Nereden bakılırsa bakılsın ülkemizin yönetimi adeta bir şeytan üçgeni içine sıkışmış gibi görünüyor. Veya diyebiliriz ki egemen siyasetin anlayışı ve zihin yapısı Türkiye’yi bir şeytan üçgenine sokmuş durumda.
Bana göre kırılgan ekonomi, dengesiz dış politika ve yozlaşma bu üçgenin köşelerini oluşturuyor. Tabii üçgenin köşelerini birleştiren doğrular üzerindeki girift etkileşmeleri de unutmamak gerek.
Şimdi söz konusu şeytan üçgeninin köşelerini sırasıyla mercek altına alalım.
Kırılgan Ekonomi:
2008 yılına gidelim ve Dünya’yı ezip geçen küresel finans krizini hatırlayalım. Bu krizden en az etkilenen ülkelerden biri de Türkiye idi. Bir başka deyişle, kriz Türkiye’yi teğet geçti. Neden dersiniz?
Bunu sadece Türkiye’nin becerisine bağlamak biraz saflık olur.
Finansal kriz bir yana ABD ekonomisi için garantilenmesi şart görülen iki önemli ayak vardır. Bunlar silah ve petroldür.
Bu iki önemli ayağın sorunsuz işlemesi için de BOP Projesinin problemsiz ilerlemesi gerekmekteydi.
BOP’un sorunsuz ilerlemesi bağlamında ekonomik krize girmiş bir Türkiye ABD çıkarlarına aykırıydı.
ABD, bu zaman noktasında devreye girdi.
BOP Projesinin Eş Başkanı olan partneri AKP’nin kötü bir senaryo yaşamaması için ABD’deki fonlarda birikmiş olan Körfez sermayesine yol verildi. Bu sermaye sıcak para olarak Türkiye’ye yönlendirildi.
Ancak ABD, bu sıcak parayı Türkiye’ye yönlendirirken yabancıya mülk edinme hakkı sağlanması şartını da koydu.
Hal böyle olunca, borsa, gayrimenkul ve sermaye piyasalarına giren Körfez sermayesi ile ülke ekonomisi üzerinde büyük bir etki alanı sağlandı. Aynı zamanda da AKP iktidarı bağımlı hale getirilmiş oldu.
Türkiye krizi sıcak petro-dolarlar sayesinde az hasarla atlattı.
2009 yılında ise sonuçları sonradan ortaya çıkacak büyük bir hata yapıldı ve döviz geliri olmayan şirketlere de döviz cinsinden borçlanma imkanı sağlandı. Daha sonraki yıllarda özel kesimin dış borçluluğunun hızla artmasında bu yanlış kararın büyük etkisi oldu.
Ne var ki 2011 sonrasında ABD ve Avrupa, AKP-Ilımlı İslam-Erdoğan projesinin ortak çıkarlarına uygun olmadığını kabul ederek pozisyonunu yeniden belirledi. Önce, uluslararası Batılı kredilendirme kuruluşları eliyle Türkiye’nin kredi ve yatırım yapılabilirlik notları düşürüldü. Bu notların düşürülmesi, her sene ciddi boyutta cari açık veren, sorumsuzca borçlanan ve borçlarını çevirebilmek için daha fazla borç bulması gereken Türkiye’nin borçlanmasını zorlaştırdı. Nitekim Türkiye, özellikle yirmi birinci yüzyılın ikinci on yılı ortalarına doğru uluslararası piyasalardan ancak normalin üzerinde faizlerle borç bulabiliyordu.
İşte bu noktada yöneticilerimiz gözlerini Katar’a dikti.
Normal şartlar altında, Türkiye böyle bir ekonomik kuşatmaya dayanamazdı.
Fakat, özel ilişkiler ağı, bankalar, özel hesaplar, sırdaşlıklar sayesinde Katar’dan para azalsa da gelmeye devam etti.
Ne var ki Katar’ın da kendisine göre bir stratejisi vardı. Katar, petrol ihracatının yaklaşık yüzde 85’ini OPEC ülkelerine yapıyordu. OPEC’in ana ve ağır kalem müşterileri ise ABD-AB-İngiltere 3’lüsü idi.
Katar, aynı zamanda dünya likit doğalgaz piyasasının 1 numaralı satıcısıydı. Kanıtlanmış 24 trilyon metreküp rezervi vardı ve asıl parayı da buradan kazanıyordu.
