Ortak Akıl Politika Geliştirme

Dünya Artık Bir Yol Ayrımında: Demokrasi Mi,Otokrasi Mi?- Sönmez Çetinkaya

“On yıllar geçer hiçbir şey olmaz; ama bir bakarsınız, birkaç hafta içinde on yıllardır olmayan şeyler olur” sözlerinin kime ait olduğundan, çok emin olunmasa da; SSCB kurucusu Vladimir Lenin’e ait olabileceği söylenir.(*)

Nitekim, 21.yüzyılın ilk iki on yılı içinde, eski yeni birçok tehdidin bir arada ortaya çıkarak, mevcut küresel düzeni  sarsmaya başladığı bir dönemdegeçildiği söylemek yanıltıcı olmayacaktır. Bir yandan, geleneksel jeopolitiğin kötü sahneleri dirilirken, diğer yandan, emperyal hırslarla yüklü büyük güçlerin, küresel kaynaklara erişim için amansız rekabetinin hızla yükseldiği bu sürece hep beraber tanıklık ediyoruz.

 

Jeopolitik Riskler…

SSCB’nin ortadan kalkmasının ardından kurulan Rusya Federasyonu’nun yönetimini yüzyılın başında eline geçiren Putin, her fırsatta Rus İmparatorluğu’nu canlandırma hırsını ortaya koymaktan geri durmuyor. 2013’de Çin’in başına geçip, ülkesini bölgesel güç olmanın ötesinde küresel güç haline getirme ihtirası içindeki Xi Jinping’in de, Putin gibi, ülkesinin başında ömür boyu kalma hayali peşinde olduğu anlaşılıyor.

Öte yandan önceki başkan Trump’ın, toplumu ayrıştırıp, sosyo-politik-ekonomik açılardan kırılgan hale getirdiği ABD’de, Pentagon’un liderliğindeki müesses nizamın, Putin’i tahrik ederek Ukrayna’ya saldırmasına neden olmasının ardından, örneğin Çin’in en hassas noktası Tayvan konusunda nasıl bir politika izleyeceği de bilinmiyor. Bu üçlünün oluşturduğu jeo-politik risklere, iklim değişikliği, pandemi ve nükleer tehdit  gibi, çağımızın yeni küresel olguları eklendiğinde, bırakın uzak geleceği, insanlığın yakın geleceğinde ortaya çıkması muhtemel gelişmeleri tahmin etmek, neredeyse olanaksız hale dönüşüyor.

 

Sınırların güç kullanılarak değiştirilmesi…

Sınırların güç kullanılarak değiştirilemeyeceği, BM Sözleşmesi, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Örgütü normları ve Helsinki Nihai Senedi ile, uluslararası hukukun teminatı altına alınmış olsa da, bu kural, geçmişte olduğu gibi 21.yüzyılın başlarında da ABD tarafından tek taraflı ihlal edildi.

Putin Rusya’sı da,  2014’de Ukrayna’nın güney doğusundaki Donetsk ve Luhansk bölgesinde karışıklık çıkarıp, oralarda “cumhuriyet”cikler kurdurdu ve Kırım’ı kendi topraklarına kattı. Bununla yetinmeyip, bu yılın şubat ayında Ukrayna’ya saldırı ile başlattığı savaş ise kanlı bir şekilde yedi aydır sürüyor. Çin’in başındaki Xi Jinping de, ABD ve müttefikleriyle çatışmayı göze alarak, “Tek Ülke, İki Sistem” doktrini doğrultusunda, eline geçecek  ilk fırsatta Tayvan’ı topraklarına katmak istediğini açıkça ortaya koymuş bulunuyor.

 

Hiper küreselleşmenin sonu mu?

