Günümüzün uluslararası sistemine Neo-Realist pencereden baktığımızda çok önemli bir varsayımın doğrulanmakta olduğunu görüyoruz:
“Güç boşlukları mutlaka başka güçler tarafından doldurur”
Soğuk Savaş sonrası dönemde yegane küresel güç olarak sistemi düzenleme ve kontrol altında tutma imkanına kavuşmuş bulunan ABD, 2000’li yılların başında, okyanuslar-ötesi konumunun artık güvenlik garantisi vermediği gerçeği ile yüz yüze geldiğinde, teröre karşı iç güvenliğini sağlamayı ve potansiyel tehdit noktalarını, bulundukları coğrafyalarda erkenden bertaraf etmeyi öncelik haline getirmiştir.
ABD, bu bağlamda gerçekleştirdiği son iki kapsamlı harekatını, yani Afganistan ve Irak harekatlarını, beklediği siyasi hedeflere ulaşamadan tamamlamak ve hatta Afganistan’da olduğu gibi, terörist olarak tanımladığı siyasi muarızlarıyla müzakere masasına oturmak zorunda kalmıştır.
Ayrıca, Trump Yönetimi döneminde, “Önce Amerika” ilkesini düstur edinerek içine kapanmış ve küresel satranç tahtasının her köşesini göremez olmuştur.
Oysa oyun devam etmektedir.
Ortaya çıkan güç boşlukları Çin ve Rusya tarafından doldurulmaktadır.
Her iki ülke de ABD’in gücüyle baş edebilecek kapasitede değildir: ABD gibi ileride konuşlandırılmış güç yapılarından, müttefik ve ortaklar ağından ve büyük sayıda askeri kuvveti kısa zamanda intikal ettirebilme yeteneğinden yoksundurlar.
Bu nedenle Rusya’yı Yarı-Küresel güç, Çin’i ise Bölgesel Güç olarak tanımlamak yerinde olacaktır.
Barışçıl yükselme ve barışçıl değişimi hedeflemiş bu iki devletin ABD Hegemonyasına karşı bir blok oluşturma niyetleri de , gayretleri de henüz ufukta görülmemektedir. 2014 yılından bu yana Stratejik Ortaklık ilişkisi geliştirmiş bulunan bu ikili, Ukrayna, Gürcistan, Suriye ve Dağlık Karabağ gibi ana arterleri teşkil eden coğrafyalarda krizler yaratarak ve hibrit savaşlara taraf olarak statükoyu adım adım değiştirmektedirler.
Çin ve Rusya arasındaki stratejik işbirliği özellikle askeri alanda hızla gelişmektedir. Aralarında silah ve teçhizat alım satımı ve Batıda Baltıklar ve Akdeniz’den, doğuda Doğu ve Güneydoğu Çin denizine kadar uzanan geniş coğrafyada ortak tatbikatlar dikkat çekmektedir. Orta Asya’da Barışı Koruma yıllık tatbikatlarının yanı sıra, ABD karşıtlığı belirgin olan, deniz ve hava unsurlarının kullanıldığı, açık denizlerde önleme tatbikatlarının sayısı giderek artmaktadır. Böylece iki devlet, askeri terminolojide ”3K” denilen ortak ”Komuta, Kontrol, Koordinasyon” ile silah ve teçhizatlarının birlikte kullanabilme yeteneklerini geliştirmektedirler.
2000’li yılların başından bu yana barışçıl biçimde yükselen Çin, 2014 yılında, satın alma gücü paritesi bazında ABD’nin milli gelirini geçmiştir. (2017 yılında ABD’in GSYH açısından dünya ekonomisindeki payı 15.3%e gerilemişken, Çin’in payı 18.3%e yükselmiştir.)
İngiliz, Ekonomi ve İş Dünyası Araştırmaları Merkezi’nin son raporuna göre, Covid-19 Pandemisi sonrası, Çin’in cari fiyatlar bazında da, 2028 yılına kadar ABD’in ekonomik büyüklüğünü geçmesi beklenmektedir.
Ayrıca Çin, Stokholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (SIPRI) 2019 yılı raporuna göre, savunma harcamalarına en büyük kaynak ayıran ülkeler arasında, ABD’den ( 732 milyar Dolar) sonra ikinci sırada gelmektedir. ( 261 milyar Dolar ).
