Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan, Milliyetçi Hareket Partisi Başkanı Sayın Devlet Bahçeli ile birlikte, Kuzey Kıbrıs Türk Devleti’nin (KKTC) kuruluşunun 37. yıldönümü törenlerine katılmak üzere, geçen yıl Kasım ayında Lefkoşa’ya yaptığı ziyarette, Kıbrıs’ta iki ayrı halk, iki ayrı demokratik düzen ve iki ayrı devlet olduğunu hatırlatarak, bundan sonra egemen eşitlik temelinde iki devletli çözümün müzakere edilmesi gerektiğinin altını çizmişti. Sayın Cumhurbaşkanımızın uluslararası kamuoyuna duyurulan bu demeci hepimizi yüreklendirmişti. İki devletli çözüm, KKTC’nin kurucu Cumhurbaşkanı rahmetli Rauf Denktaş’ın da vasiyetiydi.
Zira, iki toplumlu ve iki kesimli federasyon temelinde iyi niyetle yürütülen müzakereler, Kıbrıs Rum tarafının ayak sürümesi nedeniyle bugüne kadar hiçbir somut sonuç vermemiştir. 2004 yılında söz konusu parametre üzerinde kurgulanmış bulunan Annan Planı’nı, referandumda reddeden Rumlar, mevcut anlaşmaların hilafına, haksız bir şekilde Avrupa Birliği üyeliğini kazanmışlardır. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY), bundan sonra, Avrupa Birliği üyeliğinin verdiği avantajlı pozisyondan hareketle, sorunun çözümünü zamana yayarak Kıbrıs Türklerini ve Türkiye’yi zor bir zamanda yakalama taktiğini izlemeyi tercih etmiştir. Avrupa Birliği (AB) ise, 2004 yılından bu yana çözümün ortağı olmaktan çıkmış ve Türkiye karşısında sorunun tarafı olmakta sakınca görmemiştir. Bununla beraber, BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs Özel Danışmanı Eide’nin arabuluculuğunda Mayıs 2015’te başlayan 5+1 müzakerelere AB’in gözlemci olarak katılmasına itiraz edilmemiştir.
5+1 müzakereler, Kıbrıs’taki 2 toplumun lideri, 3 garantör devletin temsilcisi, BM Genel Sekreteri ve AB gözlemcisinin katılımıyla yapılıyordu. Müzakereler, iki toplumlu, iki kesimli federasyon parametresinde, “Ekonomi”, “Avrupa Birliği”, “Mülkiyet”, “Yönetim-Güç Paylaşımı”, “Toprak” ve “Güvenlik ve Garantiler” olmak üzere, 6 temel başlık üzerinde cereyan ediyordu.
En son Haziran 2017’de İsviçre’nin Crans Montana beldesinde yapılan müzakerelerde Rumlar, Konferansın başından itibaren adada sıfır asker, sıfır garanti söyleminden vazgeçmediği gibi, Türk tarafının önerileri karşısında da hiç bir yapıcı adım atmamıştır. Ayrıca, Türk tarafını masayı terk eden taraf durumuna düşürmek için, Türkiye’nin, Türk askerlerinin 80%ini ilk günden çekmeye hazır olduğunu kabul ettiğine dair bir senaryoyu basına vermiştir. Rumların bu çirkin davranışı karşısında AB de, BM de hiç bir tepki göstermemiştir. Kıbrıs’ta çözüm süreci son 4 yıldır bırakılan yerde durmaktadır. Bu süre zarfında, Yunan- Rum ikilisi Doğu Akdeniz’de deniz kullanım alanlarının sınırlandırılması, enerji kaynaklarının çıkarılması ve bunların Türkiye’yi “by-pass” etmek suretiyle Avrupa piyasalarına nakledilmesi projelerine öncelik vererek, ülkemizi, diğer bölge ve bölge-dışı devletlerin de desteğiyle, güneyinden çevrelemeye ağırlık vermişlerdir. Bu ikili, haksız tezlerini uluslararası platformlarda kabul ettirmede başarılı olmuşlardır.
Bugün Türkiye Doğu Akdeniz’de sıkışmış ve kuşatılmış durumdadır. Donanma diplomasisi yoluyla, aleyhinde gelişmiş statükoyu değiştirmeye çalışmaktadır. Ancak, AB’in yaptırım tehdidi Donanma Diplomasisinin rahatça uygulanmasını engellemektedir. Öte yanda, ABD’de geçen yıl yapılan seçimler neticesi, Türkiye’ye karşı olumlu bakış açısı bulunmayan bir yönetim iş başına gelmiştir. Esasen, ABD de, gerek Yunanistan gerek GKRY ile yaptığı güvenlik ve üs anlaşmalarıyla Türkiye’nin çevrelenmesine katkıda bulunmaktadır.
