- Giriş
Özellikle son 4-5 yıl içinde, ekonomideki sıkıntıların giderek arttığını ve hatta tedbir alınmadığı takdirde fırtınalı denizlere sürüklenebileceğimizi yazı ve analizlerimle ifade etmeye çalıştım. Fakat yapılan hatalardan ders çıkartılmadığı gibi gerek ekonomide gerekse de dış politikada olmaması gereken şeyler yapıldı. Cumhuriyetimizin 100. Yılının eşiğinde Türkiye ekonomisi ciddi zorluklarla karşı karşıya bulunuyor. Neden böyle oldu? 2023 yılında ne gibi gelişmeler olabilir? Karşı karşıya olduğumuz riskler nelerdir? Ne gibi tedbirlerin alınması zorunludur?
Bu yazımızda konu ile ilgili düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.
- 2021 Sonu Görünümü
Yaklaşık üç yıl kadar önce yaptığım bir değerlendirmede Türkiye’nin, ekonomisi oldukça kırılgan bir yapı sergileyen, izlediği ekonomi politikaları tartışmalı, yabancı yatırımcıların ilgisini önemli ölçüde kaybetmiş, kaynaklarını rasyonel şekilde kullanamayan bir ülke görüntüsü verdiğini belirtmiş; Covid-19 salgınının Türkiye ekonomisinin sorunlarını daha da derinleştirebileceğini ve dolayısıyla sıra dışı önlemlerin öncelik ve ivedilik kazandığını vurgulamıştım.
2020-2021 yıllarında sorunlar azalmadı, bilakis arttı. Çünkü, söz konusu sorunların üzerine gidilebilmesi için yapılması gerekenler yapılamadı. Küresel ekonomide yaygın kabul görmüş Ortodoks yaklaşımlar akıllara bile gelmedi. Yapıcı uyarılar dikkate alınmadı.
2021 yılı ikinci yarısında, Merkez Bankası’nın başlattığı faiz indirimlerine gelince, bunların modern iktisat anlayışına, tatbiki bilgi birikimine ve makul gerekçelere dayandırılabilecek hiçbir mantıki açıklaması yoktu. 2021 yılı sonu itibariyle, on iki aylık resmi tüketici enflasyonu yüzde 36, gerçek tüketici enflasyonu bunun üzerinde iken, Merkez Bankası politika faizinin yüzde 14 olması akla zarar bir durumdu. “Net eksi reel faiz” aşırı yükselmişti. Bu akıl dışı durumun sürdürülmesinin matematik sonucu kur-enflasyon sarmalına girilmesiydi. Nitekim, öyle oldu.
Yeri gelmişken egemen siyasetin göz ardı ettiği önemli bir noktaya kısaca değinmekte yarar görüyorum. Açık bir ekonomide nominal faizler üç bileşenden oluşur. Bunlar sırasıyla doğal faiz oranı, enflasyon beklentileri ve ülke risk primidir. Ülkeler arasında farklılıklar olsa da doğal faiz oranı sabittir. Enflasyon beklentileri ülkenin makro ekonomik dengeleriyle bağlantılı bir sonuçtur. Risk primi ise ülkenin siyasi ve ekonomik istikrarı ile ilgilidir. Faizler emirle indirilmez. Faizler ancak ve ancak enflasyon beklentileri ve ülke risk primi azaltılarak düşürülebilir. Enflasyonun düşürülmesinin ön koşulu makroekonomik istikrardır. Ülke risk priminin azaltılması ise doğru ve şeffaf ekonomi politikalarının varlığına bağlıdır.
2021 yılı sonunda yürürlüğe konduğu söylenen ve iktisadi hiçbir temeli olmayan “faiz sebep enflasyon sonuçtur” anlayışına (!) dayalı yeni ekonomi politikasına gelince, bunun maalesef bir iç tutarlılık sorunu vardı. Şöyle ki;
- Merkez Bankası net rezervlerinin eksi 60 milyar dolar civarında seyrettiği bir dönemde zayıf para birimi politikasına geçiş son derece riskliydi. Türkiye’nin kısa vadede gerçekleştirmesi gereken önemli düzeyde bir dış borç servisi olduğu göz ardı ediliyordu. Ekonomi beklenmeyen şoklara karşı savunmasız durumdaydı. 2019-2020 döneminde ortaya çıkan 128 milyar dolar civarındaki rezerv kaybının arkasındaki nedenler unutuluyordu. O dönemde siyasi kazanç hedefiyle faizler düşük tutulmaya çalışılmış, devasa boyutta kredi pompalamasına gidilmiş, reel faizler aşırı negatif seviyelerde kalmış ve sonuçta dövize olan talep patlatılmıştı. Devasa boyuttaki rezerv erimesinin arkasında yatan temel dinamik buydu.
