Dünya, bir kaç gün önce, 2000’li yılların üçüncü on yılına girdi. İkinci on yılın sonlarında tanıştığımız COVİD-19 Pandemisinin, bu yılda da uluslararası toplumun gündemini meşgul edeceği şimdiden açıklık kazanmıştır. Akıl ve bilimi kullanarak aşı silahını geliştirmiş bulunan insanlık ile mutasyona uğrayarak mücadele eden virüsün nereye kadar dayanacağı henüz bilinmemektedir. Aç, fakir ve yoksulların ağırlıklı bulunduğu 8 milyarlık nüfusu bir yıl içerisinde aşılamak mümkün olmadığına göre, insanlığın başına gelen bu felaketin, etkisi azalarak da olsa 2021’i aşan bir süre devam edeceği tahmin edilebilir. Dolayısıyla, küresel ekonomi ve ticarette daralmanın devam edeceğini söylemek kanaatimce yanlış olmayacaktır.
Çin’in Wuhan şehrinden çıkan ve Pekin’in Dünya Sağlık Örgütü ile işbirliği yapmaktan kaçınması neticesi kısa sürede küresel yolculuğuna çıkan virüsün jeostratejik bir mücadelenin mi eseri olduğunu zaman gösterecektir. Şimdilik, virüsün siyah örtüsü altında ABD’nin Soğuk Savaş sonrası elde ettiği küresel hegemonyaya karşı bir jeostratejik mücadelenin yeni yöntemlerle devam ettiğini ve bu mücadelenin giderek sıfır toplamlı oyun haline dönüştüğünü belirtmekle yetinelim. ABD’de 20 Ocak günü dümeni devralacak Joe Biden’ın yaklaşımı uluslararası politikanın şekillenmesinde kuşkusuz önemli rol oynayacaktır. Biden’ın geldiği Obama Ekolünün “Cephede Ortaklık “ (Forward Partnership) Doktrini ve Çin’i merkezine alan 2017 Ulusal Savunma Stratejisi dikkate alınacak olursa, küresel güç mücadelesinin önümüzdeki on yılda da artan dozda devam edeceği tahmine müsaittir. Burada önemli olan Transatlantik görüş ayrılığının ne ölçüde giderileceği ve Çin-Rusya stratejik işbirliğinin nereye kadar geliştirilebileceğidir.
Türkiye, bu büyük oyunda kendisini doğru konumlandıramamıştır.
Dış politikamız çelişkiler üzerinde yürütülmektedir.
Örneğin, Sayın Cumhurbaşkanımız, bir yanda Türkiye’nin geleceğini Avrupa Birliğinde gördüğünden söz etmekte ve yargı reformunu ülkenin gündemine yerleştirmekte; diğer yanda ise, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Türkiye aleyhinde verdiği kararları siyasi bir hareket olarak değerlendirerek, uygulanmayacağını belirtmektedir.
Keza, Sayın Dışişleri Bakanımız Türkiye’nin Rusya ile ilişkilerinin NATO ve AB’e alternatif olmadığını belirtmekte; öte yanda Rusya ile ilişkileri “Stratejik Ortaklık “ olarak tanımlamaktadır. Türkiye, bugün, ABD ve AB ile ilişkilerindeki gerilimi Rusya ve Çin’e yaklaşarak hafifletmeye çalışmaktadır. Ancak, bu süreçte, söz konusu iki devletin Türkiye’nin Batı ittifak sistemindeki varlığının meşruiyetini oluşturduğunu ve bu iki devlet tarafından NATO dayanışmasının zayıflatılması için kullanıldığını görmezden gelmektedir.
Bundan 16 yıl önce AB’e üye olma şansını yakalamış bulunan Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinde gerilim neden ortaya çıkmıştır?
