Türkiye Cumhuriyeti kırk yıldır ulusal birliğini, ülke bütünlüğünü ve kuruluş felsefesini, Kürt milliyetçiliği esası üzerinde faaliyet gösteren ayrılıkçı teröre karşı koruma mücadelesi vermektedir. Kürtlerin yaşadığı Irak, İran ve Suriye’nin belli bölümleri ile birlikte ülkemizin güneydoğusu ve bazı doğu vilayetlerini de içine alacak şekilde, bağımsız bir birleşik Kürt devletinin kurulması amacıyla 1970’li yılların sonunda kurulan PKK’nın ( Partiya Karkeren Kurdistane-Kürdistan İşçi Partisi), Türkiye’nin bölünmesi yolunda oluşturduğu tehdit devam etmektedir. ABD’nin Büyük Orta Doğu Projesi çerçevesinde, bugün söz konusu devlet tarafından Suriye’de araçsallaştırılmış bulunan PKK, 40 yıllık varlık döneminde, Türkiye’ye yönelik stratejik hedeflerinin gerçekleştirilmesi amacıyla birçok devlet tarafından taşeron olarak kullanılmıştır. Bu devletler arasında dost ve müttefiklerimizin de bulunması Soğuk Savaş sonrası şekillenen Makyavelist dünyada ulusal çıkarların; uluslararası hukuk, prensipler, yükümlülükler ve teamüllerin önüne geçmiş olduğunu gözler önüne sermektedir.
PKK Marksist-Leninist bir örgüt olarak kurulmuştur. Marksist-Leninist ideoloji, kuruluş yıllarında mevcut olan Soğuk Savaş dönemi koşulları, SSCB’nin nüfuzu ve desteğiyle örtüşen bir tercih olmuştur. Anılan ideolojinin öngördüğü gibi illegal bir parti olarak örgütlenilmiş; işçi sınıfı hareketi olarak yola çıkılması, bilahare köylüler, gençler ve aydınlarla birleşerek gerçekleştirilecek bir Kürdistan devrimiyle sosyalist bir Kürt ulus-devletinin kurulması düşülmüştür. PKK, SSCB’nden destek görmüş olmakla beraber, Mao’nun kırsalda uzun süreli halk savaşı stratejisini benimsemiştir. Buna göre, Parti, Ordu ve Cephe şeklinde teşkilatlanılmıştır. Ayrıca, halk savaşı, Çin ve VietNam’da olduğu gibi “Stratejik Savunma”, “Stratejik Denge” ve “Stratejik Saldırı” şeklinde müteselsil üç aşamaya bölünmüştür. İlk aşamada terör yoluyla propaganda; ikinci aşamada gerilla tarzı eylemlerle mücadelenin iç savaş kalıbına sokulması; üçüncü aşamada ise kontrol altına alınmış bir coğrafyanın kazanılması suretiyle stratejik üstünlük elde edilmesi planlanmıştır. PKK, dışarıdan da aldığı destekten de yararlanarak ilk aşamayı 1984-89; ikinci aşamayı 1989-91 ve üçüncü aşamayı 1991-96 yılları arasında uygulamaya geçirmek için büyük çaba göstermiştir. Düşük yoğunlukta savaş koşullarını başarıyla uygulayan silahlı kuvvetlerimiz ile jandarma ve emniyet teşkilatımız karşısında yenilgiye uğrayan terör örgütü, 1999’da Abdullah Öcalan’ın yakalanmasından sonra kısmen yurtdışına çekilmek zorunda kalmıştır. Parti ve gerilla şeklinde Ordu’yu yapılandırdıktan sonra, PKK, 1990-91 yıllarında legal alanda partileşme yoluyla Cephe’yi gerçekleştirmiştir. Legal bir siyasi parti olarak 7 Haziran 1990’da kurulan Halkın Emek Partisi (HEP) 1991 seçimlerinde TBMM’ne milletvekili göndermiştir. Parti kapatma davaları karşısında kalan söz konusu siyasal akım, DEP, HADEP, DEHAP, DTP, BDP ve HDP gibi değişik isimlerde oluşan örgütlenmelerle bugüne kadar gelmiştir.
