The New York Times gazetesinden Selam Gebrekidan dünkü yazısında, çoğumuzun merak ettiği soruyu sormuş.
Soru şu: Birçok ülkenin lideri, koronayı kontrol altına alabilmek için acil önlem kararnameleri ile yetki alanını genişletti. Korona sonrası bunlardan vazgeçerler mi?
Biz de bu yazımızda, bu önemli sorunun ayrıntılarını ve yanıtını Gebrekidan’ın izinden giderek anlamaya çalışalım.
Gerçekten son iki üç hafta içinde, yerküre üzerinde yaşayan insanların çoğunu şiddetli bir şekilde sarsan corona virüsü, sonunda neredeyse bütün dünyayı durma aşamasına getirdi. Doğal olarak da, birçok ülkenin kaygılı yurttaşları, ülkelerini yönetenlerden hızlı kararlar almasını talep ettiler. Birçok lider de bu talebin hakkını gecikmeden verdi ve olağan koşullarda diktatöryel sayılabilecek önlemler alırken nerdeyse hiç bir dirençle karşılaşmadı.
Birçok ülke halkının, olağanüstü durumların altından olağan yönetimle gelinemeyeceğini kabul ederek yöneticilerini desteklediği anlaşılıyor. Böylece ülke sınırlarının kapatılması, virüsü kapmış olanları izleme ve karantina zorlamaları olağan hale geldi. Birçok hukukçu da, bu önlemlerin tamamının uluslararası kurallara uygun olduğunda mutabık olduklarını ifade ettiler.
Diğer bir kısım hukukçu ise, kamu sağlığını koruma bahanesiyle, aslında salgın ile ilişkisiz olarak alınan bazı önlemlerin, yönetimlerin istismarına açık olmasından duydukları kaygıyı ortaya koydular.
Ancak söz konusu önlemler bazı ülkelerde hızla yürürlüğe sokuldu. Mesela otoriter liderlikle yönetilen Ürdün’de; “ illiberal”denen, anlamı kendinden menkul “demokrasi “ ile yönetilen Macaristan’da; hatta geleneksel demokrasinin beşiği kabul edilen Britanya’da bile!
Hem de alınan zorlayıcı önlemlerin, korona tehdidi kalktıktan hemen sonra iptal edileceğini işaret eden her hangi bir hüküm koyma gereksinimi duymadan!
Bu tuhaf durum karşısında bakın Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Özel Raportörü Fionnala Ni Aolain kaygısını nasıl ifade etmiş: ”Korona pandemisi nedeniyle alınan bu önlemlere bakınca, pandeminin ardından, baskıcı otoriter rejim epidemilerinin ortaya çıkışı hiç de şaşırtıcı olmaz”.
Bu süreçte, yurttaşların yakından izlenmesini, süresiz tutuklanabilmesini, toplanma ve ifade özgürlüğününün kısıtlanmasını olağan hale getiren kararnamelerde, süreç sonunda bunların tamamen kaldırılacağına dair bir hükmün yer almaması dikkate alındığında, Finnola Ni Aolin’in kaygısının yersiz olduğu düşünülebilir mi?
Çünkü, kaygı duyulan başlıklar için pandemi boyunca doğal olarak yeni normlar ortaya çıkmaya devam ediyor. Mesela Güney Kore ve Singapur’da, olağan koşullarda kabul edilmesi olanaksız yurttaşları yakın gözleme girişimleri, virüsün yayılmasını yavaşlattığı için yurttaşlarca övgüyle karşılandı. Krizin başlarında ağır eleştirilere maruz kalan Çin’in uyguladığı sert önlemler çok geçmeden diğer ülkelerce de benimsendi.
Kriz İstismarcıları
Bu sürecin en tipik istismarcısının, ülkesinde “ siyaset sihirbazı “ olarak tanınan İsrail Başbakanı Netanyahu olduğunu söylemek mümkündür. Bakın ne yaptı? Teröre karşı önlemler adı altında toplanan kişisel veri tabanı üzerinden bireyleri izlemeye aldırdı ve muhalifleri, virüs nedeniyle alınan tecrit kararına uymadıkları gerekçesiyle altı ay hapis cezası ile tehdit etti.
En dikkat çekici olanı da, kendisini rüşvet talep etmekle aylardır suçlayıp ifadesini almak için peşinde olan savcının takibinden, virüs nedeniyle mahkemeler çalışmalarına ara verdikleri için bir süreliğine de olsa kurtulmuş oldu.