Bunu Türkiye’nin dış politikasında son 19 yılda meydana gelen değişimi özetleyerek izah edebiliriz:
Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk, 600 yıllık ömrü boyunca kendini yenileyememiş, çağını yakalayamamış cihan ı şümul imparatorluğun enkazından yeni Türkiye Cumhuriyeti’ni şekillendirirken, ona bir büyük strateji de çizmişti. “Yurtta Sulh Cihanda Sulh “ vecizesinde ifadesini bulan bu büyük stratejiye göre, Türkiye Cumhuriyeti’nin, Anadolu’da yaşayan herkesi kapsayan bir Türk kimliği temelinde ulus devlet haline gelebilmesi, feodal sosyo-ekonomik ilişkileri değiştirecek sanayi devrimini gerçekleştirebilmesi, milli burjuvazisini ve liberal demokratik kurumlarını ortaya çıkarabilmesi için içeride de, dışarıda da barış ortamına ihtiyacı vardı. Bu nedenle Türkiye’nin yeni sınırları ulusal sınırlar olacak, bu mukaddes sınırlar ötesinde maceralara girilmeyecek, yakın kuşaktaki İmparatorluk ardılı devletlerle işbirliğine girilerek barış ve istikrar alanı oluşturulacak ve Türkiye, çağdaş medeniyeti temsil eden Batı camiasında hakkettiği yeri alacaktı. Atatürk’ün bu vizyonu sayesinde, Batı’ya karşı anti-emperyalist mücadele veren ve gerilimi henüz üzerinden atmamış bulunan Türkiye’nin, başka yerlerde denge arayışına gitmediğinin, kendini yenileyerek ve güçlendirerek yine Batı içerisinde konumlanmayı tercih ettiğinin altını çizelim.
AKP, 2002 yılında iktidara geldiğinde, Atatürk’ün büyük stratejisinin yapı taşları sökülerek bir başka büyük stratejiye malzeme yapılmıştır. Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik” ve “Komşularla Sıfır Sorun “ kuramları üzerinde yapılandırılan yeni büyük strateji Osmanlı İmparatorluğu’nun yayıldığı geniş coğrafya içindeki Müslüman topluluklarla ilişkileri canlandırarak geniş bir nüfuz alanı yaratılmasını öngörmekteydi. Böylece, Türkiye tarihi ve kültürel birikiminden yararlanarak bir güç çarpanı elde etmiş olacak ve bunu Batı camiasında güçlü bir konum elde etmek için kullanabilecek, hatta küresel aktör konumuna gelebilecekti. Batı vizyonu devam etmekteydi, ancak stratejik derinlik ile komşularla sıfır sorunun Türkiye için çelişkili iki hedef olduğu gözden kaçırılmıştı. Zira izlenen emperyal bir politikaydı, Oysa Türkiye’nin komşuları ulusal kimliklerini Osmanlı-karşıtlığı temelinde inşa etmişlerdi. Ayrıca, ortak olarak seçilen müslüman topluluklar bir çok ülkede azınlık statüsündeydi. Bunlarla dayanışma gösterilmesi bulundukları devletin içişlerine karışma anlamına gelmekteydi. FETÖ ile ele ele yürütülen stratejik derinlik politikası, Türkiye’yi, izlenen siyasi hedeflerin çok uzağında bir yere götürmüştür: İktidarın değerleri ile ulusal çıkarlar arasındaki makas açılmış, kaynaklar israf edilmiş, PKK’yı Türkiye’ye karşı taşeron kullananların sayısı artmış, ’emperyalistlerin çizdiği sınırlar değişebilir’ denilerek Orta Doğu bataklığına saplanılmış, ileride darbe girişiminde bulunacak bir karanlık cemaat devletin damarlarına girmiş ve müttefiklerimiz, geleneksel ortaklarımız Türkiye’nin gerçek emelleri hususunda kuşkuya düşmüşlerdir. Bugün Türkiye’nin Orta Doğu ve Doğu Akdeniz’de maruz kaldığı çevrelemenin çıkış noktasını bu kuşkuda aramak yerinde olacaktır.