Abdullah Öcalan, SSCB’nin 1991’de dağılmasından sonra, 1992-94 döneminde uğranılan ağır askeri kayıpların da etkisiyle, PKK’nın 1995 yılı başında gerçekleşen 5. Kongresinde iki önemli strateji değişikliğine yönelmiştir: Bunlardan birincisi Türkiye’den bağımsızlık hedefinin geri plana itilerek, Kürt kimliğinin tanınması, Kürtlere birtakım kolektif haklar verilmesi ve nihayetinde iki uluslu bir federasyon oluşturulması hedefinin ön plana çıkarılmasıdır. İkincisi ise PKK programı ve tüzüğünün değiştirilerek, Marksist-Leninist ideolojinin ağır biçimde eleştirilmesi ve bu ideolojiyle birlikte sosyalizmin reddedilmesidir.
İmralı’da yeni bir ideoloji arayışına giren Öcalan, ilk önce demokrasi ve karşılaştırmalı hükümet konusunda uzman Amerikalı siyaset bilimci Leslie Lipson’un “Demokratik Uygarlık” tezini esas almıştır. Adı geçen, 1980’li yılların başında kaleme aldığı ve tezi ile aynı adı taşıyan kitabında, eşitlik ve özgürlüğü birleştiren bir devlet yönetim şekli olan demokrasi olduğu takdirde farklı dil ve kültürlere sahip toplumların aynı devletin çatısı altında birlikte yaşayabileceklerini, İsviçre, Belçika ve Kanada gibi örnekler üzerinden ileri sürmekteydi. Avrupa Birliği’ne üyelik rüzgarının da yarattığı olumlu ortamdan yararlanan Öcalan, başta dönemin iktidarı olmak üzere Türkiye’nin sorunlarının daha fazla demokrasi ile çözümlenebileceğine inanan kesimlere sempatik gelen söylemle, demokrasiyi önceleyen bir propaganda sürecini başlatmıştır. Abdullah Öcalan, bu dönemde, “Demokratik Cumhuriyet” teziyle Kürt kimliği ve kültürünün anayasal güvenceye bağlanmasını, Kürtçenin ikinci resmi dil olarak kabul edilmesini, Türk ulusu yerine Türkiye ulusu denilmesini ve sonuçta Türkiye’nin iki uluslu federal bir yapıya dönüştürülmesini savunmuştur. Bununla birlikte, 2011-15 yıllarında tanık olduğumuz, “Çözüm Süreci” olarak bilinen çatışmasızlık döneminde PKK, hükümetin silah bırakma çağrılarına kulak tıkamış; bir yanda özerklik talebinin yeni anayasaya konulması talebinden geri adım atmazken, diğer yanda Güneydoğu’nun il ve ilçelerinde şehir savaşlarına hazırlanmıştır.
Öcalan bilahare, eski Marksist, anarşist sosyal teorisyen, siyaset felsefecisi, çevre hareketinin öncüsü Murray Bookchin’in “Komünalist Konfederalizm” tezine yönelmiştir. Kürtlerin sadece bir egemen devletin değil, dört egemen devletin coğrafyası içinde bulunmalarının adı geçeni böyle bir ideolojik değişikliğe zorladığı tahmine müsaittir. Zira, Lipson’un bir devletin coğrafyasında farklı dil ve kültüre sahip toplulukların demokrasi uygarlığı içerisine bir arada yaşamaları tezi, Kürtlerin birden fazla devletin coğrafyasında bulunduğu gerçeğini kapsamına almamaktadır. Öte yandan, ABD’nin Büyük Orta Doğu Planı’nda Suriye aşamasına geçilmiştir. Böylece, dört egemen devlette bulunan Kürt coğrafyalarının tek bir siyasi çatı altına getirilmesi fırsatı, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra ilk kez bu kadar yakına gelmiştir. Kaldı ki; Türkiye’deki siyasi iktidar, bir başka mülahazayla da olsa, Sykes-Picot sınırlarının mutlak olmadığını, emperyalistler tarafından, aralarındaki pazarlıklara göre çizilmiş bulunan bu sınırların, kardeşleri bir araya getirecek biçimde değişebileceğini dile getirir olmuştur.
