2011 yılı mart ayının 11.günü, yani yaklaşık on yıl önce Japonya’nın kuzey doğusunda büyük okyanus kıyısındaki Fukushima Nükleer Santralının açıklarında 7.1 şiddetinde bir deprem oldu. Depremin oluşturduğu 15 metreyi aşan tsunaminin söz konusu santralı vurması sonucunda büyük bir felaket yaşandı.
Fukushima ve Çernobil
Sonuç itibariyle, radyasyondan ölenler ve kayıplar olmak üzere 20 bin dolayında insan hayatını kaybetti; bölgede yaşamını sürdüren 160 bin kişi evlerini terk etmek zorunda kaldı. Dehşet verici bu boyutuyla Fukushima, 1986’da yaklaşık 30 bin kişinin öldüğü Çernobil’den sonra, bu büyüklükte olması çok muhtemel yeni bir
nükleer santral faciasına kadar, en büyük ikinci felaket olarak kayıtlara geçti.
Öyle bir felaket ki, Fukushima santral ve çevresini radyoaktiviteden büyük ölçüde arındırmak için, Japonya’nın önümüzdeki 40/50 yıl boyunca on milyarlarca dolar para harcamak zorunda kalacağı tahmin ediliyor.
Aynen, sadece Ukrayna’yı değil, 35 yıldır devam eden radyasyon yayılımı ile Türkiye dahil, kuzeydeki uzak ülke Norveç’e kadar çok sayıda ülkede yaşayan insanı, başta kanser olmak üzere başka bazı ölümcül hastalıklara sürükleyen Çernobil’in etkilerinin ortadan kaldırılmasının ancak 2065 yılına doğru mümkün hale
gelebileceğinin tahmin edildiği gibi!
Zengin Japonya’ya göre bir hayli fakir Ukrayna halkının birkaç neslinin bu yüksek faturayı ödeyecek olması, bizim gibi nükleer santrallara irrasyonel biçimde yönelen gelişme yolundaki ülkeler için gerçekten ibretlik bir gerçek!
Fukushima’da Bugünlerde Neler Oluyor?
Peki, Fukushima’da bugünlerde ne oluyor da, nükleer güç santralları konusu uluslararası gündeme yeniden neden geldi?
Nedeni şu: Aradan geçen on yılda, bir kısmı okyanusa salınsa da, salınamayıp biriken yüksek radyoaktivite ile yüklü bir milyon iki yüz bin ton dolayındaki soğutma sularını muhafaza eden tankerlerin dolması ve akmaya devam eden bu suların muhafazası için artık yer kalmamış olması! Bu durumda, ya buharlaştırılarak atmosfere salınması, ya beton haline getirilerek yer altına gömülmesi, ya da okyanusa akıtılması gündeme gelen yüksek radyoaktivite taşıyan bu sulardan hangi yöntemle kurtulunmasının uygun olacağını belirlemek üzere Japon hükümeti tarafından bir Kurul (panel) oluşturuldu. Bu Kurul’un, tasfiyenin yöntemi konusunda bu ayın sonuna kadar kararını verecek olması, çevreciler yanında, bölge sakinleri ve diğer ülkeler hükümetlerini harekete geçirdi.
Bu arada Japon NHK ulusal kanalı ve diğer kanallardan gelen haberlere göre, söz konusu Kurul’un, yüksek radyoaktivite taşıyan suların yeniden tasfiye sürecinden geçirilip, üç alternatif yöntemden en ucuzu olan deniz suyu ile seyreltilerek, sözüm ona radyoaktivite yoğunluğunun düşürülmesini takiben okyanusa verilmesini
önermesi bekleniyor.
Yukarıda söz edilen çevreciler, soruna en ucuz ve en çabuk çözüm olarak önerilen bu uygulamanın yeni bir çevre felaketine yol açacağını ileri sürüp, santral çevresinin dışında yeni depolama tankları yapmasını öneriyorlar. Bunun yapılmaması durumunda, hükümetin bölgeyi 40 yılda eski temiz haline getirme sözünün bütünüyle gerçek dışı olduğunu iddia ediyorlar. Bu iddia sahiplerine göre, felaket sırasında reaktörlerden kaçan ergimiş nükleer yakıtın söz verilen 40 yıllık süre içinde tasfiyesine dönük henüz yeterli ve güvenilir bir teknoloji olmaması nedeniyle gelecekte son derece büyük komplikasyonlar ortaya çıkacak.
Ayrıca felaket sonrası iflas eden, ancak devlet tarafından kurtarılan santralın sahibi TEPCO şirketi yetkililerinin tasfiye edilecek suda bulunan trityum adındaki, diğer radyonüklidlere göre daha az zararlı radyoaktif maddenin düzeyini düşük göstermek için manipülasyon yaptığını belirten çevreciler bu durumun sorumlusu olarak
hükümeti suçluyorlar.
