Sn. Cumhurbaşkanı geçen hafta içinde Kanal İstanbul’un temelinin önümüzdeki yaz atılacağını, tüm karşı çıkanlara rağmen yapılacağını söyledi. Bu tutumu gerçekten yadırgıyorum. Devletin en tepesinde olan ve tüm yetkileri elinde toplayan bir kişi olarak kendisinin söz konusu proje bağlamında ciddi endişeleri olan uzmanların düşüncelerini de dikkate alan bir yaklaşım sergilemesini beklerdim. Beklentim gerçekleşmedi.
Beni gerçekten çok üzen ve derinden rahatsız eden başka bir konu daha var. O da Sn. Cumhurbaşkanı’nın Kanal İstanbul ve Montrö tartışmaları bağlamında “Kanal projesine karşı çıkanlar en büyük Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlarıdır” ifadesini kullanması. Bu ifade kabul edilebilir değildir.
Ortada ciddi bir fizibilitesi olmayan devasa bir proje fikrine karşı olmak nasıl olarak da “bir Cumhuriyet ve Atatürk düşmanlığı” olarak gösterilebilir?
Açık söylemek gerekirse, bu devasa ve aynı zamanda uçuk projeye ilk kez telaffuz edildiği günden itibaren şüpheyle baktım ve hiçbir zaman da rantabl olduğuna inanmadım. Bu düşüncemin peşin hüküm olduğunu sanmayın. Böyle bir projeye girişmeden önce çok ayrıntılı olarak teknik, ekonomik, ekolojik, jeolojik, çevresel ve hukuki yönlerine bakılması; önümüzdeki 15-20 yıl içinde büyük bir deprem felaketi ile karşılaşması ihtimali yüksek olan İstanbul’un böyle bir projeyi kaldırıp kaldıramayacağı hususunun derinlemesine araştırılması; ülkenin kaynaklar/harcamalar dengesi bağlamında finansman boyutunun ciddi olarak değerlendirilmesi gerekir. Elimizde olan tek fizibilite raporu Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı tarafından Yüksel Proje firmasına yaptırılan Kasım 2018 tarihli oldukça uzun (462 sayfa) bir etüd çalışmasıdır.
Rapor gerçekten uzun. Dünya üzerinde bulunan kanallarla da ilgili ayrıntılı bilgiler veriyor. Dolgu maddesi çok fazla. Her sayfasını okuduğumu söyleyemem ama önemli gördüğüm bölümlerini inceledim. Özetle söyleyebilirim ki varsayımları aşırı iyimser; çevre etkisi, jeolojik ve ekolojik sorunlar, su havzaları ve tarım arazilerine etkileri, olası bir depremde etkilenme konuları büyük ölçüde es geçilmiş. Yatırım tahminini gerçekçi bulmadım. Finansal analiz ikna edici olmaktan uzak. Gelir tahminleri gerçekçi değil. Kanal’ın en büyük gerekçesi olarak da Boğaz’ın güvenliğinin gösterilmesi tartışılır. Kısacası, söz konusu devasa boyuttaki fizibilite raporunun Kanal’ın rantabl bir kamu yatırımı olduğunu göstermekten uzak kaldığını söyleyebilirim.
Şunu da ilave edeyim. Fizibilite etüdünün yapıldığı 2018 yılında Türkiye Ekonomisinin durumu bugünkünden oldukça daha iyiydi. Uygun koşullarla borçlanma imkanı çok daha fazlaydı. Küresel ekonomi daha dengeli bir durumdaydı. Kimsenin başında bugün yaşadığımız salgın belası yoktu.
Söz konusu fizibilite etüdü bugünün koşullarında revize edilse çok farklı sonuçlar vereceğinden eminim.
Açıkçası, proje ekonomisi üzerindeki çalışmalarım ve deneyimlerim ışığında Kanal İstanbul projesi hakkında çok ciddi kaygılarım ve itirazlarım olduğunu belirtmeliyim.
