söylediği gibi, ‘dünya tek bir devlet olsaydı, başkenti İstanbul olurdu’. Yani, güzel bir çalışma ile İstanbul dünyanın en çekici şehri haline getirilebilir, özellikle göz bebeği olan Boğaziçi. Hayalim Boğaziçi’ndeki mevcut başarısız yapılaşmanın tarihi doku gözetilerek düzeltilmesi. Tarihi yalılara uygun bir yapılaşma oraya çok yakışırdı. Muhtemelen de dünyanın en güzel konutları ve yaşam alanı olurdu.
Kentleşmenin olmazsa olmazı olan ‘kent kültürümüz’ için de maalesef çok olumlu şeyler söyleyemeyeceğim.
Kitap, gazete okuma oranlarımız malum. Yeni nesil tarafından tercih edilen sesli kitapları dinleme oranlarımız ve salgın nedeni ile çevrimiçi kültürel faaliyetler oranlarımız da iyi durumda değil. Buna ilaveten, sinema, tiyatro, diğer sahne sanatları, konser, müze ve etkinlik katılım oranlarımız olması gereken seviyelerin çok altında. Bu konuda ciddi bir farkındalık eksikliği var. Aslında süreç salgın döneminde birçok etkinliğin çevrim için yapılması ile aslı gibi keyif vermese de, yine de denenebilir. Örneğin, çevrim içi müze ziyaretleri yapılabilir.
Kent kültürümüzde yeterince başarılı olamadığımız bir diğer konu ise bir arada yaşama kültürü eksikliğimiz.
Bunu iki gruba ayırabiliriz.
İlki yine fiziksel bağlamda. Özellikle trafik kültürümüz oldukça zayıf. İş hayatında başka ülkelerden iş arkadaşlarım oldu.
Bir gün bir sohbet sırasında İngiliz bir iş arkadaşım bana:
‘Türkiye’de kırmızı ışık opsiyonel, tavsiye niteliği taşımakta. Dursan iyi olur ama geçmende de sakınca yok!’ demişti.
Kurallara uyma ve onları içselleştirme başarımız düşük. Adayı olduğumuz AB’ye göre trafik kazaları sayımız, yaralı ve ölümlerimiz kat ve kat fazla. Yani, trafiği gereği gibi, doğasına uygun olarak yönetememekteyiz. Bu konuyu detaylı olarak başka bir yazıda tartışmak isterim.
Kent kültürümüzdeki bir diğer eksiklik ise mahalle kültürünün zayıflaması, örneğin, özellikle apartmanlarda yaşayan insanların karşı komşusunu bile tanımıyor olması.
Batıda olduğu gibi bu da bizim toplumumuzda yalnız yaşamları hatta ‘yalnız ölümleri’ artırıyor.
Bu önemli bir toplumsal problem, ‘kimse yalnız kalmamalı ve yalnız ölmemeli’.
Bazen haberlerde duyuyoruz, öldükten birkaç gün sonra bulunan cenazeleri.
Kentleşme anlayışı bu şekilde olmamalı, mahalle (ve aile) değerleri korunarak kentleşme gelişmelidir.
Özetlemek gerekirse, kentleşme sadece şehirleri kapsayan bir konu değildir. Kırsal kesim de ‘kentleşmeli’dir. Salgın ile birlikte kentten köylere yerleşim hız kazandı. Bu köylerin kentleşmesi için önemli bir destek olabilir. Hem şehirler hem de kırsal kesim, yapısal ve sosyal alanlarda ilerleme kaydetmek durumundadır. Yolların, sokakların, ortak kullanım alanlarının, çevreci ve sürdürülebilir kent anlayışına ve kent estetiğine uygun olarak tasarımı, enerji verimli ulaşım modellerinin (bisiklet ya da elektrikli bisikletler) kullanımı ve buna bağlı olarak bisiklet yollarının planlanıp uygulanması, trafik güvenliğini sağlayacak uygulamaların sağlanması, insanların mutluluğu ve sosyal ihtiyaçlarını da sağlayacak şekilde sosyal aktivitelerin de (buna hem canlı hem de çevrimiçi aktiviteler de dahil, sinema, tiyatro, söyleşi vs) düzenlenmesi kentleşmemizi daha anlamlı ve başarılı kılacaktır.
Kent kültürü, geçek anlamda kalkınmanın ve gelişmenin en önemli göstergelerinden.
Bu hiçbir şekilde yüksek ve lüks gökdelenler yapmak anlamına gelmiyor.
Bunun yerine, kentleşme, erdemli insanların yaşadığı, yeşil alanların yeterli olduğu, yatay mimarinin tarihi doku ve köklerle uyumlu olarak uygulandığı ’medeni’ alanlardır.
Kaynak:www.yurtseverlik.com