Ortak Akıl Politika Geliştirme

Türkiye’nin Dış Politikasında Cemaatler – A. Bülent Meriç

İngiliz Marksist tarihçi-yazar Eric Hobsbawm, 20. yüzyılı “Aşırıklıklar Çağı” olarak tanımlar. Gerçekten geçtiğimiz yüzyıl pek çok önemli siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel değişikliklerin yaşandığı bir tarihi dönem olmuştur. Yüzyılın son çeyreğinde iyice belirginleşen küreselleşme ve karşılıklı bağımlılık, devletleri ve onlara verilen uluslararası düzeni koruma işlevini de değiştiren yeni bir evreye kapıyı açmıştır.

Oysa, İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda ABD’in öncülüğünde kurulan yeni düzen, devletlerin mutlak egemenlikleri ve her ne olursa olsun bunların iç işlerine karışılamayacağı anlayışı çizgisinde inşa edilmişti. 20. yüzyılın uluslararası düzeninin anayasası olarak nitelendirilebilecek, 1945 tarihli Birleşmiş Milletler Antlaşması söz konusu anlayışı yansıtır niteliktedir. Bu durum dünya jandarmalığı rolünü kolaylaştırıyordu. Bir yanda statükodan yana olan, diğer yanda ise revizyonist devletler vardı. Güçlünün hukuku, yani uluslararası hukuk ikincilerin hareket alanını sınırlıyordu. Hesaplar, revizyonistlerin marjinalize edilmesi ve mümkünse bu devletlerin, rejim değişiklikleri yoluyla düzene kazanılması üzerinde yapılıyordu.

21. yüzyıla girildiğinde uluslararası düzenin gerisindeki basit matematik tamamen değişmişti. Bir terör örgütü bir günde ABD’in hem siyasi hem de finansal karar merkezlerini yerle bir ederek, küresel hegemonu felce uğratmıştı. Bu aslında devletlerin egemenlik alanındaki dönüşümünün ilanıydı. Devletler artık her gelişmeyi kontrol edebilecek durumda değildiler. Mutlak egemenlik, sınırlı egemenliğe dönüşmüştü. Uluslararası alanda “Koruma Sorumluluğu” ( Responsibility to Protect) diye bir yeni kavram üretilmişti. Devletler kendi vatandaşlarına iyi davranmak, insan hakları ile ilgili evrensel düzenlemelere uymak, uluslararası, hatta ulus üstü hukukun gereklerini üstlenmek durumundaydılar. Aksi takdirde bir başka devletin müdahalesi ile karşılaşabilirlerdi. Ayrıca, çok uluslu şirketler ve devlet-dışı kuruluşlar, devletlerin iç ve dış politikalarını etkileyebilecek güce ulaşmışlardı. Bunlar başka devletler tarafından yumuşak gücü yansıtma araçları olarak kullanabilmekteydiler. Terör örgütleri ise düşük maliyetle istikrarsızlık yaratma vasıtası haline gelmişti.

Esasında devletler düzeninin zayıflatılması, çok uluslu şirketlerin ve devlet-dışı kuruluşların uluslararası aktör pozisyonuna gelmesi statükocu Batı’nın eliyle olmuştur. 1950’lerin sonunda başlatılan Avrupa Birliği projesinin devletlerin kendi iradeleriyle egemenlik devri esasında geliştiği unutulmamalıdır. Öte yanda, ABD’in, Vietnam’da sıkışmışlığın çaresizliğiyle başlattığı ve zamanla dünyanın her köşesine uyguladığı kontrgerilla savaş stratejisi, bir anlamda rejimin değiştirilebilmesi için gerekirse devletlerin yıkılması stratejisidir. Bugün, Batı dünyası çökmüş devletlerin yaydığı istikrarsızlığı bir tehdit olarak görüyorsa, sorumluluğu öncelikle kendisinde aramalıdır.

Batı dünyasının sorumlu bir üyesi olan Türkiye, orta ölçekteki diğer devletler gibi 21. yüzyılın uluslararası sisteminin köklü dönüşümüne hazırlıksız yakalanmıştır. Türkiye’yi diğerlerinden farklı kılan ise, istikrarsızlıklarla çevrili coğrafi konumu nedeniyle sadece revizyonistler tarafından değil, zaman zaman Batılı stratejik ortakları tarafından da, iç ve dış politikalarını etkileyecek operasyonlara hedef olmasıdır. Örtülü savaş olarak nitelendirilebilecek istikrarsızlaştırma politikalarının bir aracı PKK terör örgütü ise, diğeri tarikatlar ve bunların devlete sızmış cemaatleridir.