Diğer bazı ülkelerde de, korona nedeniyle çıkarılan acil durum kararnameleri, geçmiş dönemlerde uygulanmış sıkı yönetim dönemlerini hatırlattı. Mesela, Filipinler Meclisi geçen hafta kabul ettiği kararla, Başkan Duterte’ye pandemi ile mücadele için 5.4 milyar $ tutarında bir fonu istediği gibi kullanma yetkisi verdi.
“ Bu denli sınırsız bir yetkinin başkana tanınması otokrasi ile eş anlamlıdır “ diyen Filipinli Sivil Haklar Avukatları örgütü, meclisin bu kararına karşı çıktı. Bu avukatlar, başkan Duterte’nin yakın geçmişte ülke anayasasını tuvalet kağıdı tomarına benzettiğini hatırlatmaktan da geri durmadılar.
Bazı ülkelerde de yöneticilerin muhalifleri bastırıcı yöntemler sergilemekten kaçınmadıklarına tanık olunmaya başladı. Mesela Ürdün başbakanı Omar Razzaz, çıkarılan “ acil savunma yasası” ile, ülkesinde panik yaratacak dedikoduların, ve haberlerin önüne geçileceğini söyledi.
Bir başka ülke Taylan’da başbakan Prayuth Chan-ocha’ya medya üzerinde sansür ve yasaklama yetkisi verildi. Bu yetki ile, salgına karşı hükümetin aldığı önlemleri eleştirenler cezai tehditlerle korkutuldu.
Benzer şekilde Şili’de de “ afet durumu “ ilan edilerek asker sokağa çıkarılarak, aylardır sokaklara dökülüp hükümeti protesto eden muhalifler susturuldu.
Bir diğer Güney Amerika ülkesi olan Bolivya’da mayıs ayında yapılması gereken başkanlık seçimleri pandemi gerekçesiyle iptal edildi. Bilindiği gibi geçen yıl yapılan tartışmalı seçimlerin neden olduğu protestolar sonucu başkan Morales istifa edip, Meksika’ya sığınmak zorunda kalmıştı.
ABD’de bile, Adalet Bakanlığı, mülteci olmak için bekleyen göçmenleri koruyan yasaların ortadan kaldırılması ve onları yargısız tutuklama yetkisi talebiyle Kongre’ye başvurdu. Ancak kongrenin Demokrat üyelerinin karşı çıkması üzerine geri adım atarak yumuşatılmış öneriler içeren yeni bir paketi sunmak zorunda kaldı.
Bunun gibi örneklerin artmasından kaygılanan insan hakları savunucuları, korona yüzünden halkın dikkatlerinin dağılmasını fırsat sayan bazı ülke yöneticilerinin güç yoğunlaşmasına dikkat çekiyorlar. Çünkü bazı ülkelerde, bırakın halkı, yasa yapıcıların ve insan hakları savunucularının bile okumalarına ve tartışmalarına fırsat bırakmaksızın, bazı acil durum yasaları hızla değiştirildi.
Kriz bahanesiyle acele ile değiştirilen bu yasaların kriz sonundaki akıbeti bilinmiyor.
Aynen 11 Eylül krizi sonrasında ABD Kongresi’nden geçirilen “ Vatanseverlik Yasası”nı doğuran durumun ortadan kalkmasına karşın, halen yürürlükte olması gibi!
Washington’daki Kar Amacı Gütmeyen Uluslararası Hukuk Kurumu’nun başkanı Douglas Rutzen’in dediği gibi; “ acil önlem ihtiyacı doğduğunda yasa çıkarmak zor değil ama daha sonra onu ortadan kaldırmak hiç de kolay değil”.
“ Bir Gerçek Diktatörlük “
Karşı karşıya kaldığımız korona virüsü gibi pandemilerin otokrasiye yatkın hükümetler için “ lütuf “ niteliğinde fırsatlar ortaya koyabildiğini unutmamak gerekir.
Örnek mi? Macaristan başbakanı Viktor Orban, çıkardığı bir yasa ile parlamentoyu ve yürürlükteki yasaları bypass edecek gücü elde ederek korona krizini fırsata çevirmeyi başardı. Macaristan’ı yakından izleyen yorumculara göre Orban eline geçirdiği bu yeni güç ile, demokratik kurumları erozyona uğratmak dahil parlamento üyeleri ve gazetecileri bir hayli korkutan yetkilere sahip oldu. Korona krizi ile ilgili istediği önlemleri alma yanında, seçim ve referandumları da istediği süreyle askıya alma yetkisini elde etti.