Katar’a belli mesajlar verildi.
Uluslararası piyasalardan borç almakta giderek daha fazla zorlanan Türkiye, tek sıcak para kaynağı Katar’ı da büyük ölçüde kaybedince iktidar, içine girilen krizi kamufle edebilmek için coşmuş ekonomi masalları ve oynama yapılan rakamlara başvurdu. Arkasından borçlanabilmek amacıyla, cari açık ve bütçe açığı veren bir ülke için hiçbir zaman düşünülmemesi gereken bir yola gidildi. Varlık Fonu kuruldu.
Bu noktada Varlık Fonu ile ilgili birkaç yorum yapmakta fayda var.
Varlık fonunun ipotek edilerek üzerine kredi çekmek için kurulduğu açıktı. Bunun anlamı ise Fon kapsamına alınan çok önemli ve büyük şirketlerin, kamu bankalarının, kamu işletmelerinin, hazine mallarının borçlanmak adına karşılık gösterilebileceği idi. Fonun, ülkenin kaynaklar/harcamalar dengesi ile nasıl ilişkilendirildiğinin meçhul olması yanı sıra raporları ve mali tabloları Sayıştay denetiminin dışında bırakıldı. Varlık Fonunun borç alma yetkisi ise endişe vericiydi. Çünkü, kabul görmüş yönetim kavramlarının birbirine karıştırıldığı, şeffaflık ilkesinden uzak bir paralel hazine yaratılmıştı. Türkiye ekonomisinin çok sıkıntılı bir zaman diliminden geçtiği bir dönemde Varlık Fonunun para ve maliye politikalarının koordinasyonunu ve etkinliğini ne kadar zora sokabileceği düşünülmüyordu.
Velhasıl Varlık Fonu, zora giren dış borçlanma sorununu çözebilmek adına atılan yeni fakat çok riskli ve yanlış bir adımdı.
İşler giderek sarpa sarıyordu.
Arkasından 2019 başı ile 2020 Kasım ayı arasında yaşanan para-kredi politikası fiyaskosu sonucunda TCMB’nın yaklaşık 128 milyar dolar rezervi eritildi ve Merkez Bankasının net rezerv pozisyonu Cumhuriyet tarihinde ilk kez eksiye dönüştü. Bu da yetmiyormuş gibi dünyayı kasıp kavuran Corona salgını Türkiye Ekonomisini de vurdu. Zaten yanlış politikalar yüzünden kırılganlıkları iyice artan Türkiye Ekonomisi iyice zora girdi.
Son beş yılda, Türkiye’nin gayri safi milli hasılası 200 milyar dolardan fazla azaldı. Kişi başına milli gelir yaklaşık 2.400 dolar geriledi. Enflasyon ve işsizlik hızla arttı. Belli başlı ekonomik göstergelerin neredeyse tamamında ciddi bir bozulma ortaya çıktı. Sosyal göstergeler kategorisinde yer alan verilere bakıldığında ise Türkiye’nin inanılmaz bir zemin kaybı yaşadığı açıktı. (Kaynak: World Economic Outlook, IMF, April 2021)
Bu çok üzücü durumun perde arkasındaki nedenlerine yukarıdaki paragraflarda değinmiştim. Şimdi de krizin oluşmasına ve yaygınlaşmasına ciddi katkı sağlayan bazı hususları kısaca belirteyim:
- Borçlanarak sağlanan kaynaklar doğru yerlerde kullanılmadı. Bu hatalı yaklaşım veya çarpık zihin yapısı ekonominin toplam faktör verimliliğini neredeyse yok etti. Sürdürülebilirlik ve öngörülebilirlik kalmadı.
- Kamu Özel İşbirliği yöntemiyle yapılan köprüler, otoyollar, hava limanları, şehir hastaneleri ve Akkuyu Nükleer Santralı için verilen gelir garantileri 154 milyar doları buldu. Bu durumun gelecek yılların bütçe dengelerini altüst etme potansiyeli taşıyan bir risk oluşturduğu düşünülmedi.
- Uluslararası yatırım pozisyonu eksi392 milyar dolara düştü(Ocak 2021).
- Brüt dış borcumuzun GSMH’na oranı yüzde 60’a dayandı.
- Makro-kırılganlık endeksi 2001 krizini bile geride bıraktı.