Anadolu sufizmi Hz. Peygamber tarafından inşa edilen asr-ı saadet döneminin İslam’ı anlama, anlamlandırma ve yaşama biçiminden uzaklaşılmasına; bir başka ifadeyle, dünyevileşmeye, zenginliğe, makam ve mevkiye dayalı sınıflı sosyal ortamı yaratan devletleşmeye tepki olarak doğmuştur. Bu bakımdan sufizmi, Şii Batiniliğin Anadolu’daki bir uzantısı olarak görmek yanlış olmayacaktır.

Dolayısıyla, Şii dünyasında olduğu gibi Anadolu’da süfist akımlar devletin anti-tezi olarak doğmuş ve devletin kurumsallaştırdığı ilmiye sınıfı ile çatışmıştır. En başta tasavvufi çevrelerin ontolojik anlayışı ve bu ontoloji üzerinden var ettiği epistemoloji, sufilerle ulema arasındaki farkı ortaya çıkarmaktadır. Ulema, Yaratan ve yaratılanın ayrı ayrı varlıklarına dayanan bir Tanrı anlayışını benimsemişken; sufizm Yaratanın yaratılanın içinde olduğu, tek bir “Tanrı-Varlık” anlayışıyla devletin resmi İslam çizgisinden ayrılmıştır. Daha açık ifade edecek olursak, her şeyin ondan olduğu, kudretli ve rahmetli Yaratan, insan, hayvan, nebatat, tüm kainatın görünen her parçasının içerisindedir.

Tarihimizde devletin içinde bulunduğu siyasi ve sosyal ortam, tarikatların ortaya çıkması ve kurumlaşmasında önemli rol oynamıştır. Anadolu Selçuklu çağının hem zihin ve inanç dünyası hem de siyasi, askeri, ekonomik, sosyal ve kültürel sorunları tarikatların ortaya çıkmalarında etken olmuştur. Haçlı ve Moğol saldırılarının yarattığı kaotik ortam, güvenlik arayışı içerisinde bulunan kitlelerin, şehirlerin çok uzağında kurulmuş tekke ve zaviyelerde şeyhlerin, babaların, dedelerin ve onların derviş gruplarının koruması altına girmelerine sebep olmuştur. Ulema ve umera zayıflamış devleti, devlete bağlı dini müesseseleri kutsarken; sufiler ölümüne bağlandıkları şeyhlerini ve onları kesin olarak kurtuluşa götüreceğine inandıkları tarikatlarını kutsamışlardır. Tarikat, şeriat kılıcını kuşanmış sultan ve bürokrasisinin karşısında, batıni ve mistik gücüyle devletin sınıfsal düzeni, kuralları ve kurumlarına meydan okumuştur. Ayrıca, Moğol saldırılarından kaçarak Anadolu’ya kitleler halinde sığınan göçer Türkmen kavimlerini tekkenin etrafında iskana teşvik ederek bu coğrafyanın Türkleşmesine de katkıda bulunmuştur.

Osmanlı beyliği tarikatın birleştiren, bütünleştiren, İslamlaştıran, iskanı ve yerleşik düzende ekonomik faaliyette bulunmayı teşvik eden rolünü kuruluş aşamasında fark etmiştir. Osmanlı beyliğinin devletleşmesi ile tarikatların kurumsallaşarak tekke ve zaviyeler yoluyla yaygınlaşması aynı zaman diliminde gerçekleşmiştir. Gazi dervişler, Alperenlerin fütuhata olan doğrudan desteklerinden, fethedilen yerlerde Türk-İslam kültürünün yayılmasına; ıssız yerlerin tarıma açılarak ekonomiye kazandırılmasından zaviyelerin derbentlik vazifesini üstlenmelerine; göçerlerin iskanından toplumun sosyo-psikolojik olarak rehabilite edilmesine kadar tarikat yeni devletin yaslandığı, uzlaştığı ve yararlandığı bir gayrı resmi kurum olmuştur.

Osmanlı devletinin güçlenmesi, imparatorluğa dönüşmesi ve halife-sultan modelinin gelmesi ile birlikte tarikatlar bizzat devlet eliyle “vakıf-tekke” modeline dönüştürülmüştür. Bu çerçevede tarikatların kırsalda ücra yerlerden şehre gelerek, gelir kazandırıcı ekonomik faaliyetlerde bulunmalarına izin verilmiş; bunlar devlete eklemlenmek suretiyle batini irfan özelliklerini büyük ölçüde kaybetmişler ve mecburen ilmiye ile seyfiye sınıflarının patronajı altına girmişlerdir. Böylece, şeyh ve müridleri şeriat dairesine çekilerek devlet ile sadakat esasında, resmi, kurallı ilişkiler kurmuşlardır. Sultanlar da devletleştirdikleri şeyhler ile ilişkiler kurmayı, onlara ihsanlarda bulunmayı, tekke ve türbelerini tamir ettirmekten, atiyyeye kadar imkanlar sağlamayı hem inançları, hem de sistemin bir gereği olarak yapmışlardır.