- Yapısal nedenlerle enflasyonun kura olan bağımlılığı yüksekti. Yapılan duyarlılık analizlerinin ortalaması kur artışlarının enflasyonu yüzde 40 civarında etkilediğini göstermekteydi. 2021 yılında Türk lirası, Dolar-Euro sepetine karşı çok ciddi ölçüde değer kaybetmişti. Enflasyonun hızla yükselmesinin arkasında yatan temel dinamiğin bu olağandışı kur artışı olduğu açıktı.
- Göz ardı edilen bir başka önemli husus reel sektörün kısa vadeli dış borç servisi yükümlülüğü idi. Türk lirasının, kısa bir zaman diliminde nereden bakılırsa bakılsın tüm dengeleri altüst eden düzeyde bir değer kaybına uğramasının öncelikle döviz cinsinden borcu olan fakat ihracat geliri yeterli olmayan bazı şirketleri çok zorlayacağı açıktı. İhracatı nispeten yeterli olan şirketler bile mecburen harcamalarını kısmak zorunda kalacaklardı. Genel anlamda karlılıkların düşmesi kaçınılmazdı. Bu şartlar altında işsizliğin azalması zordu.
- Reel sektörün karlılığının, borç servisi ve ithal girdisi maliyetlerindeki kaçınılmaz artışların etkisiyle önemli ölçüde düşecek olması, ücret artışlarının gerçek enflasyonun daha da gerisinde kalmasına yol açacak, bu durum gelir dağılımının daha da bozulmasına, yoksulluğun artmasına, toplumsal huzursuzluğun derinleşmesine yol açacaktı. Unutulmaması gereken önemli nokta, para birimindeki hızlı değer kaybının, ihraç malları üreticilerinin büyümesinden daha hızlı şekilde enflasyonu besleyeceği idi. Bu, ekonominin mevcut yapısından kaynaklanan matematik bir sonuçtu.
Tüm bu nedenlerle egemen siyasetin değersiz para birimi yoluyla ihracatı arttırarak ve ithalatı azaltarak ekonomik büyümeyi ve istihdamı arttırmayı amaçlayan yeni ekonomi politikasının tutarsız olduğunu düşünüyordum. Çünkü ekonomi politikalarının inandırıcılığının ön koşulu uygulamanın başarısı için şart olan siyasi, ekonomik, sosyal ve hukuki altyapının yeterli olmasıydı. Bu yeterlilik olmadan ortaya konan bir modelin başarılı olması zordu. Kuramsal ve zamanlama olarak yanlış bir faiz politikasına dayandırılmış bir modelde ısrar edilmesi faydadan çok zarar getirebilirdi. 2021 yılı Aralık ayı sonunda bankacılık sektörüne getirilen ve örtülü faiz içeren bir mevduattan başka bir şey olmayan kur korumalı mevduat hesabı uygulaması ise esas sorunu çözme kapasitesine sahip değildi.
Kur Korumalı Mevduat uygulamasının muhtemel sorunları olacak gereksiz bir yaklaşım olduğunu düşünüyordum. Çünkü, ekonomide konulan her hedef için dolaysız bir enstrüman gerekirdi. Kurun yükselişini dizginlemek için faizlerin arttırılması ve eş zamanlı olarak da tutarlı bir ekonomik programın açıklanması daha doğru olurdu.
Sonuçta, söz konusu ekonomi modeli ile ilgili ciddi endişelerim vardı. 2022 yılının ilk on ayında şahit olduğumuz gelişmeler endişelerimizi büyük ölçüde haklı çıkardı. Rusya-Ukrayna savaşının dolaylı ve dolaysız etkileri de kuşkusuz Türkiye ekonomisinin yararına olmadı.
- 2023’ün Eşiğindeki Durum
Bugün Türkiye ekonomisi iç içe geçmiş çok sorunlu bir küme ile karşı karşıyadır. Şöyle ki;
- Bütçe içindeki manevra alanı giderek daralmaktadır. İlave vergi ve stopaj artışları çözüm olmayacaktır. İktidarın esas yapması gereken kamu harcamalarında radikal kesintilere gitmek, her türlü israftan kaçınmak ve yapılabilirliği tartışmalı yatırım projelerinden vazgeçmektir. Aksi takdirde borçlanma baskısı daha da artacak, zaruri bazı hizmetlerde aksamalar olacaktır.