Siyaset dışında olan bir kişiyim. Tek istediğim ülkemizin kaynaklarının halkımız yararına en iyi şekilde kullanılması ve yanlış yerlerde heba edilmemesi. Bunun anlamı son derece basit: Yatırım önceliğinin kesinlikle üretken, istihdam yaratıcı, yenilikçi, ihracatımıza katkı sağlayacak yatırımlara verilmesi gerekiyor. Aksi takdirde içinde bulunduğumuz ciddi ekonomik ve sosyal sıkıntıları aşmamız giderek zorlaşıyor.
Kanal İstanbul’un sakıncalı bir proje olduğunu açık ve net bir şekilde ortaya koyan çok sayıda neden vardır. Bunları proje ile ilgili olarak son üç yılda kaleme aldığım yedi yazıda yeterince açıkladığımı düşünüyorum. Onun için bu sekizinci yazımda bunları tekrarlamamayı yeğliyorum. Ancak söz konusu Kanal’ın ne kadar sakıncalı bir proje olduğu hususunda en değerli bilim adamlarımızın, yerbilimcilerimizin, mühendislerimizin, ekonomistlerimizin ve strateji uzmanlarımızın görüşlerini yansıtan çok sayıda rapor ve analiz bulunmaktadır.
Kanal İstanbul projesinin finansmanına gelince, ekonomimizin içinde bulunduğu koşullarda, çok ciddi soru işaretleri bulunduğu açık ve nettir. Bu aşamada genel duruma kısaca bakalım.
- 2020 yılı Kasım ayı sonu itibariyle Türkiye ekonomisinin uluslararası net yatırım pozisyonu eksi385.9 milyar dolardır. Bu, 2020 yılı sonu itibariyle 700 milyar dolar civarında olan milli gelirimizin yüzde 55’ine eşittir.
- Brüt dış borcumuzun milli gelirimize oranı yüzde 59civarındadır.
- Önümüzdeki bir yıl içinde vadesi gelen ve yeniden yapılandırılması gereken yaklaşık 180 milyar dolar dış borç vardır.
- 2021 yılı borçlanma programına göre yıl içinde 449 milyar TL iç borç ödenecek, buna karşılık 541 milyar TL yeniden borçlanılacaktır. Bunun nasıl olabileceği ise tartışma konusudur.
- Kamu özel işbirliği yöntemiyle yapılan köprüler, otoyollar, hava limanları, şehir hastaneleri ve Akkuyu nükleer santralı için verilen toplam gelir garantisi miktarı 153.8 milyar dolardır.
- Cari açık yükselmektedir. Son on iki ayda görülen cari açık bozulması 30 milyar doları aşmıştır.
- Türkiye, pandeminin başından bu yana kadar en fazla rezerv harcayan fakat parası en çok değer kaybeden ülke konumundadır. Çok ciddi makro finansal hatalar yüzünden Merkez Bankası rezervleri eritilmiştir. Brüt rezerv/Bir yıldan az vadeli dış borçlar oranının en az BİR olması gerekirken söz konusu oran bugün 0.5 civarındadır. Bir başka deyişle Rezerv Yeterliliği Göstergesi güvenlik sınırının çok altındadır.
Yukarıda çok kısa olarak yansıtmaya çalıştığım koşullar altında, hesaplarıma göre toplam maliyeti 60 milyar doların altında olmayacak bir mega altyapı projesi nasıl finanse edilebilecektir? Kaldı ki Türkiye’ye borç verme konusundaki uluslararası isteksizlik yanı sıra salgının küresel ekonomik dengeler üzerindeki olumsuz etkileri de dikkate alınırsa büyük altyapı projelerinin finansmanının küresel ölçekte zora girdiği daha iyi anlaşılacaktır.