Cumhuriyet döneminde tekke ve zaviyelerin kapatılması üzerine, tarikatlar kalın bir gizlilik örtüsü altında varlıklarını korumuşlardır. Anarşi ve ekonomik krizler karşısında devletin güvenlik sağlama ve sosyal yardım boyutlarının zayıfladığı 1980 ve 90’lı yıllarda ise tekrar gün yüzüne çıkmışlardır. Esasen, tarikatların sosyal hayatımızda yeniden yaşam bulması ve devlette kadrolaşması siyasal islam hareketi ile aynı zamanda gelişmiştir. 1960 ve 70’lerin anti emperyalist, tam bağımsızlıktan yana siyasi akımlarından endişe duyan Batılı ortaklarımız da, o dönemde Türkiye’ye karşı kullandıkları daha fazla demokratikleşme kılıfı altında, siyasal islam ile birlikte tarikatların da boyutlanmasına yardımcı olmuşlar; onları kendi emelleri çizgisinde araçsallaştırmışlardır.

Bu arada Türkiye’deki tarikatlar seyr u süluk (hakikat yolculuğu) misyonlarını tamamen kaybederek dünyevileşmişler ve siyasallaşmışlardır. Ne var ki; siyasallaşma bir siyasi parti çatısı altında, meşru düzlemde gerçekleşmemiştir. Mafyavari teşkilatlanma yoluyla devlete sızmış bulunan cemaat mensupları sayesinde, meşru siyasi otoritenin vizyonundan farklı bir gündemi takip eder olmuşlardır.

Devletlerin egemenliğinin zayıfladığı küreselleşme çağında, Osmanlı döneminde olduğu gibi güvenilir bir devlet/tarikat sentezi yapılamayacağı, cemaatlerin her zaman devletin patronajı altında kalmayabilecekleri, dışarıdan yönlendirmeye açık biçimde kendi siyasi hedeflerini takip edebilecekleri, 15 Temmuz 2016 hain darbe girişimi ile açıklık kazanmıştır.

Buna rağmen devlet içerisinde cemaat yapılanması devam etmektedir. 15 Temmuz faciası sadece bütün köşe başlarını ele geçirmiş bulunan bir tarikatı zayıflatmış, diğerlerini ona üstün konuma getirmiştir. Bu sağlıksız yapılanmanın olumsuz etkileri yurt dışında da görülmektedir.

Büyükelçiliklerle birlikte tarikatların kurdukları okullar, kültür merkezleri, ticaret ofisleri ve yardım kuruluşları tabelalarında Türkiye’nin ismini kullanarak ve kapılarına Türk bayrağını asarak, ev sahibi devlet ve toplumu nezdinde devletimizi temsil misyonunu üstlenmişlerdir. Çoklu temsil, çoğu kez devletin resmi temsilcisi olan Büyükelçilikler ile eşgüdüm yapılmadan, tarikatın merkezinden gelen talepler çizgisinde yürütüldüğü için resmi çizgiden sapmalar olağan hale gelmiştir. Eşgüdüm ise, sadece tarikat merkezinin uygun gördüğü hallerde yapılmaktadır. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra, Türkiye’nin gerçek niyetinin ne olduğu noktasında ev sahibi devletin kafasını karıştıran ve şüphe duymasına yol açan bu çarpık yapılanmanın ortadan kaldırılmasına çalışılmışsa da, başarılı olunduğu söylenemez.

Büyükelçi makamı zayıflamıştır. Yabancı devletler bunun farkındadır. Bu nedenle çoğu kez Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçiliklerini değil, Ankara’da kendi büyükelçiliklerinin kanalını kullanmayı tercih etmektedirler. Öte yanda, Ankara’dan Büyükelçiliklere düzenli bilgi akışı da olmadığı için Türk Büyükelçileri ikili ilişkilerin gündemini takip etmekte de zorlanmaktadırlar.

Mevcut dış politikanın uygulanmasında başarı ve Türkiye’nin dışarıdaki imajının iyileştirilmesi bekleniyorsa, öncelikle yurt dışındaki bu temsil düzeninin ortadan kaldırılması ve devletin büyükelçisine güvenmesi gerekmektedir.

A. Bülent Meriç

Sosyal Medya

Bizi takip edin, birlikte daha güçlüyüz...