Dolayısıyla, ülkemizin güneyinde gelişen şartlar, Kıbrıs sorununun buzdolabından çıkarılarak tekrar masaya konulması için hiç de elverişli değildir. Nitekim gerek geçen yıl Kasım ayında Maraş’ın kısmen kullanıma açılması, gerek Sayın Cumhurbaşkanımızın beyanı, Çözüm Paketi buzdolabındayken parametrelerinin değiştirilmesi, uluslararası toplum Covid-19 ve Çin gibi çok daha önemli konularla meşgulken tepkisinin yönetilmesi ve Kıbrıs sorununun Doğu Akdeniz sorunu ile birleştirilmesi suretiye, müzakere zemini genişletilerek Doğu Akdeniz’deki dinamiklerin değiştirilmesi için taktik bir girişim olarak değerlendirilmiş ve desteklenmişti. Kıbrıslı Rumlar, ada etrafında bulunan enerji kaynaklarının adil paylaşımına yanaşmıyorlardı, bu durumda Kıbrıslı Türklerin self determinasyon haklarını iki devletli formül çerçevesinde kullanmalarının meşru zemini ortaya çıkmıştı. Buna göre, Türkiye Kıbrıs sorununu buzdolabında tutmaya devam edecek, bu kez zamanı kendi yanına alarak, olumlu şartlar oluştuğunda iki devlet zemini üzerinde müzakereleri yeniden başlatabilecekti. Zaten, Kıbrıs’ın yeniden uluslararası gündeme alınması yolunda bir baskı da bulunmamaktaydı.
Ne var ki; Türkiye’nin dış politikasının her alanında olduğu gibi, Kıbrıs konusunda da hesaplı ve tutarlı bir politikasının olmadığı BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs için görevlendirdiği Geçici Özel Danışmanı Jane Holl Lute’nin adadaki temasları sırasında ortaya çıktı. Lute, BM’in Kıbrıs’ta tarafları ve garantör devletleri tekrar 5+1 Konferansta bir araya getirmeyi planladığını duyuruyordu. İlginçtir ki; BM Genel Sekreteri, Kıbrıs Özel Temsilcisinin bulunmadığı bir sırada geçici atadığı bir danışman ile bu işe alelacele soyunmuştu! Hem Kıbrıs hem Doğu Akdeniz’de Yunan-Rum ikilisinin yanında duran AB de bu konferansta gözlemci olacaktı. İlginç bir diğer nokta, hemen hemen aynı zamanda Türkiye’nin , AB’nin himayesinde, KKTC’nin de katılacağı bir uluslararası Doğu Akdeniz Konferansı toplanması için Brüksel’in kapısını ısrarla çalmasıdır. Soruna Türkiye’nin karşısında taraf olmuş bulunan ve ambargosunu, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de militer yöntemler izlemesi ile gerekçelendiren AB’yi çözüme ortak yapmaya çalışmak, gerçekleşmeyecek duaya amin demekten başka nedir ?
Dışişleri Bakanı sayın Çavuşoğlu, 11 Ocak 2021 tarihli basın toplantısında 5+1 Konferans teklifini Türkiye’nin getirdiğini açıklayarak, “önce neyi müzakere edeceğimizi görüşmemiz lazım. Müzakere zemini varsa müzakere çerçeve belgesinin bu doğrultuda belirlenmesi gerekiyor dedik. Şimdi 5+1 konferansının gerçekleşmesi için süreç devam ediyor” diye konuşmuştur. Sayın Çavuşoğlu,” Türkiye ve KKTC’nin tutumları son derece nettir. Bugüne kadar siyasi eşitlik olmadı, egemen eşitliğin müzakere edilmesi gerekiyor. Yani iki devletli bir çözüm olması gerekiyor” ifadesiyle, Türkiye’nin iki devletli çözüm tezini bir uluslararası konferansta kabul ettirmeye çalışacağını ortaya çıkarmaktadır.
Kanaatimce bu, yöntem açısından vahim bir hatadır. Konferans gerçekleştiği takdirde, Türkiye, BM dahil tüm katılımcıların ağır baskısı ile karşılaşabilecek ve geri adım atılması zorunda kalınabilinecektir. Devletler, ulusal davalarını zor ve zayıf durumda oldukları anlarda değil, güçlü oldukları, kendileri için en uygun şartların oluştuğu zamanlarda yaparlar. Türkiye yalnızlaşmıştır, şartlar aleyhinde gelişmektedir. Hem ABD hem de AB ambargosu “Demokles’in Kılıcı” gibi tepesinde tutulmaktadır. Bu koşullarda, uluslararası kamuoyunda henüz destek görmemiş, yeni bir parametre üzerinde müzakereye taraf olmak intihardan başka bir şey değildir. Diğer tarafta, sayın bakanın açıklamasından kısa bir zaman sonra AB’in, Türkiye’ye karşı ambargoyu derinleştirme kararının görüşülmesini Mart ayından sonraya erteledikleri yolundaki açıklaması bir tesadüf müdür?
