Bugünün 23 Nisan 2022, TBMM 102. Kuruluş yıldönümünde buruk duygular içindeyim. Bu günüesasen; Milli egemenliğin tek kişinin elinde değil de, Millet’in elinde olduğu, ekonomik ve sosyal açıdan kalkınmış ve demokrasiyi bir yaşam biçimine dönüştürmüş bir Türkiye’de kutlanmasını isterdim.
102 yıl önce, Osmanlı Sarayı’nın elinden alınarak, Millet’e verilen egemenlik hakkının, bugün başka bir sarayın eline geçmiş olmasını kabul etmek mümkün değildir.
Bu nedenle bu gün, “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir” anlayışının Türkiye’deki geçmişine kısaca bir göz atılmasını kaçınılmaz görmekteyim.
Türkiye’de “Milletin Egemenlik Gücü” ile ilgili ilk mesaj, Amasya tamiminde verilmiştir.
“Milletin istiklalini, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.” (22 Haziran 1919)
Bu mesaj, daha sonra toplanan Erzurum (23 Tem.-7 Ağust. 1919) ve Sıvas (4-9 Eylül 1919) Kongrelerinde, kurul kararı olarak kabul edilmiştir. 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi açıldığında ise, Atatürk’ün önerisiyle, aşağıdaki esas ilkeye dönüştürülmüştür:
“Meclis’te beliren milli iradeyi, gerçekten vatan alın yazısına hakim kılmak esas ilkedir. Büyük Millet Meclisi’nin üstünde bir kuvvet mevcut değildir.”
Bu esas ilke, Türkiye’nin kurtuluşu ve kuruluşunun temel dayanağı olmuştur. Bu dayanağa, hem 1921 Anayasasında (1’inci mad.), hem de 1924 Anayasasında (2’nci mad.), “Hakimiyet Bilakaydüşart Milletindir” İbaresiyle yer verilmiştir.
Büyük Millet Meclisi’nin, bu esas ilkeyi tam anlamıyla sahiplendiğini görmekteyiz. Örneğin, Atatürk’ün, bir ara “Meclis’i feshetme ve seçimleri yenileme yetkisine” sahip olma düşüncesine karşı öylesine bir duyarlılık göstermiştir ki, Atatürk durumu fark edince Meclisi zorlamayı uygun görmemiş, düşüncesinden vazgeçmiştir.
Söz konusu esas ilke 1945 yılında, günümüz Türkçesine dönüştürülmüştür.
“Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.”
Aynı ilke, hem 1961 Anayasasında (4’üncü mad.), hem de 1982 Anayasasında (6’ncı mad.) daha da önem kazanmış, “millet egemenliğinin” nasıl kullanılacağı ve bunun yöntemi belirlenmiştir.
“Türk Milleti egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili organlar eliyle kullanır.”
Kastedilen yetkili organlar bilindiği üzere; yürütme, yasama ve yargıdır.
Bu üç organın elindeki erkler/kuvvetler birbirinden ayrılmış ve aralarında denge, denetim mekanizmaları oluşturulmuştur.
Söz konusu iki anayasada, “egemenliğin kullanılmasının, hiçbir surette bir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamayacağı; hiç kimsenin veya organın kaynağını Anayasadan almayan bir devlet yetkisini kullanamayacağı” belirtilmiştir.
Böylece, “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir” ilkesi, sadece Türkiye’nin kurtuluşu ve kuruluşunun değil, aynı zamanda demokrasiye geçişin de temel dayanağı olmuştur.
Öte yandan demokratikleşme açısından Atatürk, bilindiği üzere, Cumhuriyetin daha ilk dönemlerinde iki ciddi girişimin önünü açmıştır. Bunlardan ilki 1924 yılı Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, ikincisi 1930 yılı Serbest Cumhuriyet Fırkası’dır. Bu iki girişimi, Atatürk’ün demokrasiye olan inancının birer yansıması olarak görmekteyiz. Ne yazık ki, “Genç Cumhuriyetin” varlığını tehdit edici nitelikteki sorunların çıkması nedeniyle, iki denemeden de vaz geçilmiştir. Daha sonra ise Atatürk düşündüğü demokratikleşme açılımlarını, 2. Dünya Savaşı’nın yaklaşmakta olduğunu anlaması nedeniyle, askıya almıştır.
Yaşanan olumsuzluklar, Atatürk’ü diktatörlükle itham eden haksız yorum ve tartışmaları da beraberinde getirmiştir. Söz konusu tartışmaların günümüzde dahi sürdürülmekte oluşu, Atatürk’ün demokrasi anlayışının ne olduğu konusuna, bugün bir daha bakılmasını zorunlu kılmaktadır.
Atatürk Demokrasi konusunda son derece açık ve samimi olmuştur. O, demokrasiye olan inancını şöyle ifade etmiştir:
“Gerçek demokrasi ile bu memleketin kurtulabileceği inancında, samimi olduğuma inanmanız ve bana güvenmeniz gerekir.”