Korona epidemisi konusunda hükümetin aldığı önlemleri engelleyecek tarzda bilgileri yayanların beş yıl hapis ile cezalandırılacağı hükme bağlandı. Söz konusu yasa maddesi savcıya neyin yanlış bilgi ve hangi hareketin düzen bozucu olduğunu belirleme konusunda geniş yetki alanı tanıdı.
Bu yasanın son derece alarme edici olduğunu söyleyen Budapeşteli avukat Daniel Karsai, bu yasa ile oluşturulan büyük korku atmosferinin, Orban yönetiminin ülkede “ gerçek bir diktatörlük “ oluşturduğunu açıkça gösterdiğini söyledi.
“ Acımasız Güçler “
Sadece Macaristan vb. zaten güçsüz demokrasiler değil, güçlü bilinen demokratik ülkeler yöneticilerinin de pandemiyi kullanarak güç arttırdıklarına tanık olunuyor.
Bilindiği gibi, monarkın sembolik güçten başka ağırlığa sahip olmadığı Britanya, uzun yıllara dayalı geleneksel demokrasisi ile örnek ülke olarak bilinir. Korona virüsüne karşı önlemler içeren yasal düzenlemenin çoğu zaman “ demokrasinin beşiği “ olarak nitelendirilen Britanya parlamentosundan da acele geçirilmiş olması çok dikkat çekti.
Bu karar ile bakanlara, limanları, hava alanlarını kapatma, insanların, bırakın protesto gösterisi yapmalarını, toplu bir araya gelmelerini dahi yasaklama, tutuklama ve süresiz tecrit yetkileri verildi.
Parlamentoya yasa tasarısını sunarken Sağlık Bakanı Matt Hancock’un; “ almak zorunda kaldığımız bu önlemlerin barış zamanı izlediğimiz yöntemden bir sapma olduğu doğrudur; ancak karşımızdaki tehdide göre ölçülü ve geçici olacağını da ifade etmek isterim” şeklindeki sözleri, 16. yüzyılın kötü şöhreti ile bilinen kralı 8.Henry’nin sahip olduğu yetkileri hatırlatması açısından ürkütücüydü.
Çünkü bakanlar eliyle kullanılacak bu yetkiler, özellikle sınırlarda görevli polisin, ülkeye girmeye çalışan göçmenleri süresiz tutuklamalarını da içeren her türlü düşmanca muameleye de kapı açmaktaydı.
Nitekim parlamentonun insan hakları komisyonuna danışmanlık yapan avukat Adam Wagner’e göre de, söz konusu yasanın her bir maddesinin tartışılması aylar sürerken, bu yasa kısa bir süre içinde parlamentodan geçirilmişti.
Diğer taraftan bir insan hakları kuruluşu olan Big Brother Watch’un yöneticisi Silkie Carlo, acımasızca alınan bu önlemleri “ barış zamanında hayal edilmesi bile mümkün olmayan göz yaşartıcı “ olarak nitelendirerek; bunların Britanya’yı, krizden krize, sağlık paniğinden bir başka sağlık paniğine sürükleyeceğini ve ülkesinin kaybolup gitmesinden büyük bir kaygı duyduğunu söyledi.
Çünkü Bayan Carlo’ya göre, mevcut yönetimin aldığı bu kararlarla, çok uzak olmayan gelecekte Britanya’nın, “ birbirini kovalayan acil durumlar süreçleri”ne girmesi kaçınılmaz hale gelebilir.
Görüldüğü gibi, New York Times yazarı Selam Gebrekidan’ın verdiği örnekler üzerinden yaptığı analiz ve yorumlar, ilginç olduğu kadar ürkütücü.
Bir de, bu ülkelerin çoğunda, kriz nedeniyle işyerlerinin birbiri ardından kapatılması ve yenilerinin de bu sürece katılması sonucu ortaya çıkacak büyük işsizliğin, kısa bir sonra oluşturabileceği yüksek protestolar hesaba katıldığında, bu ülkelerde otokratik yönetimlerin uzunca bir süre boyunca iktidarlarını bırakmayacaklarını düşünmek kehanet sayılmamalı.
Kaynak: www.yurtseverlik.com