- Kritik atamalarda liyakat tümüyle göz ardı edildi.
- Türkiye pandeminin başından bu yana en fazla rezerv harcayan fakat parası en çok değer kaybeden ülke konumuna düştü. Rezerv yeterlilik rasyosu güvenlik sınırının çok altına düştü. Merkez Bankası kur, enflasyon, faiz sarmalı içine girdi ve TL’yi savunma gücü kalmadı.
Lafı daha fazla uzatmayalım.
Bugün Türkiye ekonomisi hemen her alanda kronik bir kriz yaşamaktadır. Krizin daha da derinleşip derinleşmeyeceği ise egemen siyasetin tutumuna bağlıdır.
Şeytan üçgeninin ikinci köşesi dengesiz dış politikadır.
Dengesiz Dış Politika:
Yıllardır izlenen dış politikayı ve bu politikanın arkasında yatan zihin yapısını Şeytan Üçgeninin ikinci köşesi olarak görüyorum. Geldiğimiz noktayı belki şu şekilde özetlemek mümkün:
- Uluslararası ilişkilerimiz bozuldu. Askeri diplomasi aynı anda çok sayıda bölgede uygulandı. Ülkenin ekonomik ve teknolojik kısıt ve zorlukları göz ardı edildi.
- Dış politika, iç politika malzemesi olarak kullanıldı.
- Dengeli ve tutarlı bir dış politika çizgisinden uzaklaşıldı. Alışılagelmiş uluslararası teamüller adeta yok sayıldı.
- İhvan eksenli dış politika çizgisi ekonomiye zarar verdi, Arap ülkeleri ile bile ilişkilerimiz bozuldu. Geleneksel bazı dostlarımız bile Doğu Akdeniz sorunu bağlamında Yunanistan’la işbirliği yapmayı tercih ettiler.
- Dış temsilciliklerimize yapılan atamalar da diplomasinin gerektirdiği liyakat geleneği ideolojik saplantıların gölgesinde kaldı ve unutuldu.
- Bir zamanlar yabancı yatırımcılar için bir cazibe merkezi olan ülkemiz bugün doğrudan yabancı yatırımcı çekemediği gibi olanları bile kaybetmek riski ile karşı karşıya bulunuyor.
- Terazinin dengesini ortada tutmak becerisi bir türlü gösterilemediği için çok yönlü tehdit ve risklerin altına girildi.
Bugün Türkiye’nin dış politikasının çok sorunlu olduğu açıktır. Fabrika ayarlarına geri dönülmesi bir zorunluluk haline gelmiştir.
Şeytan Üçgeninin üçüncü köşesi ise yozlaşmadır.
Yozlaşma:
19. Yüzyılda yaşamış İngiliz düşünürü LordActon, “Güç yozlaştırır, mutlak güç ise mutlaka yozlaştırır” demiştir. Çok doğru ve doğruluğu kanıtlanmış bir sözdür.
Türkiye, Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün hesaplamalarına göre, yolsuzluk endeksi bakımından AB üyesi 28 ülke ile karşılaştırıldığında son sırada yer alıyor. 36 OECD üyesi ülke arasında sondan ikinci, G20 ülkeleri arasında sondan dördüncü sırada bulunuyor. 2013 yılında en üst sırada bulunduğu Doğu Avrupa ve Orta Asya ülkeler grubunda ise beşinci sıraya gerilemiş durumda.
Kamu İhale Kanunu’nda bugüne kadar yapılan 200’e yakın değişiklik ile kanunun amaçlanan şeffaflık, hesap verebilirlik, dürüstlük ilkelerinden uzaklaşıldığı ve genişletilen istisna kapsamıyla denetim ve adil rekabetin sağlanabildiği kamu alım ve ihalelerinin oranının hızla düştüğü biliniyor.
Uluslararası Şeffaflık Örgütü bu durumun nedenlerini şöyle açıklıyor:
- Gücün, otoriter rejimlere benzer bir yoğunluk ile yürütme erkinde ve tek elde toplanması,
- Yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı ile hukuk devleti ilkelerine yönelik ihlaller,
- Denetleyici ve düzenleyici kurumların etkisini ve işlevini yitirmesi,
- Meclis’in denetleme ve hesap sorma gücünü kaybetmiş olması.