- Türkiye’nin dış borçları aşırı yükselmiştir. 2011 yılının son çeyreğinden itibaren adeta bir borç patlaması yaşanmıştır. Toplam brüt dış borcun GSMH’ya oranı 2011 yılı sonunda yüzde 36.4 iken 2022 ikinci çeyreği sonunda %53.7 olmuştur. Bu noktada 2009 yılında yapılan ve sonuçları sonradan ortaya çıkan bir hatayı hatırlatmak gerekir. Söz konusu yıl içinde alınan bir kararla döviz geliri olmayan şirketlere de dış borçlanma olanağı sağlanması, sonraki yıllarda özel kesimin dış borçluluğunun hızla artmasının arkasında yatan temel nedenlerden biridir.
- Toplam faktör verimliliğinin büyümeye katkısı giderek düşmektedir. Dış borçlanma yoluyla sağlanan kaynakların doğru yerlerde kullanıldığını söylemek mümkün değildir. Kaynaklar/harcamalar dengesi göz ardı edilmiştir. Sürdürülebilirlik ve öngörülebilirlik dip noktadadır. Bu şartlar altında sağlıklı ve sürdürülebilir bir kalkınma patikasına geçmek zordur.
- 2022 yılının ilk yarısında yükselen enflasyon ve Ukrayna savaşı nedeniyle artan belirsizliğin yanı sıra döviz kurundaki artışlar karşısında bireyler tüketim talebini öne çekmişler ve yurtiçi talebe bağlı bir büyüme gerçekleşmiştir. Özel tüketime dayalı büyüme ikiz açıkları ve enflasyonu destekleyen bir yapı arz etmekte, sürdürülebilir ve istikrarlı bir büyüme patikasına geçişi zorlaştırmaktadır.
- Dünyada artan enflasyon karşısında önemli merkez bankalarının parasal sıkılaşmaya yönelik önlemleri ve bu kapsamda politika faiz oranlarını yükseltmeleri, Türkiye’nin aşırı yüksek seyreden risk priminin (CDS) dış finansman koşullarını zora sokması ve maliyetleri yükseltmesi büyümenin finansmanı ve dış borç servisi üzerinde ciddi baskı yaratmaktadır.
- Ülke kalkınmasında büyük rolü olan tasarruf oranı 2000’li yılların başında yüzde 22 civarında iken bugün %5-8 aralığına düşmüştür. Yurttaşların tasarruf eğiliminden kopmasının temel nedeni hızla düşen alım gücüdür.
- Büyüme hedeflerinin gerçekleşmesi için dönemsel büyümenin ivme kazanması gerekmektedir. Ancak, 2022 yılının ikinci yarısında ekonomide yavaşlama eğilimleri göze çarpmaktadır. İmalat sanayi kapasite kullanım oranı, yatırım beklentileri, elektrik üretimi ve talebi, konut, beyaz eşya, otomotif satışları ve güven endeksleri gibi önemli parametreler ile ilgili veriler bu durumu açıkça ortaya koymaktadır. Haziran ayında alınan makro ihtiyari tedbirlerin kredi artış hızını aşağı çekmesi ve böylece yurtiçi talepteki canlılığı yavaşlatması söz konusudur.
- Yüksek seyreden enflasyon ve artan enflasyonist beklentiler, üretim ve yatırım ortamı için belirsizlikleri arttırmakta, maliyetleri yükseltmekte, geleceğe dönük yurtiçi talep dinamikleri üzerinde baskı yaratmaktadır.
- Tarım sektörünün GSYH içindeki payı ve büyümedeki rolü artan maliyetler nedeniyle giderek azalmaktadır. Akaryakıt, gübre, tohum ve ilaç gibi hammadde fiyatlarındaki hızlı ve aşırı yükselme tarım ve hayvancılık üretimini olumsuz yönde etkilemektedir.
- Türkiye’de izlenen para ve maliye politikaları enflasyonu destekler niteliktedir. Bu yaklaşım enflasyonist beklentileri yukarı çekmektedir. Enflasyon dinamiklerini oluşturan dört temel faktörün sırasıyla kur krizleri, aşırı negatif reel faiz, kontrolsüz parasal genişleme ve Merkez Bankası itibarının düşüşü olduğu göz ardı edilmiştir. Söz konusu dinamiklerin oluşmasına yol açan sebepleri ortadan kaldırmadan sonuç alınamayacağı hala idrak edilmemiştir.