Greenpeace Örgütünün kıdemli nükleer uzmanı Shaun Burnie’ye göre hükümet daha az zararlı olduğu bilinen trityumdan söz ediyor ama, yerinde yürütülen İleri Sıvı Proses Sistemleri (ALPS) tekniği ile yapılan ‘temizlik’ çalışmalarına rağmen suda kalan, mesela ‘strontium-90’ vb yüksek radyoaktiviteli diğer elementlerden söz
etmeyerek yanlış yönlendirme yapıyor. Diğer yandan Greenpeace’in bir diğer kıdemli nükleer enerji uzmanı Jan Haverkamp’a göre ise, ALPS yöntemi ile radyoaktif kirleticilerin, tespit edilemez düzeylere düşürüldüğü söylemi ise çok tartışmalı.
Ayrıca TEPCO’dan ele geçirilen belgelere göre, yapılan bir çok çalışmaya karşın, topluca radyonüclid denilen, iyot, rutenyum, rodyum, antimuan, telluryum, kobalt ve stronsiyum gibi yüksek radyoaktif elementler söz konusu sudan tasfiye edilememiştir.
Süreci izleyen Japon gazetelerinden Kahoko Shinpo’nun bildirdiğine göre, 2017’de toplanan 84 ayrı su numunesinin 45’inde “iyot-129 ve rutenyum-106” adlı radyoaktif element düzeyleri, kabul edilebilir düzeylerin çok üzerinde çıkmıştır. Bilindiği gibi iyot tiroid kanserine, rutenyum ise yüksek dozlarda zehirlenme ve kansere neden
olmaktadır.
TEPCO’nun bir başka teyit ettiği bilgide ise, ALPS adlı tasfiye sistemine tabi tutulan 65 bin ton dolayındaki suda “stronsiyum-90” adlı radyoaktif element seviyesinin kabul edilebilir limitin 100 kat üzerinde olduğu görülmektedir.
Sonuç olarak, öyle anlaşılıyor ki, Fukushima bölgesinde yaşayan halk, özellikle okyanus balıkçıları, diğer bölge ülkeleri, temizlik çalışmaları on yıllarca devam edecek santralın depolarında bekletilen ve her gün miktarı artan yüksek radyoaktivite içeren bir milyon iki yüz bin ton üzerindeki suyun, hangi işlemden geçirilmiş olursa olsun
deniz suyuna salınma ihtimalinden çok tedirgin durumdalar.
Japonya’nın görevinden ayrılan Shinzo Abe yerine başbakanlığa getirilen Yoshihide Suga’nın, Fukushima bölge halkı ve komşu ülkeler açısından yaşamsal öneme sahip bu konuda hangi yönde karar alacağı büyük merak konusu!
Ülkemizde Nükleer Santral Serüveni
Yazıyı bitirmeden ülkemizdeki nükleer santral serüvenine dair birkaç söz etmek isabetli olacak. TDK’ya göre “serüven”” kelimesinin kökeni Farsça, karşılığı da “macera” kelimesi. Onun da kökeni Arapça! Birkaç anlamı var; basitçe “olaylar zinciri” demek. “Olmayacak, riskli iş” anlamına da geliyor. Bu bakımdan Türkiye’nin
nükleer enerji ile ilişkisinin geçmişi, tam bir serüven, yani macera!
En azından benim için öyle.
Yarım yüzyıl önce mühendislik lisansının ardından yaptığım yüksek lisans derslerimiz arasında “Nükleer Mühendisliği” diye bir dersimiz vardı. Dersi de, zamanın ünlü nükleer bilimcilerinden, o zamanların
Çekoslavakya’sından misafir öğretim üyesi olarak gelen Prof.Miroslav Kyrs adındaki hocamızdan almıştık. Sözümona o günlerde ülkede nükleer santral hevesi vardı. Bize de gündemde olan konuda az da olsa bir fikir sahibi olalım diye bu ders programa konmuştu.
Aslında İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından başlayan bu serüven, nükleer santral yapımcısı birkaç yabancı firmanın ülkemizdeki komisyoncuları tarafından uzun yıllar gündeme getirilmiştir. Bunlar enerji bürokrasisinin bazı uzmanlarıyla beraber yarattıkları lobiler ile birçok kez girişimde bulunmalarına karşın, dönemin
siyasi sorumluluk sahibi karar vericilerini bir türlü ikna edememişlerdi.
Bu lobiciler bunca bekleyişten sonra nihayet AKP Hükümeti zamanında, nasılsa başarılı oldular. Bu iktidar birçok yatırım sürecinde olduğu gibi, bunu da Sayıştay ve Kamu İhale Kanunu’nun gereği olan kısıtlamalardan kaçırmak için yeni düzenlemelerle, nükleer santral projelerinin teknoloji sahibi ülkelerle yapılan ikili anlaşmaları çerçevesinde yürütülmesi yoluna gitti.