Bu noktada hemen belirteyim. Kanal İstanbul projesinin yapılabilirliği, Montrö Sözleşmesi layıkıyla göz önünde bulundurulmadan ortaya konamaz. İlginçtir ki söz konusu antlaşmanın ülkemiz için ne ifade ettiğini anlayanların neredeyse tümü Kanal İstanbul’a karşı görüş bildirenlerden geldi. Bugüne kadar iktidar kanadından gelen tek bir doğru yorum görmedim. Kanal İstanbul gibi devasa ve o ölçüde anlamsız bir projeyi, kim ne derse desin yapacağız anlayışıyla gerçekleştirmek niyetinde olan egemen siyasetin, Montrö Anlaşmasının ülkemiz için yaşamsal bir öneme sahip olduğunu göz ardı etmesi veya en azından öyle davranması gerçekten çok şaşırtıcı ve endişe verici.
Bu noktada hemen belirteyim. Kanal İstanbul Montrö Sözleşmesini delemez. Kim ben Kanalı istediğim gibi kullanırım diyorsa bilin ki büyük bir yanılgı içindedir. Kimse, ABD veya başka bir devlet istedi diye bazı tavizler elde etmek için Kanal’ı açıyorum diyemez veya böyle düşünemez. Derse, ileride yanıldığını görür ve Türkiye bunun bedelini öder. Montrö’nün delinmesi mümkün olmadığına göre de Kanal İstanbul’un ekonomik fizibilitesi yoktur. Kanal İstanbul, egemen siyasetin iddiasının tersine, Boğaz’daki egemenlik haklarımızı güçlendirmeyecek, bilakis Montrö’yü ülkemiz aleyhine tartışılır hale getirecektir.
Türkiye’nin Montrö Sözleşmesi ile Boğazlarda elde ettiği kazanımlar tartışılamayacak kadar önemlidir. Atatürk’ün üstün zekası ve vizyonu söz konusu kazanımlar arkasındaki temel dinamik olmuştur. Montrö Sözleşmesi sayesinde Türkiye Boğazlarda “mutlak egemenlik” kurmuştur. Bugüne kadar Uluslararası Boğazların hiçbirinde, Montrö’de Türkiye’nin kazandığı nitelikte yetkiler hiçbir kıyı devletine verilmemiştir. Montrö’nün ortadan kalkması veya yeniden müzakereye açılması durumunda Türkiye’nin Boğazlardaki “mutlak hakimiyeti” bitebilir. Bu durum ise Türkiye için ciddi bir güvenlik sorunu olacaktır. Çünkü herhangi bir sıcak veya soğuk savaş tehlikesi durumunda Türkiye, Boğazlara ve oradan Karadeniz’e girecek savaş gemilerini, uçak gemilerini, denizaltıları, savaş uçaklarını engelleyip kendi güvenliğini sağlayamayacak, tarafsızlığını korumada zorlanacaktır. Unutulmamalıdır ki, İkinci Dünya Savaşı sırasında Türkiye, Montrö sayesinde savaşan taraflara Boğazları kapatabilmiş ve savaş dışında kalmayı başarabilmiştir.
Bir başka çok önemli konu da şudur: Montrö Sözleşmesi, “Karadeniz’e kıyısı olan ve olmayan ülkeler” ayrımı yapmış, “Karadeniz’e kıyısı olan ülkelere” bazı ayrıcalıklar tanırken, diğer ülkeleri sınırlamıştır. Bir başka deyişle, Türkiye Montrö ile kendine kuzeybatıdan bir güvenlik kalkanı oluşturmuştur. Montrö ortadan kalkarsa bu güvenlik kalkanı da ortadan kalkacaktır.
Şimdi eski Cumhurbaşkanlarımızdan merhum Fahri Korutürk’ün, Devletler Hukuku profesörü Dr. Seha Meray’ın 1976’da o dönemin önemli diplomatlarından Osman Olcay ile birlikte yazdığı “Montrö Boğazlar Konferansı-Tutanaklar, Belgeler” adlı kitabına yazdığı sunuşa değinmek istiyorum. Bu sunuş yazısı aslında Türkiye’yi yönetenlerin mutlaka okuması gereken önemli bir belgedir. Bu yazının tamamını burada verecek değilim. Fakat yazıda yer alan ve burada zikretmeden geçemeyeceğim çok önemli iki nokta var.