Bu küresel tabloyu, soğuk savaş sonrasında ABD’nin bütün dünyaya dayattığı neo-liberal düzenin araçsallaştırdığı hiper küreselleşmenin sona ermesi olarak değerlendiren Harvardlı  iki akademisyenin ilginç bir makalesi Foreign Affairs dergisinin son sayısında yayınlandı.(**)

Makalede şöyle bir tespit yapılıyor:

“Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, Nato’yu canlandırmakla kalmadı; birçok ülkeyi yerel tercihlerini değiştirmeye zorlayarak, küresel tehditlere karşı alınması gereken ortak önlemlerin büyük ölçüde bloke edilmesine neden oldu. ABD ve Çin arasında artan gerginlik, Avrupa’nın askeri yatırımlara zorlanması, dijital evrenin jeopolitik çizgilere göre bölünmesi ve ekonomik güçlerin silah olarak kullanılması, gelecek için tahminde bulunulmasını neredeyse olanaksız hale getirşyor.”

Önemli bir saptama!

Halbuki, Sovyet Blokunun yaklaşık otuz yıl önce dağılmasıyla, İkinci Dünya Savaşı ertesinde başlayıp kırk yıla yakın süren soğuk savaş döneminde, ABD-SSCB rekabetinin bütün dünyada yarattığı gerginliğin azalacağı ve daha sakin bir uluslararası düzene  doğru ilerleneceği umulmuştu.

 

Fukuyama’nın “meşhur” yanılgısı…

Bu umudu besleyenlerin başında da, Japon orijinli ABD’li siyaset teorisyeni Francis Fukuyama geliyordu. Gorbaçov’un, “glasnost ve perestroika” adını verdiği dönüşüm sinyallerinin ardından Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” adlı makalesi 1989 yazında  “The National Interest” adlı küçük bir dergide yayınlandı. Fukuyama makalesinde,  geçmişte bazı ülkelerde yükselip çöken faşizmin ardından komünizmin de sonunda çöküşe geçtiğine vurgu yaparak,  batı liberal demokratik düzeninin zaferini  ilan ediyordu.  Daha da ileri giderek,  komünist parti tarafından yönetilen Çin’in de, politik ve ekonomik reformlarla liberal düzene doğru yol alacağını öngörüyordu.

Makalenin üzerinden bir iki ay geçti geçmedi, 1989 yılı kasım başında Berlin Duvarı yıkıldı, ardından da aynı ayın sonuna doğru Çekoslavakya’da kadife devrim başarılı oldu. Ardından, 1991 sonunda SSCB tamamen çökünce Fukuyama da, bu “öngörüsü”  ile kısa süre içinde dünya çapında ün kazandı. Yazdığı kitap “best sellers” listesinde öne geçince büyük paralar kazandı. Ancak gerek Rusya, gerekse Çin’deki gelişmeler, öngörülerinin tersi yönde ortaya çıkmaya başlayınca, 1999 yılında aynı dergide yer alan, “İkinci Düşünceler” başlıklı makalesinde Fukuyama, modern doğa bilimlerini referans aldığı için ilk makalesindeki hataya düştüğünü kabul etmek zorunda kaldı. Hatasını her ne kadar modern doğa bilimleri, yani “sosyo-fizik” analojisine dayandırsa da, Fukuyama’nın esas sorunu, referans aldığı Hegel’in, “kendisini kimsenin anlamadığını; anlayanların da yanlış anladığı” sözlerini doğrularcasına, yanlış anlayanlardan olmasıydı.

 

Neo-liberalizmin bitmeyen krizleri…

 Hatırlayalım!

Soğuk Savaş’ın ortalarına denk gelen 1970’lerin başında Arap-İsrail savaşının ardından patlayan ilk “petrol krizi”, batı kapitalizmini ciddi şekilde sarsarak, başta ABD olmak üzere Avrupa’da enflasyon ve işsizliği kabul edilemez boyutlara taşımıştı.

Süreçten çıkışı, 1970’lerin sonunda batılı ülkelerden başlayarak bütün dünyaya dayattığı neo-liberal politikalar eşliğinde küreselleşme ile sağlamaya çalışan ABD’nin başarılı olması, SSCB’nin çökmesiyle birlikte Soğuk Savaşın sonunu getirmişti. 1990’ların başında girilen bu dönemde, silah üretiminin yavaşlaması, girişim sermayesinin finans kaynaklarına erişimini kolaylaştırdı ve “start-up” adı verilen bilişim teknolojisi ağırlıklı şirketler, buluşlarıyla öne çıkmaya başladı.

