Din ve politika ilişkileri, 19.yüzyılın ufuk açan ilerlemeci (seminal) düşünürlerinin ilgi alanlarının başında gelmiştir. Bunlar arasında, August Comte, Emile Durkheim, Max Weber, Karl Marks, Sigmund Freud gibi isimler başlarda yer alır. Batı dünyasının bu ünlü düşünürleri, endüstri toplumları ortaya çıktıkça “Din”in, giderek önemini kaybedeceğini öngörmüşlerdir.Ancak, 1960’lara gelindiğinde, dünyanın birçok ülkesinde moderniteye geçilmesine karşın “din”in etkisinin yükselmesi, adı geçen ünlü düşünürlerin klasik teorilerinin ciddi eleştirisine yol açmıştır.
Harvard Üniversitesi’nden Norris Pippa ve Michigan Üniversitesi’nden Ronald Inglehart, 2004 yılında basılan (Sacred and Secular: Religion and Politics Worldwide – Dindar ve Seküler: Dünyada Din ve Politika” adlı kitaplarında, 1981-2001 arası yirmi yıllık dönem boyunca büyük dinler açısından ortaya çıkan değişimleri ele almışlardır. Bu tarihler arasında, “World Values Survey – Dünya Değerler Araştırması” kurumunun, 76 ülkede yaptığı araştırmalar sonucunda elde edilen istatistiksel verilerden yararlanmışlardır.
Söz konusu kitabın yazarlarından Ronald F. Inglehart, geçen yılın sonlarında Foreign Affairs dergisinde yer alan “Giving Up God – The Global Decline of Religion /Tanrı’dan Vazgeçme – Dinlerin Küresel Düşüşü” adlı makalesinde, söz konusu kitabın basılmasının ardından geçen yirmi yıl sonra konuyu karşılaştırmalı olarak tekrar ele alma gereksinimi duymuş olmalı.
Şimdi gelin, Inglehart’ın makalesinde yer verdiği önermeleri üzerinden, konuyu anlamaya çalışalım.
SSCB’nin yıkılması ve dinin yükselişi
Geçen yüzyılın sonunda SSCB’nin, dolayısıyla komünizmin çöküşünün ardından, yeni yüzyılın başlarında, bu ülkelerde dine ilgi yükseldi. Çünkü hem Rusya’da, hem de diğer Sovyet ülkelerinde oluşan ideolojik boşluk çoğunlukla Ortodoks Hristiyanlık ile dolduruldu.
Diğer yandan, yine yüzyılın başında koyu bir Evanjelist Hristiyan olduğunu her fırsatta ifade eden George W.Bush’un ABD başkanlık koltuğuna oturması da, hristiyanlığın bu mezhebinin ülkede güçlendiği izlenimine yol açtı.
Yine aynı dönemde, ABD’de meydana gelen 11 Eylül (9/11) saldırıları ise, uluslararası medyanın dikkatini, Müslüman ülkelerde Siyasal İslam’ın gücünün yükselmekte olup olmadığını anlamaya yöneltti.
2007’den sonraki büyük değişim
2007’den itibaren bazı şeyler hızla değişti. Dünya Değerler Araştırması verilerine göre daha önce çalışılan 49 ülkenin 43’ünde dindar kesimin oranının azalmaya yüz tuttuğu görüldü. İnançlı insan sayısındaki bu azalma eğiliminin, sadece yüksek gelirli ülkelerde değil, bütün dünyada yaygın hale geldiği ortaya çıktı.
Bunun anlamı şudur: Sayıları giderek büyüyen insanlar, dinin yaşamlarını anlamlandırmakta gerekli bir destek sağlamadığını düşünmeye başladılar. Bir zamanlar, ekonomik olarak gelişmiş ülkelerde dindar sayısının arttığı iddiasının tersine ABD bile, dinden uzaklaşan diğer varlıklı ülkeler grubuna katıldı. Bu önermeyi destekleyen inanca dair çok sayıda unsur içinde, büyük dinlerin yüzyıllardır empoze ettiği, çok çocukluluk, cinsiyet farkı vb seks normlarına, modern insanın artık gereksinim duymadığını söylemek mümkündür.