2015 yılı Askeri Strateji Belgesi incelendiğinde, Çin’in, ABD’nin uyguladığı çevreleme stratejisini kırmak için iki hususa öncelik verdiği görülmektedir: Bunlardan birincisi Çin Deniz Kuvvetlerinin karasularından ziyade, açık denizleri korumaya odaklanması; ikincisi ise, Hava Kuvvetlerinin ana karadan ziyade geniş bir hava savunmasına yönelmesidir.
Bu Çin’in, ileride kendine özgü “Monroe Doktrini “i ilan etmeden önce yeteneklerini geliştirdiğine işaret etmektedir.
Kısaca belirtecek olursak, Çin son 10 yıl içerisinde;
a) Yumuşak gücünü kullanmak suretiyle yakın çevresinde nüfuz alanını genişleterek bir bölgesel güç konumuna gelmiştir;
b) Silahlı Kuvvetlerini modernleştirmiş, Mavi Su Donanmasına, havadan süratle intikal imkanlarına, kıtalar arası füzelere, yüksek irtifa füze savunmasına ve uzay savaşı yeteneklerine kavuşmuştur;
c) Bölgesel ortağı Kuzey Kore, ABD’in Pasifik’teki en ileri toprağı ve askeri merkezi Guam’a kadar uzanan alanda ABD hedeflerini, gerekirse nükleer silahlarla da vurabilecek yeteneği elde etmiştir. Böylece, Asya-Pasifik bölgesindeki nükleer caydırıcılık hesaplamaları daha karmaşık hale gelmiştir.
d) Çin, nüfuz alanını “Kuşak Projesi“ ile Orta Asya üzerinden Avrupa’ya; “Yol Projesi “ ile ise, Hint Okyanusu ve Arap Denizi üzerinden Afrika’ya kadar genişletmeyi hedeflemektedir. Kuşak Projesi Kafkaslar, Karadeniz ve Ortadoğu; Yol Projesi ise Malakka Boğazı, Hürmüz Boğazı, Bab el Mandeb Boğazı gibi dünyanın ana enerji ve ulaşım arterleri üzerinden geçmektedir. Çin ilk ileri askeri üssünü, tasavvur ettiği Yolun uç noktasındaki Cibuti’de açmıştır. Rusya ile Orta Asya ve Kafkaslar üzerinde henüz bir çıkar çatışması olmadığı anlaşılan “ Kuşak ve Yol Projesi“ gerçekleştiği takdirde, Çin küresel güç statüsünü elde etmiş olacaktır.
e) Öte yanda, ABD’in 2. Dünya Savaşı’nın sonunda tesis ettiği uluslararası sistemin değiştirilmesi yolunda, yavaş da olsa adımlar atılmaktadır. ABD’in denetimindeki Bretton Woods kurumlarına alternatif olacağı düşüncesiyle kurulan Asya Alt Yapı Yatırım Bankası ve Çin’in Batı’nın değerlerinin evrenselliğini kabul etmeyip, “Kültürel Relativizm “ tezini savunması buna örnek olarak verilebilir.
f) Çin ayrıca, Orta Krallığın tarihi haklarının 19. yüzyılda sömürgeciler tarafından gasp edildiğini öne sürerek, bu hakları geri alabilmek için ileride gerekirse sert güç kullanılabileceğinin de işaretini vermektedir. Hong Kong sorunu , Japonya ile Senkaku adaları ihtilafı, Güney Çin Denizindeki bazı adaların ve kayalıkların işgali ile karasularının genişletilmesi bu çerçevede değerlendirilmelidir. Hong Kong’daki ‘ Tek Devlet İki Sistem’ yönetimi zorla ortadan kaldırıldığı takdirde, Tayvan’ın yeni bir krizin merkezi olacağına kesin gözüyle bakılmalıdır.
