Amerika Birleşik Devletleri’nde Biden yönetiminin işbaşına gelmesinden sonra ABD ile Çin Halk Cumhuriyeti arasında ilk kez Alaska’nın Anchorage şehrinde gerçekleşen görüşmeler yeni dönemin uluslararası düzeninin kodlarına ışık tutmuştur.
ABD tarafında Dışişleri Bakanı Antony Blinken’in; Çin tarafında ise Devlet Konseyi üyesi, eski Vaşington Büyükelçisi Yang Jiechi’in heyetlerine başkanlık yaptığı görüşmelerin başlangıcında Blinken, Çin’i uluslararası kurallara uymaya davet etmiştir.
Büyükelçi Yang ise, kendisine ayrılmış 2 dakikalık süreyi aşan, ders verir nitelikte uzun konuşmasında, ABD’in Çin’in sistemine müdahale etme; demokrasi ve insan hakları anlayışını eleştirme hakkı bulunmadığını vurgulayarak, ABD’in savunduğu liberal, demokratik sistemin şablonu esas alındığı takdirde müzakereye taraf olmayacaklarını ve eğer görüşmelerde ilerleme kaydedilmesi isteniyorsa Vaşington’un Çin’in sistemine ve değerlerine saygı göstermesi gerektiğini dile getirmiştir.
Bir başka değişle, Çin, kültürel farklılıklardan kaynaklanan sistemik farklılaşmaya saygı gösterilmediği takdirde dünyanın yeniden bir soğuk savaşa girebileceğinin mesajını vermiştir.
Ancak geleceğin soğuk savaşı geçmişinkine göre çok farklı özellikler taşıyacaktır.
Bu husus Çin Halk Cumhuriyeti’nin dış politikasında köklü bir değişime işaret etmektedir. Zira, Çin, şimdiye kadar barışcı yükselme politikasını sağlıklı bir biçimde sürdürme uğruna, ABD ile diyaloğunu, Amerika’nın liberal demokratik sistemi, onun ilke ve değerleri kıstas alınarak yürütmeye razı olmaktaydı. Bu çerçevede demokrasisindeki açığı ve insan hakları ihlalleri hakkında uluslararası topluma hesap vermeyi kabullenmişti.
Bundan sonra Çin’in, kültürel göreceliği esas alarak bu hesabı vermeyeceği dünya aleme ilan edilmiştir.
Kültürel görecelik nedir?
Önce bunu açıklığa kavuşturalım.
Kültürel görecelik ya da kültürel görelilik, bir kişinin inanç ve aktivitelerinin, sadece o kişinin kültüründe yaşayan başka kişiler aracılığıyla, bu kişiler tarafından gözlemlenmesi ile anlaşılabileceğini öne süren bir teoridir.
Kültürel görecilik kişiler düzeyinde olduğu gibi, devletler ve medeniyetler düzeyinde de olabilir.
20. yüzyılın başında antropolojide ortaya atılan bu teorinin fikir babası Franz Boas’a göre, “medeniyet mutlak ve evrensel değildir. Bizim fikirlerimiz, değerlerimiz, anlayışımız ve sistemimiz ancak ve ancak medeniyetimizin izin verdiği ölçüde doğrudur.”
Dolayısıyla, Prof. Samuel Huntington’un medeniyetler çatışması kuramına da kaynak teşkil eden kültürel görecelik, evrenselliğin bir anti tezidir.
Oysa, İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD’in liberal demokrasi anlayışı çizgisinde geliştirilmiş bulunan insan hakları ve temel özgürlükler sistemi evrenseldir.
Uluslararası hukukun bir kolu olan insan hakları hukuku da evrensellik anlayışı üzerinde inşa edilmiştir.
En başta 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, isminden de anlaşılacağı üzere, evrenseldir.
2. maddenin 1. fıkrasında “Herkes ırk, renk cinsiyet, dil, din, siyasal ya da başka türden kanaat, ulusal ya da toplumsal köken, mülkiyet, doğuş veya başka türden statü gibi herhangi bir ayırım gözetilmeksizin, bu beyannamede belirtilen bütün hak ve özgürlüklere sahiptir.” der.