- Türkiye enflasyon göstergelerinde seviye ve dinamikler yönünden diğer yükselen piyasa ve Gelişmekte Olan Ülkelerden ayrışmaktadır. İkiz açıklar, dış borç yapısı ve servisi, Türkiye’nin CDS risk primi, döviz rezervlerinin durumu, önümüzdeki yıl için olası dış borçlanma ihtiyacı, enerji ithalatına aşırı bağımlılık ve nihayet, Merkez Bankasının para politikası dikkate alındığında TL’nin değer kaybı değer kazanmasına göre daha olası gözükmektedir.
- Enflasyon bağlamında bir başka sorun dış ticaret hadlerinin Türkiye’nin aleyhine seyretmesidir. Bu durum hem ihracatı hem de ithalata bağımlılık nedeniyle üretim maliyetlerini olumsuz yönde etkilemektedir. Çekirdek enflasyon ile gıda ve hizmetler enflasyonunun yüksek seyri yanı sıra Üretici Fiyat Endeksi yıllık artış hızının Eylül ayında yüzde 150’yi aşması enflasyonun direncini daha da arttırmaktadır.
- Bir başka ciddi sorun varlık fonudur. Olayı basite indirgersek, varlık fonunun ipotek edilerek üzerine kredi çekmek için kurulduğu açıktır. Fonun kapsamına çok önemli ve büyük kamu şirketleri, kamu bankaları, kamu işletmeleri ve hazine malları alınmıştır. İşin vahim tarafı, fonun, ülkenin kaynaklar/harcamalar dengesi ile nasıl ilişkilendirildiğinin meçhul olması yanı sıra raporları ve mali tablolarının Sayıştay denetimi dışında bırakılmasıdır. Aslında fon, kabul görmüş yönetim kavramlarının birbirine karıştırıldığı, şeffaflık ilkesinden uzak paralel bir hazine görünümünde olup para ve maliye politikalarının koordinasyonunu ve etkinliğini zora soktuğu izahtan varestedir.
- Yatırımcılar ve kreditörler açısından önemli bir sorun olarak görülen bir başka husus, gücün, otoriter rejimlere benzer bir yoğunluk ile yürütme erkinde ve tek elde toplanmasıdır. Vergi bağımsızlığı ve tarafsızlığı ile hukuk devleti ilkelerine yönelik ihlaller, denetleyici ve düzenleyici kurumların etkisini ve işlevini büyük ölçüde yitirmesi ve nihayet, Meclisin denetleme ve hesap sorma gücünü kaybetmesi tedirginlik yaratmaktadır.
- Bir başka önemli sorun yolsuzluk iddialarıdır. Ekonomi tarihi, yolsuzlukların ekonomik gelişmeyi ve kalkınmayı ne kadar olumsuz etkilediğini gösteren örneklerle doludur. Yolsuzluklar, kamu yatırımlarının maliyetini yükseltmiş, ekonomik belirsizliğin artmasına yol açmış, kaynak verimliliğini büyük ölçüde bozmuş, sürdürülebilir kalkınma için elzem olan öncelikleri ve teknoloji tercihlerini olumsuz yönde etkilemiştir. Yolsuzluklara bulaşmış iktidarların, yapılabilirlikleri tartışmalı olsa bile büyük altyapı ihalelerine ölçüsüz düzeyde ağırlık verdikleri görülmüştür. Türkiye’ye gelince, Kamu İhale Kanunu’nda bugüne kadar yapılan 200’e yakın değişiklik ile kanunun amaçlanan şeffaflık ve hesap verebilirlik ilkelerinden uzaklaşıldığı, anlamsızca genişletilen istisna kapsamıyla denetim ve adil rekabetin sağlanabildiği kamu alım ve ihaleleri oranının özellikle Devlet Planlama Teşkilatının ılga edilmesinden sonra hızla düştüğü bilinmektedir. Elimizdeki veriler, ülkemizdeki yaygın yolsuzluk algısının hukuk devleti ilkeleri, basın ve ifade özgürlüğü, sivil toplumun gücü gibi konularla doğrudan ilintili olduğuna işaret etmektedir (Kaynak: Uluslararası Şeffaflık Örgütü Raporları).
