Dönem başkanlığını yürüten Almanya’nın tutumu kritik derecede önemli. Yunanistan ve Güney Kıbrıs, Doğu Akdeniz krizi bağlamında Türkiye’ye karşı sert bir dil ve önlemler talep ediyor. Katılım sürecini sona erdirmek gibi daha güçlü ve acıtıcı kararlar alınmasını destekleyen veya Gümrük Birliği’ni askıya almak isteyen Fransa gibi ülkeler de var. Almanya daha makul bir denge bulabilecek mi göreceğiz. Ancak NATO çerçevesinde ABD’nin takındığı tutum işleri daha da karıştırıyor.
Türkiye-AB ilişkileri kurtarılabilir mi bilmiyorum. Bugün her iki tarafta da derin bir güvensizlik göze çarpıyor. Ortaklığın tüm yönlerini kapsayan 18 Mart 2016 tarihli göç anlaşmasından sonra ilişkiler sürekli olarak kötüye gitti. AB; bir yandan Türkiye’yi demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü konularında geri adım attığını ileri sürerken diğer taraftan mültecileri ve göçü istismar etmekle suçladı. Brüksel, ilişkilerin yeniden toparlanması ve rayına oturması isteniyorsa neler yapılması gerektiğinin belli olduğu görüşünde. Bunun anlamı şu: Top önemli ölçüde Ankara’nın sahasında.
Taraflar arasında ciddi bir diyalogdan söz etmek zor. Her iki tarafta da yanlış anlamalar var. Karşılıklı söylemlerdeki üslup iyi değil, hatta kışkırtıcı. Kamuoylarındaki kutuplaşma endişe verici. Tarafların giderek birbirinden uzaklaştığını görmemek için aşırı iyimser olmak lazım. Gerçekten bu işin şakası yok. Yarım yüzyıllık kazanım ve bağlar, eğer şu anda gözüken gidişat önemli ölçüde değiştirilemez, doğru ve yapıcı adımlar atılamazsa tümüyle heba olabilir. Alternatif olarak oluşturulmaya çalışılan Rusya, Çin, Hindistan, Körfez ülkeleri ile bağlar bu geniş kapsamlı ilişkinin yerini tutmaz, tutamaz.
Aslında Türkiye-AB ilişkilerindeki ana unsurlar; üyelik müzakereleri, Gümrük Birliği’nin güncellenmesi, Türk vatandaşlarına vize muafiyetlerinin sağlanması ve her düzeyde sürdürülebilir ve düzenli bir diyaloğun sağlanması gibi konulardır. Ancak bugünkü diyalog; göç, Doğu Akdeniz, Suriye ve Libya’daki durum gibi daha çok bazı AB üyesi ülkelerin çıkarlarını ilgilendiren konulara odaklanmış durumdadır. Bu durumun değişmesi ve daha dengeli bir gündemin ortaya çıkması şarttır.
Unutulmamalıdır ki her iki tarafın da birbirine ihtiyacı vardır. Fakat her iki tarafın anlayışında ve yaklaşımında ciddi bir değişiklik olmadan ilişkilerin normalleşmesi çok zor gözükmektedir.
Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu sorunlar ciddidir. Salgının da etkisiyle ekonomi iyice zora girmiş vaziyettedir. Borçluluk aşırı yüksektir. Ödemeler Dengesindeki sıkıntılar artmaktadır. Tek adam rejiminde Meclis’in büyük ölçüde işlevini yitirmesi, yargının tarafsızlığı ve bağımsızlığı üzerinde ciddi kuşkular doğması, kuvvetler ayrılığının çalışmaması ve iktidarın denetlenememesi gibi nedenler giderek artan eleştirilere maruz kalmaktadır. Türkiye bu sorunları aşabilme yolunda gerekli yapısal reformları gerçekleştirme iradesini ortaya koymak ve aynı zamanda inandırıcı olmak durumundadır. AB’de bu zorlukların üstesinden gelinebilmesi için diğer birçok aday ülkeye yaptığı gibi Türkiye’ye yardımcı ve yapıcı olarak yaklaşmak zorundadır.
Aksi takdirde ilişkiler gerçekten kopma noktasına gelebilir.
Çok farklı bir küresel düzenin doğum sancılarını yaşadığımız bu dönemde Türkiye ile AB’nin çekişmesinin hiçbir mantığı yoktur. Dış Politika, ekonomi, enerji, yeşil mutabakat ve ticaretten, terörle mücadele ve diğer örtüşen çıkarlara kadar diyalog ve iş birliği içinde olunabilecek pek çok alan vardır. Hem küresel hem jeopolitik ve bölgesel olarak Suriye meselesinin ortaya çıkardığı dinamikler, Rusya konusu, ABD ve Avrupa arasındaki gerilim, Çin ile olası bir Soğuk Savaş emareleri Avrupa’nın Türkiyesiz devam etmemesi yönündeki siyasi algıyı pekiştirebilir. Yeter ki Türkiye dış politikadaki dengeleri doğru kurabilsin.
AB, ekonomik açıdan Türkiye için “olmazsa olmaz” bir ticaret, yatırım, teknoloji, finansman ve turizm ortağıdır. AB dışındaki arayışlar geçerli bir alternatiften çok ancak dengeleyici bir olarak kullanılabilir. Sürdürülebilir ve dürüst bir ilişki içinde olmak her iki tarafın da yararınadır.
Türkiye-AB ilişkilerinin kurtarılması bağlamında atılması gereken ilk adım, bugünün karmaşık gerçekleri ve belirsizlikleri göz önüne alındığında, her iki tarafın da yeni krizlerden kaçınmak adına soğukkanlı davranması, çatışmacı dilden uzaklaşması ve yakın gelecekte gerçekleşmesi mümkün olmayan tam üyelik müzakerelerini şimdilik buzdolabına koyarak sorunsuz ilerleme sağlanabilecek alanlara odaklanılmasıdır.
Umarım 10-11 Aralık tarihlerinde toplanacak olan AB Konseyine daha yapıcı bir hava egemen olur.