Ve nihayet Rus sermayesi ile kurulan özel bir şirket olan Akkuyu Nükleer A.Ş., Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde, hem de son derece stratejik bir alanda bir Rus firması olarak kuruldu. Santralin inşa işini de, Rus Rosatom şirketine bağlı Atomstroyexport şirketi yürütecektir. Santralın kurulacağı alan mevcut altyapısı ile birlikte santralın söküm sürecinin sonuna kadar adı geçen Rus şirketine bedelsiz tahsis edilmiştir. Yani şirket arazi için herhangi bir bedel bir yana, kira dahi ödemeyecektir.
60 yıl boyunca Rus şirketin işleteceği santralda üretilecek enerji Türkiye Elektrik Ticaret ve Taahhüt A.Ş. (TETAŞ) tarafından satın alınacaktır. İlk 15 yıl boyunca satın alınacak enerjinin ortalama fiyatı 12.35 ABD senti/kWh (bugünkü fiyatla yaklaşık 1 ₺) olacaktır. Bugün evlerde kullandığımız elektrik enerjisi bedelinin, enerji fonu, TRT
payı, tüketim vergisi ve KDV hariç 55 kuruş, bunlarla beraber 70 kuruş dolayında olduğunu hatırlatmak, Rus’lara verilen imtiyazın nasıl katmerli hale getirildiğini anlamak için yararlı olabilir.
Bu arada nükleer lobicileri ikinci nükleer santralın Sinop’ta kurulması için yıllardır verdikleri mücadeleyi kazandılar. Söz konusu santralın nihai Çevre Değerlendirme Raporu (ÇED) Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından geçtiğimiz ay onaylandı. “Sinop NKP- Nükleer Karşıtı Platformu” üyeleri bu rapora karşı yargıya gideceklerini
açıkça ilan ettiler. Ayrıca birçok yurttaş ve STK (Sivil Toplum Örgütü) yanısıra Sinop Belediyesi’nin de yargıya gideceği anlaşılıyor.
Aslında bu projenin önceki AKP hükümetleri tarafından 3/5/2013 tarihinde Japonya ile yapılan ve Nisan 2015’de TBMM Genel Kurulu’nda kabul edilen anlaşma ile Japonlar tarafından 22 milyar $ bedel ile yapılacağı öngörülmüştü. Bu çerçevede 2017’de başlatılan çalışmalar sırasında Sinop’un İnceburun bölgesindeki Abalı köyü
de boşaltılarak köy halkı başka bir mekana taşındı.
2019 yılında, Japonya’nın hazırladığı fizibilitenin hem maliyet hem de yatırım takvimi açısından başlangıçtaki anlaşma ile uyumlu olmaması nedeniyle, Japonya ile işbirliğinden vazgeçildiği bildirildi.
Ancak bu santralın da, eğer Sinoplular ve NKP-Nükleer Karşıtı Platformun engelleme girişimleri başarılı olamazsa, son anda Rus Rosatom şirketine, Akkuyu’dakine benzer koşullarda verilmesi konusundaki iddialara da değinmeden
geçmemekte yarar var.
Dünyada Nükleer Santrallar
Nükleer santrallar dünyada 1954 yılından itibaren kurulmaya başlandı. Şu anda ABD’den Ermenistan’a kadar 31 ülkede nükleer santral işliyor. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 20 ülke ilk kez, ya da yeni nükleer santral kurmayı planlıyor.
Halen dünyada inşa edilmekte olan 69 reaktörün 58’i Asya’da, 11’i de batı ülkelerinde bulunuyor. Almanya, Belçika ve İspanya ülkelerindeki bütün nükleer reaktörleri peyderpey kapatma ve yeni nükleer santral kurmama kararı aldı.
Son Söz
Sonuç olarak, bizim gibi bazı az gelişmiş ülkeler hariç, gelişmiş ülkelerde yeni nükleer santrallar yapmak bir yana, mevcutların da peyderpey kapatıldığı göz önüne alındığında, ülkemizin Akkuyu gibi bir cennet köşesinde Rus Şirketinin sahibi olacağı nükleer santral imtiyazı tanımanın bize göre hiçbir rasyonalitesi bulunmamaktadır.
Hele Sinop gibi bir diğer cennet yurt köşesinde nükleer santraldan söz etmek akla zarar bir yaklaşımdır.
Bunları söyleyince, bazı nükleer fetişistlerinin, “efendim bunlar şu nesil, bu nesil, şöyle az tehlikeli, böyle ucuz enerji vb” sözlerini duyar gibi oluyorum. Yukarıda Ruslara bedava verdiğimiz topraklar üzerinde kuracakları santraldan bize satacakları enerjinin çıplak fiyatının, bizim bugün satın aldığımız enerjinin fiyatının iki misli olması bir yana, şu veya bu nedenle, milyonda bir de olsa, yanlış işletme ve deprem riski yüzünden zengin Japonya ve fakir Ukrayna’nın santrallarının uğradığı akıbetleri görünce, siyasetçilerimizin “günü idare etme” uğruna , gelecek nesillerin yaşamlarını ipotek altına almalarının hakları olmadığını, yarım yüzyıllık bir mühendis olarak mesleki etik ve insani değerler gereği söylemek zorundayım.
Kaynak: yurtseverlik.com