Geçen şubat ayı sonlarında, Putin’in Ukrayna’ya saldırısı ile başlayan kanlı savaşın, insanlığı utandıran sahneleri, ne yazık ki, bütün dehşeti ile sürüyor.
Bu kirli savaşın başından beri yaşanan kanlı sürecin, ABD’nin, “establishment – müesses nizam”olarak bilinen yönetim aygıtının en etkili organı “Askeri Endüstriyel Kompleks-Pentagon” ile Putin arasında bir hesaplaşma olduğunu vurgulamaktayız.
Nitekim, göreve geldiğinde, selefinin tersine dünyaya “demokrasi içinde barış” mesajları veren Biden’ın da, Pentagon’un patronları, omzu kalabalık şahinler ve onların siyasi uzantısı siyasetçilerin dümen suyuna girmekten kurtulamadığı artık açıkça anlaşılmış bulunuyor.
Savaşın faturasını, ülkelerini savunan Ukraynalı askerler canları ile öderken, çoluk çocuk milyonlarcasının da, canlarını kurtarmak için kaçış yollarında maruz kaldıkları kahredici sefalet görüntüleri de son kırk gündür, televizyonlara yansımaya devam ediyor. Henüz kaçamayan siviller ise, bulabildikleri sığınaklarda, açlık ve susuzlukla yaşama tutunmaya çalışırken, bazıları da bombalanan sığınakların enkazı altında kalıp hayatlarını kaybediyor.
Diğer yandan, savaşın en yakından etkilediği, başta Avrupa ülkeleri olmak üzere, uzak, yakın, neredeyse bütün dünyada, sosyo-ekonomik göstergelerin altüst olması nedeniyle, bu kanlı ve kirli sürecin bitip, bitmeyeceği kaygı ile sorgulanmaya devam ediyor.
Nitekim konu Birleşmiş Milletler Örgütünün gündeminde, baş sıralarındaki yerini korurken, bir an evvel ateşkes sağlanması için, Ukrayna ve Rusya liderlikleri arasında arabuluculuk için diplomasi girişimleri yoğun bir şekilde sürdürülüyor.
Ancak ne yazık ki; Pentagon’un güdümündeki Biden’ın bu girişimlere destek vermesi bir yana, Putin’i düşürmek için tehditlerin dozunu arttırmayı tercih etmesi, belirsizliğin yükselmesine ve başta Avrupa ülkeleri olmak üzere birçok ülkede nükleer savaş kaygılarının giderek tırmanmasına neden oluyor.
Nükleer Çağda, Diplomasi-Askeri Güç İkilemi
Bu konuda, Foreign Affairs dergisinin son sayısında, ABD’nin eski ünlü dışişleri bakanı Henri Kissinger’in, ikinci büyük savaşın ardından, yaklaşık on yıl sonra 1956’da yazdığı “Nükleer Çağda Diplomasi mi; Askeri Güç mü” başlıklı makalesine yer verildi.
Giderek Biden – Putin Savaşına dönüşen günümüzdeki savaşın anlaşılmasına büyük ölçüde yardımcı olabileceğini düşündüğüm bu yazıdan bazı notları gelin birlikte kısaca gözden geçirelim.
Kissinger, bir hayli uzun yazısına, Aydınlanma Döneminin ünlü Filozoflarından Immanuel Kant’ın 1795’de yazdığı “Kesintisiz Barış” adlı denemesinde yer verdiği şu görüşle başlamış: “Dünya Barışı şu iki yoldan biriyle sağlanabilir: ya cumhuriyetçi hükümetlerin ahlaki oydaşma (consensus) sağlamasıyla; ya da savaş döngülerinin yükselteceği şiddetin, Büyük Güçleri artık savaşamaz hale getirmesiyle.”
