Ortak Akıl Politika Geliştirme

ABD’nin Türkiye’ye Yaptırımları Ne Anlama Geliyor? – A. Bülent Meriç

ABD Başkanı Donald Trump, hafta başı, Türkiye’nin Rusya’dan S-400 yüksek irtifa füze savunma sistemini Sinop’ta denemeye başlaması sebebiyle, Amerika’nın Hasımlarıyla Yaptırım Yoluyla Mücadele Yasası’nın ( Countering America’s Adversaries Through Sanctions Act) 231. maddesi kapsamında öngörülen yaptırımların bazılarını uygulama kararını almıştır.

CAATSA yaptırımlarının uygulamaya konulmasının, ABD’nin Savunma Bütçesi Yasasına (NDAA) eklenen ve CAATSA’da öngörülen yaptırımların en az beşinin, NDAA’nın yasalaşmasından sonraki 30 gün içerisinde uygulamaya konulmasını hükmeden maddeyle Beyaz Saray’a empoze edildiği anlaşılmaktadır. Zira, Bütçe Yasa Tasarısı, hem Temsilciler Meclisi hem de Senato’dan, Trump’ın veto tehdidini aşacak bir destekle, üçte-iki oy çoğunluğuyla geçmiştir. Bu gerçek de, Türkiye’nin Kongre’de lobi çalışmalarında ne kadar başarısız olduğunu, dostlarını kaybettiğini göstermektedir. Bu nedenle, Dışişleri ve Hazine Bakanlıkları, Beyaz Saray’a tanınan 30 günlük sürenin dolmasını beklemeden yaptırımları kamuoyuna duyurmuşlardır. Türkiye’ye karşı kötü polis rolünü oynama görevi, gidici Başkan Trump’a verilmiştir. Bu noktada, Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’un rolüne de değinmekte fayda vardır.

Trump, CAATSA’da kayıtlı yaptırım seçeneklerinden en hafif olanları seçip, uygulamaya koymuştur. ABD yaptırımları Türkiye’nin ekonomisini ve mali kurumlarını değil, savunma sektörünü hedef almıştır. Savunma Sanayi Başkanı ve bazı üst düzey yöneticilerine ABD’e giriş yasağı ve bu kişilerin ABD’de olabilecek mal varlıklarının dondurulmasının yanı sıra, SSB’ye mal ve teknoloji transferi için ihracat lisansı verilmesi yasağı, ABD mali kurumları tarafından Türkiye’nin savunma projelerine kredi verilmesi yasağı, ABD İhracat-İthalat Bankası desteğinin yasaklanması gibi ülkemizin savunma sanayi sektörünü engellemeye yönelik müeyyideler uygulamaya konulmuştur. Öte yanda, yaptırımları ABD Başkanı değil, Dışişleri Bakanı Pompeo açıklamıştır. 17 Kasım günü Türkiye’yi ziyareti sırasında üst düzey makamlarımızla görüşmekten kaçınan adı geçenin artık ülkesinin dışişleri bakanı olarak değil, 2024 Başkanlık yarışında Yeni Muhafazakar ekolün adayı olarak ortaya çıkmayı arzuladığının Waşington kulislerinde konuşulduğu söylenmektedir. Buna göre Pompeo, Çin-Rusya-Radikal İslam düşmanlığı temelinde, kendine özgü yeni bir doktrini ortaya çıkarmak üzeredir. Ancak, Trump’un etkisiyle, Türkiye’ye yönelik yaptırımlar şimdilik Kongre ve Pompeo’un arzu ettiği sertlikte tecelli etmemiştir.

Rusya’nın Kırım’ı Ukrayna’dan koparıp alması ve Donbas bölgesinde vekilleri aracılığıyla bir örtülü savaşı yürütmesi üzerine 2017 yılında yürürlüğe konulan CAATSA’ın esas hedefi Rusya’dır. Bu çerçevede ABD, Türkiye üzerinden müttefiklerine ve ortaklarına mesaj vermektedir. Buna göre, müttefikler ve ortaklar, ulusal güvenlik stratejilerinde ABD’in çıkarlarını göz önünde bulundurmak; savunma sanayilerinde ise ya ABD’e ya da Avrupa’ya bağımlı olmak zorundadırlar. Buna aykırı davrananlar müeyyide ile karşılaşmaya hazır olmalıdırlar. Rusya da, Avrupa-Atlantik dayanışmasını Türkiye üzerinden bozma sevdasından vazgeçmelidir. Bu Soğuk Savaş mantığının canlandırılmasından başka bir şey değildir.