Beğenelim veya beğenmeyelim, Uluslararası Şeffaflık Örgütünün değerlendirmesi ülkemizin imajını ciddi ölçüde yıpratabilecek ve uzun vadeli sermaye girişlerini olumsuz yönde etkileyerek ekonomimize zarar verecek bir potansiyel taşıyor. Unutmayalım ki, küresel ölçekteki tüm yatırım ve finansman dengelerinin Covid-19 virüsünün yol açtığı salgın nedeniyle bozulmasıyla, uluslararası sermaye hareketlerinin yönü de büyük ölçüde değişmiş, gelişmekte olan piyasalardan çekilmeler başlamıştır. Küresel sermayede risk iştahının büyük ölçüde azaldığı ve ne zaman geri geleceğinin bilinmediği olağanüstü bir dönemden geçiyoruz. Böyle bir ortamda, Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün rapor ve değerlendirmeleri küresel sermayenin gözünde çok daha fazla ağırlık kazanıyor. Örgütün Türkiye’ye yönelik eleştirileri haksız değildir ve bunların ciddiye alınarak gerekli tedbirlerin alınması ekonomimizin geleceği bakımından büyük önem taşımaktadır.
Ekonomi tarihi, yolsuzlukların ekonomik gelişmeyi ne kadar olumsuz etkilediğini gösteren örneklerle doludur. Yolsuzluklar ekonomik, siyasi ve sosyal gelişmeye zarar vermiştir. Yolsuzluklar, kamu yatırımlarının maliyetini yükseltmiş, ekonomik belirsizliğin artmasına yol açmış, kaynak verimliliğini bozmuş, sürdürülebilir kalkınma için elzem olan öncelikleri ve teknoloji tercihlerini olumsuz yönde etkilemiştir. Yolsuzluklara bulaşmış iktidarların, yapılabilirlikleri tartışmalı olsa bile büyük altyapı ihalelerine gereğinden fazla ağırlık verdikleri görülmüştür.
Bu durumların Türkiye için de büyük ölçüde geçerli olduğu açık ve nettir. Görünen köy kılavuz istemez.
Elimizdeki tüm veriler, ülkemizin yolsuzluk algısının hukuk devleti ilkeleri, basın ve ifade özgürlüğü, sivil toplumun gücü gibi konularla doğrudan ilgili olduğuna işaret ediyor. Güçler ayrılığının çalışmaması, yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı üzerindeki soru işaretleri, Kamu Özel İş Birliği projelerinde ve özelleştirme uygulamalarında kamu çıkarına aykırı ihale süreçleri öne çıkan sorunlar arasında görülüyor.
Korona sonrası dönemde Türkiye Ekonomisinin toparlanabilmesi ve daha cazip bir yatırım iklimi yaratılabilmesi açısından bu tür olumsuz algılardan kurtulmamız yaşamsal önem taşıyor.
Peki, bu şeytan üçgeninden çıkılabilir mi?
Bana göre bu sorunun yanıtı evettir. Türkiye’nin bunu yapabilecek potansiyeli vardır. Öncelikle önem taşıyan husus Türkiye’yi yönetenlerin ülke çıkarlarını her şeyin üzerinde tutmalarıdır.
Türkiye’nin içinde bulunduğunu düşündüğüm Şeytan Üçgeninden çıkabilmesinin ön koşullarından bir tanesi de hiç kuşkum yok ki yozlaşmanın engelleneceği ve yolsuzluğa bulaşanların işinin çok zor olacağı bir sistemin kurulmasıdır. Ama bu da yetmez. Ekonomi ve dışişleri yönetimlerinde iş bilen liyakat sahibi kişilerin kilit görevlere getirilmesi, Merkez Bankası bağımsızlığı konusunda hiçbir kuşku bırakılmaması, yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığının teminat altına alınması, kuvvetler ayrılığına işlerlik kazandırılması, kamu yönetiminde şeffaflık ilkesine bağlılığın gösterilmesi ve dış politikada fabrika ayarlarına geri dönülmesi gibi adımların yaşamsal önemi vardır.
Gerek ekonomide gerekse de dış politikada yıllardır çok sayıda düşünürün uyarıları ve yapıcı eleştirileri dikkate alınsaydı belki bu noktaya gelinmeyebilirdi. Umarım egemen siyaset yapılan hatalardan ders alır ve gerekli politika revizyonlarının önünü çok geç olmadan açmak basiretini gösterir.
Kaynak: www.yurtseverlik.com