Ardından yazısını şöyle sürdürmüş Kissinger: “Kant’ın bu sözleri, kendi uzun yaşamı boyunca ciddiye alınmadığı gibi, sonrasındaki bir buçuk yüzyılda da ciddiye alınmadı. Günümüzdeki (yani yazının yazıldığı 1950’lerde) görüntüye bakılırsa, sanki Kant’ın, ikinci önermesindeki sezgisini destekleyen aşamaya gelmiş gibiyiz. Çünkü, SSCB’nin (günümüz Rusya’sı) nükleer silah teknolojisinde attığı her adıma, daha korkutucu silah üretimiyle yanıt veriyoruz. Daha güçlü silahlarla, onları kullanmaktan karşılıklı imtina edileceğini umuyoruz.”
Yaklaşık 65 yıl önce yazılmış bu makalesinde Kissinger, o günlerin diplomasi dünyasına, sonunda şöyle seslenmiş: “Gelinen aşamada, amaçlarımızı insani duygu ve özlemlerle besleyebilirsek, sürecin sadece askeri doktrin ile değil, yaratıcı diplomasi ve onunla uyumlu programlarla yönetilebileceği unutulmamalıdır.”
Ancak ne yazık ki, ikinci büyük savaşı sonlandırmak için Japonya’ya atom bombaları atarak insanlık suçu işlemekten çekinmeyen ABD’nin Askeri Endüstriyel Kompleksinin patronu Pentagon’un, uzun soğuk savaş yılları boyunca, siyasetçileri, “yaratıcı diplomasi” geliştirmek yerine, ihtiyaç duyduklarında vahşi saldırganlıklarının araçları haline getirdiğini söylemek yerinde olur.
Çağımızın büyük düşünürlerinden biri olan Jürgen Habermas, “Bölünmüş Batı” adlı kitabında (YKY,2.Baskı, İstanbul,2016) bu olgu için şöyle diyor: “Batı dünyasını bölen, uluslararası terörizm tehlikesi değil, bugünkü ABD hükümetlerinin uluslararası hukuku görmezden gelen, BM’yi kenara iten ve Avrupa’yla ipleri koparmayı göze alan politikalarıdır.”
Amerikanca’ya has kısaltmayla, “9/11” olarak adlandırılan, 2001 Eylül ayının 11’inde NewYork’daki kulelere, hala nedeni ve nasılı bilinmeyen saldırı sonrası, Oğul Bush’un, “haçlı seferi” sözleriyle başlattığı ve ardından gelen başkanlar döneminde de sürdürülen saldırganlık dikkate alındığında, Habermas’ın belirlemesi hiç de haksız sayılmamalı.
Yani, büyük filozof Kant’ın, 1800’ler Aydınlanma sürecinin siyasi temelleri üzerinden ortaya koyduğu “Kesintisiz Barış” düşüncesinin tersine, aradan geçen yüzyıl sonra, geçen yüzyılın ilk yarısında, bütün dünyayı kasıp kavuran iki büyük savaş yaşandığı hiç unutulmadı. İkinci savaş boyunca, insanlığa karşı işlenen büyük suçlardan ders alınarak, 1945’den itibaren filizlenmeye başladığı sanılan küresel barış düşüncesini benimsemiş olanlar ise sonunda hayal kırıklığına uğramaktan kurtulamadılar.
Kesintisiz Barış Düşüncesini hiçe sayan sadece ABD mi?
Elbette değil!
Geçen yüzyılın yetmiş yılı boyunca, Marks’ın Enternasyonalizm ideolojisi ardında Rus Emperyalizmi bayrağını taşıyan SSCB’nin ve onun yıkılmasının ardından, “demokratikleşme” görüntüsü altında yapılan “seçimler” ile Rusya’yı eline geçiren emperyalist güdülerle yüklü, otokrat Putin’in de büyük payı olduğu, son Ukrayna saldırısı ile belirgin bir şekilde ortaya çıkmış oldu.