- Montrö’nün birinci özelliği, Lozan’ın Boğazlar bölgesinde Türkiye hesabına açıkta bıraktığı boşluğu doldurmasında ve Cumhuriyetimize büyük bir güvenlik getirmiş bulunmasındadır. Diğer taraftan Montrö uluslararası ilişkilerde siyasi antlaşmaların “Müzakere ve barışçı yollar” ile günün şartlarına daha uygun bir hüviyete sokulabileceğine, tarihte ender rastlanan bir örneği getirmesi bakımından dikkate şayandır.
- Konferans sonunda özellikle, temsilcilerin kapanıştaki konuşmaları ve bunların içerisinde Konferans Başkan Yardımcısı ve Redaksiyon Komitesi Başkanı ünlü hukukçu Yunan Baş Temsilcisi Nicolas Politis’in sözleri tarih açısından önem taşır. Yunanlı diplomat kendisini tebrik eden katılımcılara teşekkür konuşmasında şu sözlere yer vermiştir:
“Bu konferansın uluslararası haklılık bakımından başarıya ulaşmasına büyük önem veriyordum. Türkiye, buradan dünyaya haklılığın sancaktarı, uluslararası uzlaşmanın koruyucusu ve barışın düzenlenmesinin savunucusu olarak çıkmıştır. Türkiye’yi yücelten her şey, dostları için bir kazançtır. Açıkça söylemek isterim ki, bana burada elimden geldiği kadar çalışmakta güç veren bu duygu olmuştur. Çünkü Türkiye’nin kazancı, dolaylı olarak benim ülkemin kazancıdır.”
Bu noktada fevkalade önemli bir başka noktaya değinmek istiyorum. Montrö Sözleşmesi’nin 18. Maddesi, Karadeniz’in kapılarını Karadeniz’e kıyısı olmayan emperyalist devletlere kapatmıştır. Söz konusu maddeye göre Karadeniz’e kıyısı olmayan ülkelerin Karadeniz’deki savaş gemilerinin toplam tonajının, 30 bin tondan (zorunlu hallerde 45 bin tondan) fazla olmaması, bu ülkelerden herhangi birinin tonajının toplam tonajın üçte ikisini aşmaması, Karadeniz’e insani bir amaçla gönderilecek deniz kuvvetinin de 8 bin tonu geçmemesi, bu kuvvetlerin de Türk Hükümeti’nden izin alarak Karadeniz’e girebilmesi ve bu kuvvetlerin burada bulunmalarının amacı ne olursa olsun Karadeniz’de 21 günden çok kalamamaları, Karadeniz’i Nato üyesi ülkelerle kontrol altına almak isteyen Amerika’nın elini kolunu bağlamaktadır.
Bu noktada, konu ile yakından ilgili olduğu için Karadeniz jeopolitiğine kısaca bakmak istiyorum.
Karadeniz, bu denize kıyısı olan ülkelerle birlikte bir havza olup Balkanlar üzerinden Avrupa, Kafkasya üzerinden Orta Asya, Türk Boğazları ve Anadolu üzerinden ise Orta Doğu ile ilişkilidir. Karadeniz, aynı zamanda Avrasya’nın önemli gücü Rusya’nın Türk Boğazları üzerinden Akdeniz’e, Orta Doğu’ya ve dünyaya açılımını sağlayan çıkış yolu olarak da önemlidir.
Ayrıca, Karadeniz bir enerji ikmal güzergahı ve enerji kaynağı olarak da giderek önem kazanmaktadır.
Karadeniz havzası, aynı zamanda, Rusya’nın yumuşak karnıdır. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Amerika, NATO’yu yeni üyelerle devamlı doğuya doğru genişleterek Rusya’yı çevreleme hattını genişletmiştir. ABD, şimdi de Beyaz Rusya’yı, Ukrayna’yı ve Gürcistan’ı da ekleyerek NATO’yu Rusya’ya doğrudan komşu yapmak istemektedir. Bu çok tehlikeli bir politikadır. ABD adına pek başarı şansı olduğunu sanmıyorum ama bölgeyi karıştırma potansiyeli gerçekten yüksektir.