1964 yılında Johnson mektubu Ankara’ya ulaştığında Başbakan İsmet İnönü, “Yeni bir dünya kurulur ve Türkiye bu dünyada yerini alır” demişti. Soğuk Savaşın en yoğun yaşandığı o günlerde yeni bir dünya henüz ufukta gözükmüyordu. Devletlerin, rekabet halindeki iki süper gücün birisinin arkasında konumlanmaları gerekiyordu. O dönemde ABD özgürlük, hukukun üstünlüğü ve liberal demokrasi değerlerini komünizme karşı savunuyordu ve bu değerleri benimsemiş bulunan Türkiye’nin başka seçeneği yoktu.

Bugün ise koşullar değişmiştir. Uluslararası sistem çok merkezli bir yapıya doğru evrilmektedir. Uluslararası ilişkilerde Neo-Realist Doktrin, sistemin yapısının, birimlerin yani devletlerin davranışlarını biçimlendirdiğinden söz eder. Bugün bütün devletlerin yeni güç merkezleri arasında, ulusal çıkarlarına göre dengeleyici politikalar izledikleri belirgin bir gerçektir. Soğuk Savaş sonrası dönemin başlarında liberal demokrasinin komünizme üstün gelmesi ve uluslararası sistemde ABD’in hegemonyasının ortaya çıkması üzerine tarihin sonuna gelindiği zannedilmişti. Yani, ideolojilerin çatışması sona ermiş, liberalizm temelinde küreselleşme yolunda engeller ortadan kalkmıştı. Ne var ki; beklenen gerçekleşmedi, sistemin hegemonu asimetrik nitelik kazanmış olan yeni tehditlerle layıkı veçhiyle mücadele edemedi; artık ABD’in evine kadar girmiş bulunan bu son nesil tehditler yerkürenin tek süper gücünü kurucu değerlerinden uzaklaştırdı, Amerikan demokrasisi liberal özelliğini kaybetmeye başladı.

Soğuk Savaş sonrası dönemde ABD, dünyayı belli değerler ve kurallar etrafında derleyip toparlatacak bir Büyük Strateji geliştiremedi. Neo-Realistlerden Theodore H.Cohn’un ifadesiyle, Soğuk Savaş sonrası dönemde İyiliksever Hegemon politikalar izleyen ABD, özellikle 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra Sömürücü Hegemon haline gelmişti. Aynı ekolden Martha Finnemore’un işaret ettiği üzere, uluslararası kuruluşları ve uluslararası meşruiyeti artık dikkate almayan ABD, 4. güç olarak tabir edilen değerlerini kaybetmişti; küresel kazanımlarını korumak için siyasi,ekonomik ve askeri gücünü tek taraflı kullanarak uluslararası hukuku ayaklarının altına almaktan ve çifte standartlı politikalar izlemekten beis görmüyordu. George W. Bush’un “Önleyici Müdahale” ve Barack Obama’nın “Sorumluluk ve Maliyet Devri “ doktrinleri bu anlayışın çizgisinde kurgulanmışlardı.

ABD İmparatorluğu, Avrupa, Rusya ve Çin’in oluşturduğu yeni merkezlerin rekabetine karşı mücadele veriyordu. Avarasya’nın kalbi sayılan Büyük Karadeniz ve Büyük Orta Doğu bölgelerinde yoğunlaşan bu rekabetin Türkiye’yi etkilemesi kaçınılmazdı.