“Türk Milleti’ni demokrasiden başka bir şekilde yönetme imkanı yoktur.”
“Türk Milleti’nin esas hamuru demokrasidir.”
Atatürk’ün demokrasi anlayışı, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, O’nun en yakın silah arkadaşı İsmet İnönü tarafından yaşama geçirilmiştir. Bu çerçevede bilindiği üzere, 1946 yılında Demokrat Parti kurulmuş ve Türkiye, 1950’de tek partili bir sistemden çok partili sisteme seçim sandığı iradesine saygı duyarak, büyük bir olgunlukla demokratikleşme sürecine girmiştir. Bu olay, Dünya demokrasi tarihinde ilk ve tek örnektir. Ayrıca İsmet İnönü’nün iktidarı devrettikten sonra seçim yenilgisini sorgulayanlara verdiği yanıt da Dünya demokrasi tarihine altın harflerle geçmiştir.
“Bu seçim yenilgisi benim en büyük zaferimdir.”
Sonraki dönemlerde yapılan askeri müdahalelere ve kesintilere rağmen Türkiye, Atatürk’ün öngördüğü demokratikleşme sürecinde, düşe – kalka da olsa, yoluna kararlılıkla devam etmekteydi. Ta ki, demokrasiyi hedefe ulaşmak için binilecek bir araç olarak gördüğünü söyleyen Sn. R.T. Erdoğan’ın, 2002 yılında iktidara gelişine kadar… Bu tarihten itibaren Türkiye’de, Cumhuriyetin demokratik, ekonomik ve sosyal kazanımlarına karşı olan bir siyaset anlayışı giderek kendini göstermeye başlamıştır.
Nihayet 2017 şaibeli Anayasa referandumunu takiben 2018 yılında Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçilmiş, TBMM’de olan Millet egemenliğini kullanma gücü, Partili Cumhurbaşkanı Sn. Erdoğan’ın eline geçmiştir. Böylece Türkiye demokratikleşme sürecinde Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmuştur.
Bu durum Türkiye’yi; hak, hukuk ve adaleti kendine göre yorumlayan tek kişinin iki dudağının arasındaki bir yönetim anlayışına mahkum etmiş; Cumhuriyet döneminin en ağır ekonomik, sosyal ve siyasal krizine sokmuştur. İşsizlik, yoksulluk, enflasyon ve hayat pahalılığı, kimi toplum kesimlerinde nisbi açlık sorununa dönüşmektedir.
Millet iradesinin tecelli ettiği ve Milletin Egemenlik Hakkı’nın kullanıldığı TBMM, sembolik duruma gelmiştir. Meclis’in çıkardığı kanunlar yerine, AK Saray’ın Kanun Kuvvetindeki Kararnameleri egemen olmuştur. Milletvekilliği, Millet ile Millet iradesinin temsil edildiği Meclis arasında köprü olma işlevini yitirmiştir. Demokrasi ve hukuk dışı uygulamalar artmıştır. Yargı bağımsızlığıve adalet mekanizması büyük darbe yemiştir. Devlet yapısı çökertilmiş, kamuda şeffaflık ve hesap verilebilirlik yok edilmiştir. Devletin kurum ve kuruluşları çeşitli tarikat ve cemaatler arasında parsellenmiştir. Devlet içinde sanki cemaat dükalıkları oluşmuştur. Personel atanmasında liyakat yerine onlardan-bizden ayırımı egemen olmuştur. Milli Eğitimde laik eğitim anlayışı geri plana itilmiştir. Gerek orta gerekse yüksek öğretim yurtlarında cemaat ve tarikatların ağırlığı artmaktadır. Toplum üzerinde yaratılan korku, baskı, kutuplaşma ve yabancılaşma eğilimleri kadim değerlerimizi tahrip etmekte, üniter yapımızı zayıflatmaktadır.
Bu itibarla; Büyük Millet Meclisi’nin açıldığı gün (23 Nisan 1920), Atatürk’ün önerisiyle kabul edilen Milletin Egemenlik Hakkı, Türkiye’nin bekası açısından yeniden yaşamsal değer kazanmıştır.
“Meclis’te beliren milli iradeyi, gerçekten vatan alın yazısına hakim kılmak esas ilkedir. Büyük Millet Meclisi’nin üstünde bir kuvvet mevcut değildir.”
Günümüzdeki ifadesiyle; “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir.”
Türkiye’nin gerek kurtuluş ve kuruluş mücadelesinin, gerekse demokratikleşme sürecinin tarihsel temel dayanağı olan bu ilkenin en kısa zamanda yeniden yaşama geçirileceğine olana inancımız tamdır.
TBMM’nin 102. Kuruluş yıldönümü kutlu olsun.