İnsanlar artık, bazı dini muhafazakarların, inançtan kopmanın sosyal birlikteliği ve toplum ahlakını çökerteceği söylemlerinin delilsiz olduğunu düşünmeye başladılar. Ayrıca muhafazakarların iddia ettiklerinin aksine, dindar olmayan ülkelerde yolsuzluk ve cinayetlerin daha az olduğunu gördüler. Bu noktada, dinlerin, elbette yolsuzluk ve cinayetleri desteklemediğini söyleyerek yanlış anlaşılmanın önüne geçmek istediler. Söylenmek istenen şudur: Toplumlar geliştikçe, yaşamlar daha güvenli hale gelmekte, bir zamanlar yaygın olan açlıklar azalmakta, yaşam beklentisi artmakta, şiddet ve cinayetler, gelişmemişlere göre azalmaktadır. En önemli tespitlerden biri de, insanların sosyal güvenlik düzeyleri yükseldikçe, dinlerle ilişkilerinin zayıflamasıdır.
2011 Çalışması
Norris ve Inglehart, kitaplarının 2.düzeltilmiş baskısını 2011’de yaptılar. Bu baskıda 1981’deki bulgularla, aradan geçen yaklaşık 25 yıl içinde 2007’ye kadar olan araştırmaları sonundaki bulguları karşılaştırdılar.
Her araştırmada, anket yaptıkları kişilere “Tanrının onlar için ne kadar önemli olduğu” sorusunu yönelttiler. Aldıkları yanıtlara 1’den (hiç önemli değil), 10’a (çok önemli) puan verdiler.
Sonuçta, bir ülkenin dindarlık düzeyinin 25 yıllık süre içinde nasıl değiştiğine dair dikkat çekici sonuçlara ulaştılar. Ülkelerin çoğunda Tanrı’nın önemine inanç yukarı yönlüydü. En büyük artış önceki komünist ülkelerde ortaya çıktı.
1981- 2007 arası dönemde, Bulgaristan ortalaması 3.6’dan 5.7ye; Rusya ortalaması da 4.0’dan 6.0’a yükselmişti. Dindarlıktaki bu artışın, SSCB’nin çöküşünün ardından, ekonomik, fiziki ve psikolojik güvenlikteki şiddetli sarsıntıların yarattığı boşluğun, din tarafından doldurulma ihtiyacından kaynaklandığı düşünüldü. Eski Sovyet Bloku dışındaki Brezilya, Çin, Meksika ve Güney Afrika gibi ülkelerde de dini inancın yükseldiği görülürken, yüksek gelirli gelişmiş ülkelerde tersi sonuçlar ortaya çıktı.
Yukarıda da değinildiği gibi, 2007’den bu yana, dinden uzaklaşma olarak değerlendirilebilecek keskin değişimlerle karşılaşıldı. Esas olarak yüksek servet ve gelir sahibi bireylerin oluşturduğu ülkelerde dinden uzaklaşmalar yükseldi. Eski Sovyet Bloku ülkelerinin çoğu başta olmak üzere birçok fakir ülkede de dine ilgi azaldı.
Bütün bu gelişmeler yanında, 2007-2019 arasında sadece beş ülkede dindarlığın yükseldiğini söylemek mümkündür. Tipik örnek Hindistan’dır. Bu çalışmanın yapıldığı sırada Hindu ulusalcı ve dinci (BJP) Bharatiya Janata Partisi iktidarı ele geçirir geçirmez, Hindistan’ın geniş Müslüman azınlığına karşı ayrımcı politika izleyerek toplumu böldü.
Amerika’da Ne Oldu?
1981-2007 arasında ABD dünyanın en dindar ülkelerinden biriydi. Ancak, 2007’den bu yana, dinden uzaklaşma açısından önde giden ülkelerden biri haline geldi.