Türkiye de ABD’in zorlamalarından ve çifte standartlarından nasibini almıştır. Öncellikle, NATO’nun kurulmakta olan Yüksek İrtifa Hava Savunma Sisteminin kendisine tam koruma sağlamamasına rağmen, Rusya’nın tecavüzüne açık Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin güvenliklerinin etkilenmemesi düşüncesiyle, Malatya’nın Kürecik ilçesinde, anılan sistemin bir parçası olan Radarın yerleştirilmesini kabul etmiştir. ABD bilahare, Kuzey Kore’nin uzun menzilli füze denemelerini yoğunlaştırması ve Çin’in yeni nesil füzeler geliştirmesi üzerine Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine verdiği sözün arkasında durmamış, Romanya ve Polonya’ya yerleştireceği savunma sistemlerini Alaska’ya naklederek, NATO sisteminin şimdiye kadar hayata geçirilememesinin müsebbibi olmuştur. Öte yanda, 2003 Irak savaşının ve Suriye krizinin dorukta olduğu dönemlerde Patriot PAC 3 sistemlerinin satışı için binbir dereden su getirilmiştir. Sınırımızın hemen ötesinde vuku bulan her iki çatışma durumda da müttefiklerimizin naz niyaz getirdikleri Patriot sistemleri tam koruma sağlayamamış ve bunlar tehdidin ortadan kalkması beklenmeden geri çekilmiştir. Müteakiben, müteaddit ikazlara rağmen, Obama Doktrini çerçevesinde IŞİD’e karşı savaş bahanesiyle, PKK’nın Suriye’deki uzantısı olan PYD/YPG ortak seçilmiş ve YPG milisleri teçhiz edilerek askeri eğitimden geçirilmişlerdir. Türkiye’nin ülke bütünlüğünü hedef alan terör örgütü ile bugün de devam eden işbirliği “Düşmanımın düşmanı dostumdur “ anlayışı değilse, nedir? Bu anlayış, bugün ABD’in Türkiye’den beklediği “Müttefiklik Ruhu “na uymakta mıdır?

Türkiye, 2000’li yılların başında Avrupa Savunma Ajansı’ndan (EDA) da dışlanmıştır. Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikasının saç ayaklarından biri olan Fransa’nın Cumhurbaşkanı Macron’un “NATO’nun beyin ölümünün gerçekleştiği “ mesajını vermesi ve NATO’nun 2030’lu yıllarda müttefikler arası ilişkilerin geleceğini tartışıyor olması anlamlıdır. Esasen, NATO’nun geleceğini ABD’nin geleceği belirleyecektir. ABD, kendi çıkarları doğrultusunda çifte standartlı davranmaya devam ettiği takdirde NATO’nun beyin ölümü kaçınılmaz olacaktır.

ABD Dışişleri Bakanlığı siyasi ve askeri işlerden sorumlu müsteşarı R. Clarke Cooper’ın, CAATSA yaptırımlarının iki ülke arasında uzlaşma ve gidilecek yolları belirleme fırsatı vereceğini söylediği bugünkü basında yansıtılmaktadır. Yani, ABD müzakereye açık olduğu mesajını vermektedir. ABD, sadece Türkiye’de mevcut yönetime değil, Türk halkının güvenliğine zarar verecek bir tutum içerisine girmiştir. HDP hariç, TBMM’de grubu bulunan bütün siyasi partiler, yayımladıkları ortak bildiride , isabetli biçimde bu gerçeğe işaret etmişlerdir. Türkiye’nin etrafında balistik füze yayılması devam etmektedir. 1990’lı yılların sonunda Yunanistan’ın Girit adasına konuşlandırılmasına izin verilen S-300 sistemi Kıbrıs adasına kadar uzanan geniş alanı kontrol etmektedir. Suriye krizi ve ABD’in Türkiye’yi çevreleme politikası neticesi Doğu Akdeniz bölge-dışı muharip gemilerle doludur. Ermenistan’daki Rus İskender füzeleri, İran’ın balistik füze yetenekleri ve Suriye’nin elinde kalan SCUD sistemleri de hesaba alınmak zorundadır. Bu ortamda, Türkiye, NATO’nun korumasından mahrumdur ve S-400 sistemlerini zaman geçirmeden kurmak zorundadır. ABD, Türkiye ile müttefiklik ilişkilerine yeni bir dinamizm getirmek istiyorsa politikalarını gözden geçirmek zorundadır. Nasıl 2003 yılında Tezkerenin son anda red edilmesi ABD’in zihnine kazınmışsa;1964 Johnson Mektubu, 1974 Ambargosu ve 2003 yılından bu yana Türkiye’nin maruz kaldığı çifte-standartlı uygulama da Türkiye’nin hafızasına kaydolmuştur. Biden’ın iyi polis mi, daha kötü polis mi olacağı zamanla görülecektir. Arzu edilmemekle beraber, ABD politikalarını değiştirmediği takdirde, bu kez gerçekten Türkiye, kurulan yeni dünya düzeninde yeni yerini almak zorunda kalacaktır.

A. Bülent Meriç

Sosyal Medya

Bizi takip edin, birlikte daha güçlüyüz...