15 Temmuz 2016 darbe girişiminden sonra ise, Türk dış politikası bir büyük strateji olmadan, siyasi hedefleri muğlaklaşmış, tutarsız ve dağınık bir manzara vermeye başlamıştır. AKP’nin tek başına iktidar özelliğini de kaybetmesinin etkisiyle dış politikada milliyetçi, güvenlikçi ve Batı-karşıtı perspektif hakim olmuştur. Batı-karşıtlığı anti-emperyalizm olarak anlaşılmamalıdır. Zira, baskı karşısında boyun eğilmiş, taviz üzerine taviz verilmiştir. Türkiye oyun kurma yeteneklerini kaybetmiş, kararlar, diplomaside “Tutarsız Aşamalık “ denilen metodla, Türkiye’ye karşı oynanan oyunlara reaksiyon verecek şekilde alınmıştır. Tepkisel kararlar, doğası gereği çelişkileri de beraberinde getirir. Rusya ve Çin’e, eksen değişikliğine varacak biçimde yakınlaşma bunlardan biridir.
Bugün Türkiye bölgesinde kıskaca alınmış durumdadır. Sorunun temelinde Irak’tan Libya’ya kadar uzanan hat üzerinde Türkiye’nin, yalnızlaşmış, çatışan taraflardan biri konumunda olması bulunmaktadır. Orta Doğu’da, Türkiye’nin karşısında İsrail, Mısır, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirliklerinin oluşturduğu bir blok yer almaktadır. ABD’in gayretiyle, Bahreyn’in İsrail’le ve Katar’ın Suudi Arabistan’la normalleşme anlaşmaları imzalamaları; ayrıca, Umman ve Fas’ın da İsrail ile ilişkilerini normalleştireceklerini açıklamalarından sonra bu blok büyüme potansiyelini taşımaktadır. Buna karşılık Türkiye’nin İsrail ve Mısır ile ilişkilerini normalleştirmek için kapalı kapılar arkasında görüşmelerin sürdüğü söylenmektedir. Ancak, Hamas ve Müslüman Kardeşlere desteğin devam ettiği ortamda ilişkilerin nasıl normalleşebileceği sorgulanmaktadır. Ayrıca, Türkiye’nin İran ile işbirliğinde ; ABD’in ise, Suriye’nin kuzeyinde “Kürt Koridoru “ tesis etme projesinde ısrar etmesi Vaşington ile ilişkilerimizde önemli bir sorun alanı olarak durmaktadır.
Doğu Akdeniz’de münhasır ekonomik bölgelerin adil biçimde belirlenmesi ve hidrokarbon rezervlerinden yararlanılması meselesinde KKTC dışında Türkiye’nin tezini destekleyen bulunmamaktadır. Ambargonun derinleşmesi ihtimali karşısında donanma diplomasisine ara verilmiştir. Türkiye, AB ile birlikte bir uluslararası Doğu Akdeniz Konferansı toplanması için çalışmaktadır. Soruna Türkiye’nin karşısında taraf olmuş bulunan ve ambargosunu, Türkiye’nin haklı davasını korumak için militer yöntemler izlemesi ile gerekçelendiren AB’yi çözüme ortak yapmaya çalışmak, gerçekleşmeyecek duaya amin demekten başka nedir ? Yunan/ Rum ikilisi bu gerçekten hareketle zamana oynamakta, istikşafi görüşmelere taraf olmaktan sudan sebeplerle kaçınmaktadır.
Diğer tarafta, uluslararası toplumun Kıbrıs’ta “İki Devletli Çözüm “ formatına nasıl tepki vereceği 2021’de belirginleşecektir.