Nitekim, “Tanrı’nın Önemi” konusunda yukarıda anlatılan 10 puanlık ölçek üzerinden bakıldığında, sürecin başlarında 8.2 olan ABD’nin puanı 2017’de 7.0’a indi. Bu durum, yıllarca ekonomik modernizasyonun sekülarizasyona neden olmayacağına dair yaygın görüşün aksini gösterdiği için anlamlıdır. Bu ölçeğe göre, ABD, haklarında bu konuda veri sahibi olunan ülkeler arasında en az dindar 32.ülke konumundadır.
Sekülarizasyonun Geçmişi
Yazımızın başında adı geçen 19.yüzyıl büyük düşünürleri, bilimsel bilginin bütün dünyada yaygınlaşması ile dinin giderek dışlanacağını öngörmüşlerdi. Ama öyle olmadı!
Din, insanların duygusal gereksinimlerini, bilinçten daha güçlü bir şekilde doyurmaktaydı. İnsanlık tarihinin uzunca bir kısmı boyunca, dünyanın, yanılmaz bir yüksek gücün elinde olduğuna ve o yüksek gücün koyduğu kurallara uyulması halinde her şeyin en iyiye ulaşacağına inanıldı. İnsanlar, doğa olayları nedeniyle, geçmişte sıklıkla maruz kaldıkları açlıklara dinin desteği ile dayanabiliyorlardı.
Teknolojik ve ekonomik gelişmeler sayesinde, açlıktan kurtulma, hastalıklarla baş etme, şiddeti bastırma vb sorunlar karşısında güçlenen insanlar, dine daha az ihtiyaç duymaya, dolayısıyla dinin sınırlandırmalarını kabul etmeye pek de istekli olmamaya başladılar.
Sekülerizasyon olarak adlandırılabilecek bu durum, 19.yüzyıl’dan itibaren, nispeten güvenlik sorunlarını aşmış Batı Avrupa ve Kuzey Amerika toplumlarından başlayarak diğer ülkelere de yayılmaya başladı.
Normal olarak bu süreç, nesiller arası değişimlerle ortaya çıkar; ardından giderek, toplumsal uyum (conformity) ve çekicilik (desirability) gibi unsurların yaygın düşünceleri sarsması nedeniyle aniden kesilir ve başka bir boyuta geçiş başlar. İşte, yüksek gelirli grupların iyi eğitim, öğretimden geçmiş gençlerinin son dönemlerde vardığı eşik budur.
Dinden Uzaklaşma
Dinden uzaklaşmanın nedenleri arasında ekonomik ve teknolojik gelişmeler dışında elbette başka faktörler de var. Mesela ABD’de siyaset bunlardan biridir.
1990’lardan bu yana Cumhuriyetçi Parti muhafazakar seçmenlerin desteğini alabilmek için, eşcinsel evlilikler, kürtaj vb kültürel unsurları kullandı. Ancak bu tutum, kültürel açıdan liberal gençleri dinden uzaklaşmaya sevk etti.
Önceleri, din olgusunun siyasi görüşleri büyük ölçüde şekillendirdiği kabul edilirdi. Son zamanlarda topluma açık panellerde, büyük çoğunluğun, düşüncelerini “sebep/sonuç” ilişkisi üzerinden geliştirmekte olması, eski kabullerin artık geçerli olmadığını ortaya koydu.
Yine ABD’de, Hristiyan değerlere bağlılığı tartışmalı Trump’ın başkan seçilmesi, Evanjelik’leri, gençlerin kiliseleri boşaltacağı kaygısına sevk etti. Katolik kilisesi de, kendi iç sorunları nedeniyle birçok üyesini kaybetti. Nitekim, PEW Araştırma Merkezi’nin, geçen yıl yaptığı bir çalışmada, ABD ergenlerinin %92’sinin katolik papazların çocuk istismarlarına dair son raporların farkında olduğu, % 27’sinin de bu yüzden kiliseye gitmekten vazgeçtikleri ortaya çıktı.
En önemli neden
Dinden uzaklaşmanın belki de en önemli nedenlerinden biri “doğurganlık” normlarının dönüşüm geçirmekte olmasıdır.