Unutmayalım ki Türkiye bir NATO üyesidir ama Türkiye’nin komşusu Rusya’ya karşı sorumlulukları da vardır.
Rusya’nın konuya nasıl baktığı ise sadece bir hafta önce Ankara Büyükelçisi Yerhov’un, Rossiya 24 televizyonuna verdiği demeçle net olarak ortaya çıktı. Bakın Yerhov ne diyor:
“Kanal İstanbul ile Montrö Sözleşmesi arasında elbette bir ilişki, karşılıklı bağlantı var. Ancak bu doğrudan niteliğe sahip değil. Kanal İstanbul inşa edilirse, bu Montrö Sözleşmesi’nin yükümlülüklerini ortadan kaldırmaz. Boğaz’dan geçiş konusundaki yükümlülükler için getirdiği, kıyıdaş olmayan ülkelerin Karadeniz’de bulunan savaş gemilerinin toplam tonajına ve sözleşmede yer verilen daha birçok hususa ilişkin kısıtlamaları hiçbir şekilde değiştirmez.”
Yıllarca önce de zamanın Rusya Deniz Kuvvetleri Komutanı Vladimir Visotsky, Türkiye ile Karadeniz’de çıkarlarının örtüştüğünü, Karadeniz’in sorunlarının sadece Karadeniz ülkeleri tarafından çözülmesi gerektiğini, bunun zeminin de Montrö Sözleşmesi olduğunu, Moskova ve Ankara arasında bu konuda “kesin mutabakat” bulunduğunu söylemişti.
Bizim siyasetçiler ne derse desinler durum bu.
Bilindiği gibi Karadeniz havzasında gerginlik artıyor. Tekrar alevlenen Ukrayna krizi bağlamında ABD Karadeniz’e iki savaş gemisi gönderme kararı aldı. Montrö sözleşmesinin mevcudiyeti bu nedenle de çok önemli. Bugün Karadeniz’de istikrar ve dengeye her zamankinden daha çok ihtiyacımız bulunuyor. Zira Karadeniz, Avrasya güçleri ile Atlantik güçleri arasında bir fay hattına dönüşmüştür. Bu fay hattının kırılmasının yaratacağı deprem en ağır Türkiye’de hissedilecektir. Böyle bir ortamda Kanal İstanbul’u ısrarla gündemde tutmak ise gerçekten çok tehlikelidir ve uluslararası çıkarlarımıza aykırıdır. Çünkü Kanal İstanbul, Montrö Sözleşmesi’ni en azından tartışmaya açacak fırsatlar sunmaktadır.
İşin ilginç ve bir ölçüde ironiyönü ise şudur. Rusya, bugün Montrö Sözleşmesinin en büyük savunucusu olma durumuna gelmiştir. Bu durum Türkiye’nin dış politikasının ne denli bir açmaza düşürüldüğünün göstergesidir.
Açıkçası, Türkiye Ekonomisinin içinde bulunduğu krize rağmen sergilenen Kanal İstanbul ısrarı, Kanal güzergahı boyunca bazı önemli arazilerin belirli kişilere satılmış olması, Meclis Başkanının Montrö Sözleşmesi’ne ilişkin sonradan çark ettiği ifadesi, tepki gösteren 104 amiralimize reva görülen muamele ve Katar’la yapılan Su Yönetimi antlaşması birlikte düşünüldüğünde, insanın aklına çok şey gelebiliyor.
Şahsen, Kanal İstanbul projesinin sadece ranta dönük bir proje olduğunu düşünmüyorum. Rant sağlama bana göre olayın sadece bir boyutudur. Proje çok boyutludur. Siyasi ve jeostratejik boyutu esas dinamiği barındırmaktadır. Türkiye’nin projeyi, siyasi ve jeostratejik boyutu olmasa finanse etmesi düşünülemez bile. Ama arkasında ne olduğu net olmayan Katar kaynaklı para ve ABD desteği olduğunda finansman konusu çözümlenebilir.