Bookchin’in konfederasyonu uluslararası hukukun düzenlediği gibi devletler arası gevşek bir birliktelik değildir. Zira Bookchin anarşisttir, yani elit yönetici sınıfın diğerlerinin üzerinde baskı kurmasının ve onları sömürmesinin bir aracı olarak gördüğü devletin insanı insan yapan özelliklerin gelişmesini engellediğini savlar. Yazar, eski bir Marksist olmasına rağmen parti devletine de karşıdır. Sovyet modelindeki parti devletinin de aynı olumsuzlukları taşıdığını düşünür.
Toplumsal ekoloji diye bir kavramdan yola çıkan Bookchin, doğa ekolojisinin toplumsal sorunlar nedeniyle bozulmuş bulunduğunu, toplumsal sorunların asıl kaynağının ise insanları doğayla ve toplumla uyumlu yaşamdan uzaklaştıran, yönetici elitlerin devlet yoluyla sürdürdükleri tahakküm ve hiyerarşik düzen olduğunu savunur. Yeni bir toplum düzeni olarak doğrudan ve yüz yüze demokrasiye olanak tanıyan, halk meclislerinin oluşturduğu merkez üzerinde örgütlenmiş yerel öz yönetimi öneren yazar, bunu “komünalizm projesi” olarak tanımlar. Bookchin’e göre, komünlerin her birinin birbirinden kopuk, içine kapalı topluluklar olarak yaşaması ekolojik bir bütün oluşturmak için yeterli değildir. Ekolojik bütünlük ancak komünler arasında konferderalizm ile mümkündür.
PKK’nın bugünkü örgütlenmesi Bookchin’in ütopizmini yansıtır niteliktedir. KCK’ya (Koma Civaken Kurdistan-Kürdistan Demokratik Topluluğu) bağlı olarak Türkiye’ye komşu dört devlette yan örgütler ortaya çıkarılmıştır: İran’da PJAK (Jiyana Azad a Kurdistane-Kürdistan Özgür Yaşam Partisi); Irak’ta PÇDK (Çareseriya Demokratik Kurdistan-Kürdistan Demokratik Çözüm Partisi) ve Suriye’de PYD ( Partiya Yekitiya Demokrat- Demokratik Birlik Partisi). Suriye’de iç savaşın başlamasından sonra PYD, diğerlerine nazaran daha tanınır hale gelmiştir. PJAK ve PÇDK gibi PKK’nın Kandil’deki merkezine bağlı olarak faaliyet gösteren PYD’nin silahlı kolu YPG (Yekitiyen Parastina Gel- Halk Savunma Birlikleri), Türkiye’nin en önemli müttefiki ABD tarafından, Suriye’de, anılan devletin kara kuvvetleri gibi kullanılmaktadır. Ayrıca, Komünalist Konfederalizmin ilk bacağı olan Suriye’deki Kürt komünü, PYD’nin Kuzey Suriye’deki kontrolü altındaki bölgede uygulanmaya başlanmıştır. ABD’nin icazeti olmadan PKK’nın böyle bir adımı atması beklenemez.
Murray Bookchin’in ideolojisinin gerçekçiliği tartışmaya açıktır. Üretim, bilgi, iletişim ve değişim teknolojilerinin dünyamızı küreselleştirdiği bugünün ortamında avcı-toplayıcı toplumsal düzene geri dönülmesi kanaatimizce fantezik bir önermeden öteye geçmemektedir. Komünün hiyerarşi ve tahakkümü ortadan kaldırabilmesi için üyelerinin eşit olması gerekir. Oysa Bookchin, toplumsal liderlik konusunda muğlaktır. Öte yandan, PYD’nin oluşturduğu komünde PKK’nın hakimiyetinin olduğu bir gerçektir. Silahlı, sıkı bir hiyerarşiye sahip ve ağır cezalar getiren örgütün meclislerinde liderin görüşlerine aykırı düşen kararların alınması mümkün değildir. Kaldı ki; bir anayasa muamelesi gören KCK Sözleşmesi tek bir adamın liderliğinde , hiyerarşik yapıya dayalı bir ulus-devlet modelini yansıtmaktadır. Öcalan’ın “Demokratik Konfederal Kürdistan”ı, Marksist-Leninist ideolojiyi savunduğu dönemdeki gibi, dört parçanın birleştirilmesiyle oluşturulmak istenen bağımsız Kürt devletidir. PKK bağımsız “Büyük Kürdistan” projesinden vazgeçmemiştir.
Kaynak: www.yurtseverlik.com