Yüzyıllar boyunca birçok toplumda, kadının toplumdaki en önemli rolünün mümkün olduğunca çok çocuk doğurmak olduğu kabul edildi. Büyük dinlerin çoğu, doğurganlığı toplumların temel unsuru olarak benimsedi. Bu amaçla boşanma zorlaştırıldı, kürtaj ve doğum kontrolu yasaklandı.
Çocuk ölümlerinin yüksek ve yaşam beklentisinin daha kısa olduğu eski dönemlerde, nüfusun azalmasını önlemek için, ortalama bir kadının 5-8 çocuk doğurması beklentisi normaldi. Ancak, geçen yüzyıl içinde çok sayıda ülkede çocuk ölümlerinin azalması ve beklenen yaşam sürelerindeki artış, söz konusu kültürel normlara artık ihtiyaç kalmadığını ortaya koydu.
Bütün bunlara karşın, büyük dinler eski normlarda israrlarını sürdürerek, değişime direndiler. Ancak toplum yüksek düzeyde ekonomik ve fiziksel güvencelere erişince, genç nesiller bu durumu “verili” olarak algıladılar ve doğurganlık normları da geriledi. Şimdilerde ise, cinsiyet eşitliği, boşanma, kürtaj, eşcinsellik vb konulardaki yasalar da hızla değişmeye başladı.
Değişimin Nicelleştirilmesi
Aslında bu derin değişim, Dünya Değerler Araştırma Kurumu’nun yıllardır çalışıp elde ettiği verilerle nicelleştirilip ortaya kondu. Yöntem olarak, yukarıda “Tanrı’nın Önemi” konusunda kullanılan “on puanlı ölçek” sisteminden (düşük değerlerin daha muhafazakar, yüksek değerlerin ise daha liberal görüşleri yansıttığı) yararlanıldı.
1981’de verileri sağlanabilen ülkelerin büyük bölümünün “doğurganlık” normlarını desteklediği anlaşıldı. Hatta yüksek gelir grubundaki İspanya, İngiltere, Japonya, Finlandiya, İsveç gibi ülkelerin puanları 3.44-5.35 arasındaydı. Ancak 2019 yılında gelindiğinde aynı ülkelerin puanları 6.74-8.49 aralığına yükseldi. Bu puanlar, kompleks gerçekliği basitleştirmiş gibi görünmekle birlikte sekülarizasyonun ivmesi konusunda anlamlı bir gösterge niteliğindedir.
Bu durumun aslında , bir önemli istisna dışında, 21.yüzyılın ilk çeyreğinde dünyada gelişen trendi yansıttığı söylenebilir. İstisna ise, Dünya Değer Araştırmalarında yer alan ve nüfusun büyük çoğunluğunun müslüman olduğu 18 ülkedir. Bunların hepsinin söz konusu skalaya göre puanları, kırılma noktası (tipping point) olarak kabul edilen 5.50’nin altındadır. Bu ülkelerde, cinsiyet eşitliği ve doğurganlık açısından geleneksel normları güçlü bir şekilde korumaya dönük dindarlık olgusu sürmektedir.
Yolsuzluk, Diğer Suçlar ve Din
Uluslararası Şeffaflık Örgütü (Transparency International) 1993’den bu yana her yıl Yolsuzluk Algılama Endeksi düzenleyip, yayınlamaktadır. Kamu sektöründeki yolsuzlukların dikkate alındığı bu endekslerde en önemli parametreler, hükümet görevlileri ve iş insanlarının dürüstlüğüdür. 180 ülkeyi kapsayan bu endekslerde kamu sektöründeki yolsuzluk derecelerine göre ülkeler sıralanır. Böylece, dindarlık ile yolsuzluk arasındaki gerçek ilişki ortaya çıkar.