Sonuç
Hangi açıdan bakılırsa bakılsın Kanal İstanbul projesinin yapılabilirliği üzerinde önemli soru işaretleri bulunmaktadır.
Bu devasa projenin gerekliliği, önceliği, kentsel, çevresel, iklimsel, jeolojik, ekolojik, stratejik, ekonomik, güvenlik ve uluslararası ilişkilerimize etkileri, hazırlanma aşamalarının bilimselliği ve nesnelliği ile uygulama safha ve ilişkileri bakımından ciddi kuşku ve endişeler bulunmaktadır.
ÇED süreçlerinin nasıl işletildiği tereddütlerle doludur.
Ülkemiz çok sayıda siyasi, ekonomik ve sosyal sorunla karşı karşıya iken, borçluluk ile boğuşurken, çoğu Hazine garantisi verilecek yeni borçlanmalarla sağlanacak kaynakların, dar bir kesime rant sağlamaktan başka hiçbir şeye yaramayacak ve ayrıca ülkemizin jeopolitik geleceğini tehlikeye atacak böylesine akıl ve bilim dışı bir projeye tahsis edilmek istenmesi gerçekten kaygı vericidir. Bu projeye tahsisi düşünülen (bugün olmasa bile) kaynakların küçük bir yüzdesiyle bile ekonomimize rekabet gücü kazandıracak, üretimi ve ihracatımızı canlandırarak işsizliğe çare bulacak çok sayıda proje hayata geçirilebilir.
Açıkçası Türkiye’nin, hangi model ile sağlanırsa sağlansın, bu ölçüde büyük bir kaynağı doğru yatırım alanlarına, eğitime, bilime, sağlığa harcamak yerine böylesine bir yatırıma harcama lüksü yoktur. Bundan daha büyük bir ekonomik günah düşünülemez. Projenin izah edilebilmiş makul bir getirisi görülemediği gibi, bu ölçüde büyük bir finansman yükünün geri dönüşünün nasıl sağlanabileceği hususu da belirsizliklerle doludur.
İstanbul’u, 2035-2045 yılları arasında olması beklenen büyük depreme hazırlamak için gerekli yatırımlar da bu projenin tahmini maliyetinin küçük bir yüzdesiyle gerçekleştirilebilir.
Üç aktif fay hattının geçtiği bölgeye nüfus ve yapılaşma baskısı yükleyerek afet riskini arttıran bu proje kabul edilebilir değildir.
Sosyolojik etkileri çok güçlü olacak, bölgede yerinden edilmelere yol açacak, halkın yaşam kalitesini ve ekonomisini derinden sarsacak, yaşam ve su hakkını elinden alacak bu proje Anayasamızın 56. Maddesine de aykırıdır.
Kanal İstanbul projesine haklı olarak karşı çıkan kuruluşları, bilim adamlarını ve düşünürleri eleştirirken “onlar bu işten ne anlar” şeklinde küçümseyici ifadelerin kullanılmasını ise devlet ciddiyeti ile bağdaştıramıyorum. Şimdi de projeye karşı çıkanları “Cumhuriyet ve Atatürk düşmanı” ilan etmek hiçbir surette kabul edilemez. Böyle bir yaklaşım hiçbir demokratik ülkede olmaz, olmamalıdır.
Son olarak vurgulamak istediğim kritik husus ise şudur:
Kanal İstanbul projesi Montrö Sözleşmesinin revize edilmesi taleplerini de getirecektir. Bu, ileride Türkiye’yi çok zor bir durumda bırakabilir.
Bu ülkeyi yönetenlerin Montrö Sözleşmesinin ne anlama geldiğini, ülkemize ne avantajlar sağladığını iyice değerlendirmeden, Sözleşmenin sorgulanmasına kadar gidebilecek bir olaylar dizisini hiçbir surette tetiklemeye hakları yoktur. Aksine, Montrö Sözleşmesine tam anlamıyla sahip çıkmak onların tarihi görevi olmalıdır.