Birleşmiş Milletler bünyesinde veya bölgesel düzeyde bugüne kadar yapılmış olan ve insan hakları hukukuna kaynaklık eden bütün uluslararası anlaşma ve sözleşmeler, içerdikleri hak ve özgürlüklerin evrensel olduğu anlayışıyla hazırlanmıştır. Bunların denetim organları, taraf devletlerin ihlallerini sorgulamak ve hak ihlaline maruz kalmış bireylerin uğradıkları zararın telafisine yardımcı olmakla yetkilendirilmişlerdir.
Soğuk Savaş döneminde, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği bile, insan hakları ve temel özgürlüklerin evrenselliğini kabul etmiştir. SSCB sadece, Batı’nın bireysel hak ve özgürlüklere verdiği ağırlığı, kolektif hak kategorileri geliştirerek dengelemeye çalışmıştır.
Hatırlanacağı üzere, Batı’nın insan hakları ve özgürlükler alanında cazibe merkezi olması ve SSCB’ne yönelik eleştirileri, bu devletin, rejimi ile birlikte çöküşünün zeminini hazırlamıştır.
Kadın hakları ve kadına karşı şiddetin önlenmesi insan hakları sisteminin bir parçasıdır. Uluslararası hukuk, bir takım sözleşmelerle bu alanda kodifiye edilmiştir. Bunlardan ilki 1979 yılında BM Genel Kurulu tarafından kabul edilen “Kadına Karşı Her Türlü Ayırımcılığın Ortadan Kaldırılması Sözleşmesi”dir (CEDAW). 1981 yılında yürürlüğe giren ve bugün evrensel nitelik kazanmış bulunan Sözleşme, bir komite tarafından bütün taraf devletlerdeki uygulamaları denetleme yolunu açmıştır. Türkiye, 1986 yılından bu yana CEDAW’a taraftır.
Avrupa Konseyi’ne üye devletler, CEDAW’ın Avrupa’da uygulanmasını güçlendirmek üzere, Türkiye’nin öncülüğünde “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Sözleşmesi”i hazırlamışlar, 2011 yılında imzaya açmışlardır. Kısaca “İstanbul Sözleşmesi” olarak isimlendirilen bu sözleşme, 2014 yılında yürürlüğe girmiştir.
İstanbul Sözleşmesi, kadınlara ve kız çocuklarına yönelik ayırımcılık ve şiddeti hedef almaktadır.
Sadece kamusal alanda değil, aile içi şiddet de kapsama girmektedir.
Sözleşme, daha önce kabul edilmiş kadınlara yönelik ayırımcılık ve şiddetle ilgili uluslararası standartları, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve CEDAW Komitesi içtihatlarını ve öğretideki görüşler yanında en iyi ülke uygulamalarını da kodifiye etmiştir.
İstanbul Sözleşmesi “toplumsal cinsiyete” dayalı ayırımcılık ve şiddeti temel almıştır.
3. maddede tanımlanan toplumsal cinsiyet, kadınlar ve erkekler için toplum tarafından uygun görülen ve sosyal olarak inşa edilen roller, davranışlar, eylemler ve niteliklerdir. Dolayısıyla her devlet kadın ve erkek kategorilerini kendi toplumlarının değer yargıları ışığında tanımlayabilecektir. İddia edildiğinin aksine, LGBT topluluklardan Sözleşme’de açıkça söz edilmemektedir. Aynı maddeye göre, kadınlara yönelik toplumsal cinsiyete dayalı şiddet, kadına kadın olmasından dolayı uygulanan ve kadınları orantısız biçimde etkileyen şiddet anlamına gelmektedir.
5.maddeye göre, taraf devletler kadına karşı pozitif ayırımcılık yaparak koruyucu tedbirler alınması, şiddet eylemlerinin önlenmesi, soruşturulması, cezalandırılması ve tazmin edilmesini sağlamak üzere, gerekli hukuki ve diğer tedbirleri almakla mükelleftirler.