Batılı birçok büyük şirketin yaptığı gibi, teknoloji şirketleri de, yatırımlarını, ucuz işçilik ile maliyet avantajı sağlamak için, başta Çin olmak üzere uzakdoğu ülkelerine kaydırdı. Böylece Çin, “dünyanın fabrikalar ülkesi” haline gelerek, öncesinde görülmemiş bir ekonomik büyümeye ulaştı. Çin düzeyinde olmasa da, bu büyümeden Hindistan ve Güneydoğu Asya’daki diğer ülkeler de paylarına düşeni aldılar.

2008’de, ABD’de ipotekli konut kredilerinin geri ödenememesi ile başlayan süreçte önce yerel finansal kriz olarak adlandırılan gelişmeler, kısa süre sonra küreselleşti. Dünya ticaret hacmi %10’dan fazla azalınca, başta ABD merkez bankası (FED) olmak üzere, İngiltere, Japonya ve Avrupa merkez bankaları ekonomiyi canlandırmak için büyük ölçüde parasal genişlemeye gitti. İşsizlik oranlarının kabul edilebilir düzeylere düşürülmesi 2012 sonlarında mümkün olabildi.

Ancak, bütün parasal genişlemelere karşın, Avrupa ve Japonya’nın toparlanamaması yanında, Çin’de büyümenin azalması, 2019’un sonlarına doğru yeni bir krizin sinyalleri olarak değerlendirildi. Tam da o günlerde, Çin’de uç veren Covid-19 salgınının birkaç ay içinde pandemiye dönüşmesiyle, yeniden bütün dünyayı saran bir büyük küresel ekonomik krize girildi.

Bu arada 2014’de Ukrayna’nın güneydoğusundaki Donetzk ve Luhansk’taki çoğu Rusça konuşan yerli halkı silahlandırarak ayaklandıran, Kırım’ı ilhak eden Putin, Pentagon’un tahrikiyle bu yılın şubat ayı sonlarında Ukrayna’ya saldırdı. ABD’nin Rusya’ya uygulama kararı aldığı ambargolara AB ülkelerinin çoğu da katılınca Putin, Almanya’ya gaz sevkiyatını durdurarak, yaklaşan kış döneminde Avrupalı’ları soğukta bırakmakla tehdit etti. Ardından başta gaz olmak üzere petrol fiyatları yükselince, ABD dahil Avrupa ülkeleri son kırk yılın en yüksek enflasyonu ile karşı karşıya kaldı.

 

Ara değerlendirme…

 Bu tablo, küresel düzenin, hepimizin gözleri önünde giderek bir hayli çığırından çıktığını ortaya koyuyor. Sıklaşan finansal krizler, her yerde yükselen eşitsizlik, hortlatılmaya çalışılan korumacılık, pandemi, küreselleşme eğilimi gösteren göçler ve ekonomik ambargolar derken; yazının ara başlıklarından birinde değinildiği gibi, neo-liberal yapının uzantısı olarak, bütün dünyayı saran hiper küreselleşmenin sonuna gelindiğini telaffuz etmek pek de yanlış olmasa gerek!

Gelinen bu aşamada uzak geleceği öngörmeye kalkmak, yukarıda söz edilen Fukuyama adlı uyanık “siyaset teorisyeni”nin içine düştüğü duruma düşmek olur. Ancak biz yine de, tanık olunan gelişmelere bakarak bazı kritik sorular sorup, akla yakın olasılıkları ortaya koymaya çalışalım.