Dikkate alınması gereken bir başka önemli nokta son yirmi yıl içerisinde Kıbrıs Türklerinin giderek Türkiye’den ayrıştığıdır. Artık uluslararası toplumdan tecrit edilmiş biçimde yaşamak istemeyen çoğu KKTC vatandaşının cebinde Türk pasaportu yerine, küresel alanda serbest dolaşım imkanı sağlayan Rum pasaportu bulunduğu göz ardı edilmemelidir. Özellikle 1990’larda doğmuş olan Z kuşağı, geleceğini Türkiye’de değil, Avrupa Birliği’nde görmektedir. Önceki Cumhurbaşkanı Sayın Mustafa Akıncı bu kesimi temsil etmekteydi. Son Cumhurbaşkanlığı seçimlerini Sayın Ersin Tatar’ın, Türkiye’nin desteği sayesinde Sayın Akıncı’ya karşı, kıl payı kazandığı unutulmamalıdır. Öte yanda, Türkiye’nin seçimlerde taraf olması, muhalif kesimde Türkiye karşıtlığını körükleyen ilave bir faktör teşkil etmiştir.
Rumların, Kuzey’deki bu durumu bilmemeleri mümkün değildir. Rumlar, taktik bir manevrayla iki devlet formülünü, iki toplumda da referanduma götürülmesini isteyebilirler. İki devlet, bugünkü şartlarda Rumların işine de gelebilir. Zaten, GKRY basınında konu tartışılmaktadır. Egemenliğin iki devlet kalıbında paylaşılması durumunda deniz alanı enerji kaynaklarının çoğu Güney’in sahası içerisinde kalacaktır. Bu durumda, Kuzey’de referandumdan red kararı çıktığı taktirde, Türkiye çok zor durumda kalacak ve Kıbrıs Türkü üzerindeki itibarını kaybedecektir. Bu kumarı oynamak değer mi?
25 Ocak 2021 günü BM, ilk 5+1 Konferansın Genel Sekreter Antonio Guterres’in de katılımıyla önümüzdeki Mart, ABD’in New York eyaletindeki Greentree çiftliğinde yapılacağını duyurmuştur. Açıklamaya göre, Konferans gayrı resmi çerçevede toplanacak ve zemin yoklamasında bulunulacaktır. Sayın Çavuşoğlu’nun evvelsi hafta Brüksel’deki temaslarında iki devletli çözümü masaya getirmediği basına yansımıştır. Bu, Türkiye’nin tutum değişikliğinin ilk kez, ABD’de yapılacak bir uluslararası konferansta tartışılacağı anlamına gelmektedir. Öte yanda, İngiltere Dışişleri Bakanı Dominic Raab, geçen haftaki Kıbrıs ziyaretinde,Rum tarafında hem Cumhurbaşkanı Anastasiadis hem de Dışişleri Bakanı Hristodulidis ile görüşken; Türk tarafında sadece Cumhurbaşkanı sayın Ersin Tatar ile temasla yetinmek suretiyle devletinin konferansta izleyeceği tutumun işaretini bir anlamda vermiştir. Sayın Tatar’ın da adı geçen ile görüşürken uyguladığı protokol düzenlemesi, KKTC’in iki devlet noktasında ısrarlı olmayacağı ve bütün yolları açık tutacağı şeklinde okunabilir.
Neden ilk toplantı Kıbrıs ya da tarafsız her hangi bir ülkede değil de ABD’de yapılacaktır? Konferansta ABD’e de gözlemci rolü verilmesi mi kabul edilmiştir ? Ayrıca, geçmişte, Eroğlu-Hristofias zamanında da, Greentree’de Kıbrıs görüşmeleri gerçekleştiği için, Konferans’ın yeni bir süreç değil, eski sürecin devamı olduğu mesajının verilmesi söz konusu olabilecektir. Kısaca, Türkiye, aleyhinde devam eden koşullarda, hem AB hem de ABD’in gözlemciliğinde, Kıbrıs konusunda bir uluslararası konferansın toplanması için gereksiz biçimde ön alarak, kendi ayaklarına kurşunu sıkmıştır.
A.Bülent MERİÇ Büyükelçi (E)
Ortak Akıl Politika Geliştirme Derneği Dış Politika Masası Koordinatörü