Libya’da Trablus ve Bingazi yönetimleri arasındaki siyasi çözüm görüşmeleri ülkedeki yabancı askerlerin varlığının sona erdirilmesini kapsamına almıştır. General Hafter, bundan hareketle Libya’da bulunan Türk Silahlı Kuvvetleri unsurlarına karşı tehdidini artırmıştır. Türkiye ise, 27 Kasım 2019’da yapılan Güvenlik ve Askeri İşbirliği Anlaşması’nın Libya’daki askeri mevcudiyetinin hukuki zemini olduğunu öne sürerek, geri adım atmamaktadır. Öte yanda, Ulusal Mutabakat Hükümetinin Rusya ile ilişkilerini geliştirme yolunda adımlar attığı görülmektedir. Bu durum, 2021’de Türkiye’den Libya’da askeri varlığını çekmesi konusunda uluslararası baskının artmasına yol açabilir. Ayrıca, söz konusu ülkede varılacak ulusal mutabakatın Türkiye ve Libya arasındaki MEB Anlaşması üzerinde nasıl etki yaratacağı, üzerinde durulması gereken bir başka konudur.
Tabii ki; Türkiye’nin ABD ve Avrupa ile ilişkilerindeki iyileşmenin, yakın çevresindeki kuşatılmışlığın yumuşatılmasına doğrudan etkisi olacaktır. ABD’de Trump Yönetimi döneminde Atlantik’in iki yakası arasında görüş ayrılıkları derinleşmiştir. Bu farklılaşma akıllı bir şekilde yönetilememiş, neticede ‘Türkiye’ye nasıl yaklaşılacağı?’ konusu ABD ve Avrupa’nın üzerinde uzlaştıkları nadir alanlardan biri olmuştur. AB Konseyi, Mart ayındaki toplantısında ambargo kararına varmadan önce, ABD’de Biden Yönetiminin Türkiye politikasının şekillenmesini beklemektedir.
2021’de, Türk-ABD ilişkilerinde, S-400’ler, Halk Bank Davası, FETÖ Terör Örgütü liderinin iadesi ve ABD’in Suriye’de PYD/YPG’ye verdiği destek olmak üzere 4 başlık ön plana çıkmaktadır. Bu sorunların hepsinin arka planında karşılıklı güven eksikliği yatmaktadır. İlişkilerde güven ortamı yerleştirilmedikçe anılan sorunların kalıcı çözüme kavuşturulması mümkün değildir. Ambargo, sorunları ağırlaştırmaktan başka sonuç vermeyecektir.
AB Komisyonunun son İlerleme Raporu Türkiye’de demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü alanlarında gözle görünür, somut gelişmeler olmadığı takdirde, Türkiye-AB ilişkilerinde yeni bir açılım olmayacağını net biçimde ortaya koymuştur. Türkiye’nin ise, böyle bir arayış içerisinde olmadığı, daha ziyade ambargonun derinleşmesi ihtimalinin ortadan kaldırılmasına, mültecilere mali yardım sağlanmasına, vize serbestisinin sağlanmasına ve gümrük birliğinin güncellenmesine odaklandığı görülmektedir.
Rusya ve Çin ile ilişkileri geliştirmenin bir sınırı olduğu giderek belirginleşmektedir. Bu, Dağlık Karabağ krizinde Rusya bağlamında görülmüştür. Askerimizin alanda konuşlanmasına izin verilmemiş, Türkiye’nin rolü Askeri Kontrol Merkezi’nde temsil ile sınırlı tutulmuştur. Ayrıca, İdlib’teki durum Rusya ile ilişkilerimizi her an geriye götürebilecek bir çıban başı olarak durmaktadır. Çin ile ilişkilerimizde ise, Uygur Türklerinin korunması noktasında frene basılmış olduğu anlaşılmaktadır. 2019 yılında yapılmış bulunan Suçluların İadesi Anlaşmasının uygulanması, soydaş bir toplumun felakete uğramasına sebep olabilecektir. Hulasa, dış politikamızın temel parametresinde değişiklik yapılmadığı sürece, Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı tabloda büyük değişiklik olmaması, Batı ve Doğu arasında savrulma ile yalnızlaşmanın mukadderatımızda yerini koruması beklenebilir.