Hafta içinde Şanghay İşbirliği Örgütü’nün Semerkand’da yapılan zirvesinde, Putin ile Xi Jinping arasında Ukrayna Krizinin de ele alındığı bir görüşme yapıldı. Medyaya yansıyan haberlere göre Xi’nin, Putin’e destek verdiğinden söz edilse de, Ukrayna konusunda bazı kaygılarını ilettiği bilgisine de yer verildi. Bu durumda, Xi’den beklediği düzeyde destekten mahrum kalan Putin’in, son günlerde Ukrayna güçlerinin kısmi başarıları karşısında, savaş boyunca zaman zaman dillendirdiği (dünyayı büyük bir belirsizliğe sürükleyecek)  taktik nükleer silah kullanma yoluna gidip gitmeyeceği sorusunun, hala geçerliliğini koruduğunu söylemek mümkündür.

Diğer önemli bir soru, ABD-Çin ilişkilerinde son zamanlarda Tayvan üzerinden yükselme eğilimine giren çatışmacı yaklaşımların yakın gelecekte nasıl seyredeceğidir. Bu konudaki gelişmeler için, önümüzdeki ekim ayının ortasında toplanacak Çin Komünist Partisi 20.Kongresi’nde alınacak kararların belirleyici olabileceğini ileri sürmek yanlış olmaz.

Son bir değerlendirmeyi Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) için yapmak gerekirse; son Semerkand toplantısında  İran’ın da tam üye sıfatıyla örgüte katılmasıyla, üye sayısının sekize yükseldiğini ve Belarus’un da tam üyelik başvurusunda bulunduğunu not edelim.

Kuruluş amaçları açısından bakıldığında askeri işbirliği dışında, başta ekonomi olmak üzere birçok sivil alanda işbirliğini öngören ŞİÖ’nün,  Hindistan ve Çin dışındaki tamamının, otokrat liderler tarafından yönetilen ülkelerden oluştuğunun altını çizelim. Bunlar arasında yer alan Hindistan’ın, dünya demokratik ülkeler liginde ilk 50 ülke içinde olduğunu, Çin’in ise bir komünist rejim altında totaliteryen bir rejimle yönetildiğini de ekleyelim.

 

Sonuç

 Geçen yüzyılın ortalarına denk gelen İkinci Büyük Savaş’ın ardından,  ABD’nin liderliğinde bazı ülkelerde, otokrasilerden demokrasilere geçiş yaşanırken, SSCB’nin liderliğindeki diğer bazı ülkelerde de otokratik yönetimler kurularak iki kutuplu dünya oluştu. Yaklaşık yarım yüzyıl sonra en güçlü olduğu düşünülen otokratik kutup dağılınca, öncesinde bu kutup üyesi olan bazı ülkeler de demokrasiye geçti.

Ancak ABD’nin 1970’lerdeki sorunlarını aşmak için yaklaşık kırk yıl önce küresel piyasaya sürdüğü “neo-liberal” düzen, giderek kendi ülkesi başta olmak üzere diğer ülkelerdeki demokratik yapıları dejenere etti. Sonrasında ise eşitsizlikler büyük boyutlara ulaşınca bu ülkelerin can derdine düşen yurttaşları demokrasiye yabancılaştılar. 

Diğer yandan, yükselen Çin’in liderliğinde kurulan ŞİÖ, yeni soğuk savaşın ikinci merkez noktası olarak, bizdeki eski solcu Avrasyacı’lar dahil,  diğer ülkelerde demokrasiye yabancılaşan kesimlerin ilgisi çekmeye başladı.

İşte bu süreç, geçen yüzyıldaki, “otokrasilerden demokrasilere geçişin”  tersine, “demokrasilerden otokrasiye geçişlere” neden olur mu sorusu, belki de günümüzün en önemli sorularından birisi olmayı hak ediyor.

 

 (*)   Haass, R., The Dangerous Decade-A Foreign Policy for a World in

Crisis, Foreign Affairs, September/October, 2022.

(**) Rodrik, D., S.M.Walt, How to Build a Better Order-Limiting Great Power

Rivalry in an Anarchic World, Foreign Affairs, September/October, 2022.

 

Kaynak: www.yurtseverlik.com

Ortak Akıl Politika Geliştirme

Sosyal Medya

Bizi takip edin, birlikte daha güçlüyüz...