Gerçek şudur ki; seküler ülkelere göre dindar sayılan ülkelerdeki yolsuzluğun her zaman en yüksek düzeyde seyrettiği saptanmıştır. Mesela en seküler sayılan Kuzey Ülkelerinde yolsuzluk en düşük düzeydeyken, Bengladeş, Guatemala, Irak, Tanzanya ve Zimbabwe vb dindarlığın yüksek olduğu ülkelerde yolsuzluk en üst düzeydedir.
Bu sonuçlara bakarak, dinin doğrudan yolsuzluğa neden olduğu elbette söylenemez. Ancak, ekonomik ve fiziksel güvenliğin en zayıf olduğu ülkelerde dindarlık ve yolsuzluk bir hayli yüksek düzeyde atbaşı gitmektedir.
Bu çizgi, cinayet gibi diğer ağır suçlar için de farklı değildir. Bazılarına şaşırtıcı gelebilir ama, dindar insanların çoğunluğu oluşturduğu birçok ülkede cinayet oranı, dindar olmayanların çoğunluğu oluşturduğu ülkelerden tam 10 kat fazladır.
Eski tarım toplumlarında insanlar doğal olarak yaşamda kalabilecek kadar yaşadıkları için aralarında bağ sağlamak ve düzeni korumak açısından dinin çok önemli işlevi oldu. Ancak modernizasyon bu denklemi değiştirdi. Geleneksel dinin rolünün azalmasının oluşturduğu boşlukları, eşit ölçüde güçlü ahlak normları doldurdu.
Sonuç
Dünya Değerler Araştırması’nın ortaya koyduğu veriler, güvenli seküler toplum insanlarının en yüksek önceliğinin, kendilerini özgürlük içinde ifade etme ve özgür seçim yapma olduğunu gösteriyor. Bu insanlar artık, insan hakları, kendilerinden olmayanlara tolerans (tahammül), çevrenin korunması, cinsiyet eşitliği ve en önemlisi de ifade özgürlüğü gibi değerlere, olmazsa olmaz, başat değerler olarak bakıyorlar.
Çağdaş toplumlarda ayrışmaların en büyük nedeninin geleneksel dinler olduğu genel kabul görmüş durumda. Çünkü dinler uzun geçmişten aldıkları tarihi normları “mutlak değerler” olarak dayatmaktan vazgeçmediler. Ancak deneyimlerle öğrenildiği gibi “mutlak inanç” sisteminin sonunda vardığı aşama fanatik tahammülsüzlük olduğu anlaşılmıştır. Bunun en tipik örnekleri de, geçmişte kalan Katolikler ile Protestanlar ve Hristiyanlarla Müslümanlar arasındaki savaşlardır.
Toplumlar, sanayi çağı ve ardından günümüzde bilgi bazlı sosyo-ekonomik süreçlere erişince dinin insanların yaşamındaki önemi azalmaya yüz tuttu ve insanlar geleneksel din kurum ve liderlerine itaatkar olmaktan vazgeçtiler.
Bu çizgi sürecek gibi görünmesine karşın, geleceğin ne getireceği de belirsizliğini korumayı sürdürüyor. Nitekim eğer pandeminin önüne geçilemez ve süreç önümüzdeki uzun yıllara doğru yayılıp bir ”Büyük Küresel Depresyon’’a doğru evrilirse, son on yılların olumlu yöndeki kültürel değişimlerinin geriye dönme olasılığı olduğunu da unutmamak gerekir.
Ancak teknoloji bazlı güçlü büyüme olasılıkları ve yaşam süresi beklentisinin uzamış olması o tür risklere pek meydan verecek gibi görünmüyor. Eğer 21.yüzyılın ilk çeyreğinin sonuna yaklaştığımız dönemdeki bu gelişim sürerse, geleneksel din otoritelerinin toplum ahlakı üzerindeki her türlü baskısı tamamen ortadan kalkmasa bile günümüzde batının birçok ülkesinde görüldüğü gibi marjinal ve folklorik hale gelecektir.
Ve umalım ki böylece küresel tolerans (tahammül) kültürü şimdiye değin olduğundan çok daha büyük güç kazanacaktır.
Kaynak: www.yurtseverlik.com