ABD’in strateji belgeleri incelendiğinde, Çin’in 1990’lardan bu yana artan biçimde Vaşington’un radarında olduğu görülmektedir. 1990 yıllarda, hem Neo Realist Kissinger, hem de Liberal Brzezinski, Çin’in, Asya’da, ABD’in öncülüğünde kurulacak AGİT benzeri bir güvenlik işbirliği örgütü potasında angaje edilmesi önerilmekteydi. ABD’in Yeni Muhafazakar yönetimleri bu fikri ciddiye almadılar. Bunun yerine, ABD, Soğuk Savaş mantığına geri dönerek, Çin’i çevrelemeye ve ayrıca Trump döneminde ticaret savaşlarıyla yıpratmaya odaklandı. Bu tutum bir zamanlar revaçta olan G-2 Projesini (iki büyük devletin küresel sorunlarda işbirliği yapması) rafa kaldırdığı gibi, taraflar arasında güvenlik ikilemine yol açtı ve ekonomik alanda karşılıklı bağımlılığın simetrisini bozdu.
ABD’in mevcut Çin ve Rusya politikaları üçüncü taraflar için gri alan bırakmamaktadır.
Nitekim bugün Transatlantik ilişkilerde ayrışmanın temel nedenlerinden birisi Avrupa’nın Çin ve Rusya ile işbirliğini belli bir seviyede sürdürmeye yatkın olmasıdır.
Türkiye ise, bunun daha da ilerisine giderek Batı’nın Rusya’ya ambargo kararlarını uygulamamakta; söz konusu iki ülkeyle ticari, ekonomik, askeri ve teknik işbirliğini ileriye götürmektedir.
1990’lı yıllarda ABD ile el ele verip Orta Asya ve Hazar Denizi enerji kaynaklarının Rusya yerine, Türkiye üzerinden Batı pazarlarına ulaştırılmasına yönelik projeleri gerçekleştiren Türkiye; bu kez Çin ile omuz omuza, Kuşağın Türkiye üzerinden Avrupa’ya uzanacak Orta Koridorunu inşa etmektedir.
Son günlerde Çin’e yönelik ihracat trenlerinin yola çıkarılması bu projede ilerleme kaydedildiğini göstermektedir.
Öte yanda, Sayın Dışişleri Bakanımızın Rusya ile ilişkilerimizi “Stratejik Ortaklık” olarak tanımlaması Rusya’yı rahatsız etmiş olacak ki; Lavrov, 14 Ekim 2020 günü basına verdiği, ‘Rusya hiç bir zaman Türkiye Moskova’nın stratejik ortağıdır demedi, Türkiye bizim partnerimiz’ beyanıyla, durumu açıklığa kavuşturma ihtiyacını hissetmiştir.
Bir NATO müttefikinin Rusya ile stratejik ortaklık ilişkisine girmesi bugünün şartlarında anlaşılabilir durum değildir.
Princeton Üniversitesi profesörlerinden Martha Finnemore ”küresel bir güç meşruiyet sınırları içerisinde siyasi hedeflerine ulaşamıyorsa hipokrasiye başvurabilir” der. Bu ABD ile ilişkilerinde Türkiye’nin başına gelen durumu çok güzel tarif etmektedir.
2003 yılında Irak Tezkeresinin son anda red edilmesiyle başgösteren güven bunalımı, ABD’in, Türkiye üzerinden Bölgeye yönelik siyasi hedeflerini elde edememesine ve bunun neticesi Türkiye’ye karşı haksız ve meşruiyeti tartışmalı politikalarına yol açmıştır. 2020 yılında Türkiye’nin Avrupa-Atlantik camiasıyla ilişkileri daha da bozulmuştur.
Transatlantik ilişkilerin içinden geçtiği bu sıkıntılı dönemde, Türkiye’ye nasıl yaklaşılacağı sorusu, ABD ve Avrupa’nın üzerinde birlikte durma ihtiyacını hissettikleri nadir konulardan biridir.
Özellikle son 10 yıl içerisinde Türkiye Batı camiasının saygın bir üyesi olma durumunu kaybetmiş, Batının değerlerinden uzaklaşmış ve küresel jeostratejik mücadelede ortada kalmıştır.
Türkiye’nin yeni bir anlayış temelinde hem Avrupa hem de ABD ile ilişkilerini tazelemesinin zamanı gelmiştir. Bunun için her üç tarafa da sorumluluk düşmektedir.