Bilindiği gibi, Birleşmiş Milletler Örgütü, başka amaçlar yanında, esas itibariyle saldırı savaşlarını önlemek üzere, ikinci büyük savaşın ardından 1945 yılında kuruldu. Ancak, Örgüt, ana organlarından biri olan Güvenlik Konseyinin, başta ABD olmak üzere daimi üyelerinin veto hakkı yüzünden, son yıllarda adeta kağıttan kaplan haline getirildi. Yani, büyük güçlerin, işbirliği yapmaya gönüllü olmadığı hiçbir sorunda işlevsel olamadı. Diğer bir deyişle, hukuk ve güç arasındaki tutarsızlık, temel amaçları açısından, Birleşmiş Milletler Örgütünü, kurulduğu tarihten bu yana büyük ölçüde paralize etmeyi sürdürdü.
Nitekim, bu yüzyılın başlarında Oğul Bush’un, sonradan uydurma olduğu ortaya çıkan gerekçelerle, Irak özelinde yürüttüğü ve rezil bir söylemle, “haçlı seferi” adını verdiği saldırı karşısında da anlamlı hiçbir şey yapamayan BM, Putin’in Ukrayna’ya saldırısı karşısında da, onca toplantıda söylenen “tonlarca” söze karşın, insani yardımlar dışında siyaseten eli kolu bağlı halde kaldı. Genel Kurul ve Güvenlik Konseyi toplantılarında, her ülkeden onlarca temsilcinin dillerinden dökülen diplomatik söylemler televizyonlara yansıdı ama süreç, sonunda kendi dinamiğine terk edildi.
Öyle anlaşılıyor ki, bu ve benzeri uluslararası büyük sorunların nedenlerinin başında, çağımızda neredeyse bütün ülkelerde, bir hayli yetersiz ama fevkalade muhteris siyasetçilerin, ellerine geçirdikleri konumları korumak için, kitlesel yozlaşmaları körüklemeleri geliyor.
Sonuç
Yaklaşık son kırk gün önce başlayan, kısa sürede, insanlığa karşı büyük suçların işlendiği bir sürece dönüşmekle kalmayıp, insanlığın varoluşu için en büyük tehdit olan nükleer kapışmanın bile, Rus ve ABD başkanları düzeyinde telaffuz edilebildiği Ukrayna’daki savaş süreci korkunç bir gerçeği ortaya koydu.
Sonlanıp sonlanmayacağının, eğer sonlanacaksa, ne zaman sonlanacağının henüz tahmin bile edilemediği bu savaş, adeta “kral çıplak” sözlerindeki gibi, küresel kırılganlığın çağın en açık gerçeklerinden biri olduğunu gösterdi.
Üstelik, “küresel iklim krizi tehdidinin” de giderek bir varoluş sorunu olduğunun iyice anlaşılmaya başlandığı zamanda!
Ayrıca küresel çerçevede bakıldığında, karar mekanizmalarının başında, dehşet verici bu tehditleri kavrayıp, algılayacak yeterlilikte siyasetçi görmek çok güç. Şurası açık ki, kendi siyasi çıkarları doğrultusunda peşlerine taktıkları kitleler ile toplumlarını bu aşamaya taşıyan kişilerin, küresel sorunlara akılcı ve vicdani çözümler üretmelerini beklemenin gerçekçi olmadığı Ukrayna Savaşı ile birlikte bir kez daha ortaya çıkmış bulunuyor.
Son söz: İnsanı dehşete sürükleyen bu küresel olgu karşısında, aklıselim ve vicdani bir çözüm için, eğer bir slogan üretme olanağım olsaydı, Marks ve Engels tarafından 1848’de yayımlanan Manifesto’nun son cümlesinden esinlenerek, süreci köşelerinden seyreden bilimci, felsefeci ve düşünürlere şöyle seslenmek isterdim:
“Bütün ülkelerin felsefecileri, bilimcileri, düşünürleri birleşin! Biden-Putin vb liderler ve onları destekleyen kitlelerin bu dehşet verici, son derece kirli siyasetlerine güçlü bir şekilde karşı çıkın! Çünkü aksi durumda bütün insanlığın kaybedeceği çok şey var.”
Kaynak: www.yurtseverlik.com