Türkiye’de siyasi otoriteyi rahatsız eden esas yükümlülüğün 12. maddenin 1. paragrafında bulunduğu tahmin edilmektedir.
Buna göre, “taraflar, kadınların aşağı bir cins olduğu veya kadınlar ve erkekler için alışılagelmiş rollerin bulunduğu düşüncesine dayanan ön yargıları, örf ve adetleri, gelenekleri ve her türlü farklı uygulamaları ortadan kaldırmak amacıyla kadınlara ve erkeklere ilişkin sosyal ve kültürel davranış modellerinin değişimini sağlamak için gerekli tedbirleri almak” zorundadırlar.
Bir diğer ifadeyle, İstanbul Sözleşmesi, söz konusu maddesiyle, kültürel görecelik argümanının kullanılmasını ortadan kaldırmıştır.
İstanbul Sözleşmesi de, CEDAW gibi, Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddete Karşı Eylem Uzman Grubu (GREVIO) olarak isimlendirilen bir denetim komitesi kurmuştur. Sivil toplum kuruluşları ile de yakın işbirliği yapan GREVIO, uygulamada eksiklikleri bulunan taraf devletlere denetim ziyaretleri yapabilmekte; ayrıca Sözleşme’nin uygulanması ile ilgili her değerlendirme döneminde, bütün taraf devletler hakkında hazırladığı raporu kamuoyuna duyurmaktadır.
Türk kamuoyu 20 Mart 2021 sabahı, hafta sonunun rehavetiyle yeni bir güne gözlerini açtığında Türkiye’nin yapılmasında ön ayak olduğu, uluslararası alanda markalaşmış şehrinin ismini taşıyan sözleşmeden bir Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile ayrılmış olduğunu görmüştür.
Cumhurbaşkanlığı yönetim sisteminde Türkiye’nin, gece yarısı kararnameleriyle, taraf olduğu uluslararası antlaşmalardan ayrılmasının Anayasa bakımından mümkün olup olmadığı ayrı bir tartışma konusudur.
Yöntem ile birlikte eşit derecede önem taşıyan ve zihinlerde açıklık kazanmayan bir diğer husus, toplumumuzda kadına karşı ayrımcılığın, şiddetin ve hatta kadın cinayetlerinin arttığı ortamda, neden kamuoyunda ve parlamentoda tartışılmadan, alelacele, önemli bir ahdi sorumluluğun ortadan kaldırıldığıdır.
Kanaatimce, bu sorunun cevabı Sayın Cumhurbaşkanımızın 2 Mart 2021 günü yaptığı, İnsan Hakları Eylem Planı’nı tanıtım konuşmasının şu bölümünde gizlidir:
“Ne uluslararası belgelerin kayıtsız şartsız kopyalanmasından yanayız, ne de insanlığın evrensel kazanımlarına bigane kalmak gibi bir düşünceye sahibiz. Biz bugüne kadar tüm reformları, falan kuruluş dayattığı, filan teşkilat talep ettiği için değil, milletimiz bunlara layık olduğu için gerçekleştirdik. İnsan Hakları Eylem Planı’nın hazırlığında da asıl belirleyici milletimizin ihtiyaç ve talepleri olmuştur. Her reform, daha özgürlükçü, daha katılımcı, daha çoğulcu demokrasiye ulaşma konusunda milletimizle aramızdaki duygu ve düşünce birliğinin eseriydi. İnsan Hakları Eylem Planı da böyledir. “
Özetle, siyasi otoriteye göre Çin gibi Türkiye de Batı’dan saygı beklemektedir. ABD başta olmak üzere Batı kendi ilke ve değerlerini empoze etmeye çalışmamalıdır. Yine bu yaklaşıma göre İslam medeniyetinden kaynaklanan Türk kültürü Batı’dan farklıdır ve Türkiye, yeni yaşam tarzını kültürüne göre şekillendirme özgürlüğüne sahiptir.