- İşsizlik çok ciddi bir sorun haline gelmiştir. Geniş tabanlı işsizlik oranı yüzde 30’a dayanmıştır. Yurtiçi talebe dayalı büyümenin istihdam yaratma kapasitesi zayıf seyretmektedir. İşsizlik, ülkenin en önemli meselelerinden birine dönüşmüşken Türkiye yıllardır ciddi bir göçmen krizi ile boğuşmaktadır. İyi tasarlanmış bir strateji ile üzerine gidilmediği takdirde, bu büyük sorunun uzun vadede çok ciddi siyasi, sosyal ve ekonomik etkileri olacağı açıktır.
- Ne yapmalı
Türkiye Ekonomisinin önemli zorluklar içinde olduğu açıktır. Fakat şeffaf ve doğru politikalarla ekonomiyi bir toparlanma sürecine sokmak mümkündür. Ülkemizin bu potansiyeli vardır. Yukarıda özetlemeye çalıştığım tespitler ekonominin düzlüğe çıkabilmesi adına aklıma gelen ve Türkiye’yi yönetenlerin dikkatine sunmayı bir görev olarak telakki ettiğim hususları içermektedir.
Unutmayalım ki sermaye ile barışık olmayan, toplumsal mutabakatı göz ardı ederek sağlayamayan ve toplumsal mutabakatı evrensel mutabakat düzeyine çıkartamayan toplumların refaha ulaşmaları ve yarının dünyasında saygın bir yer edinmeleri mümkün değildir.
Ekonomiyi yönetenlere güven azaldıkça Türk Lirası, yatırım aracı olma özelliğini kaybetmekte, ülke risk primi yükselmekte, işsizlik artmakta ve gelir dağılımı bozulmaktadır. Plansızlık artmış, ekonomi sanki bir yaz-boz tahtasına dönüşmüştür. Böylesine bir görünümle güven ve inandırıcılık geri kazanılmaz, beklentiler olumluya dönüşmez.
Egemen siyasetin öncelikli hedefi ülke içinde sağlam, uluslararası rekabet gücüne sahip, birbiriyle barışık ve müreffeh bir toplum yaratmak olmalıdır. Bunun için kuramsal olarak en doğru ekonomik, mali, parasal ve kurumsal tedbirlerin bile yeterli olmayacağını görmek gerekir. Çünkü iç ve dış siyaset normalleşmeden, parlamenter demokrasiye geri dönülmeden, hukuk ve yargı sisteminin bağımsızlığı ve tarafsızlığı tam olarak tesis edilmeden, kuvvetler ayrılığı ve denetim mekanizmaları şeffaflık içinde çalışmadan, kilit atamalar liyakat esaslarına göre yapılmadan, Merkez Bankası ve TÜİK gibi kurumların bağımsızlığı konusunda hiçbir kuşku bırakılmadan ve nihayet, toplumu kutuplaştırıcı söylem ve politikalardan vazgeçilmeden beklentiler olumluya dönmez ve uygun bir yatırım iklimi oluşmaz.
Kamuda mutlak surette planlı ekonomiye geri dönülmelidir. Kanal İstanbul gibi ekonomik ve siyasi yapılabilirliği son derece tartışmalı projelerden vazgeçilmelidir. Ekonominin geleceğini ipotek altına alan köprü, havaalanı, şehir hastanesi, otoyol gibi dövize endeksli gelir garantisi verilen yeni YİD projelerine girişilmemelidir. Halen var olanların kamulaştırılması için ne mümkünse yapılmalıdır. Kamuda harcamaların şeffaf ve denetlenebilir olmasına özen gösterilmeli, tasarruf tedbirlerine başta Cumhurbaşkanlığı ve TBMM olmak üzere tüm kamu kurum ve kuruluşları uymalıdır.
Merkezi yönetim bütçesinde bir taraftan sıkı tasarruf tedbirleriyle harcamalar azaltılırken gelir artışına da önem verilmelidir. Büyüme dostu olmayan dolaylı vergiler yerine dolaysız vergilerin arttırılması yoluna gidilmelidir. Tıkanan vergi yargısı sistemi de yeniden gözden geçirilmelidir.
Ülkemizin bugün karşı karşıya olduğu sorunların özünde temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanması, diğer bir ifade ile iktidar gücünün denetlenememesi yatmaktadır. Yasama, yürütme ve yargı erklerinin birbirinden bağımsız çalışması demokrasinin ve çağdaş bir anayasanın olmazsa olmazıdır. Tarih, denetimsiz gücün yolsuzluğa ve adaletsizliğe neden olduğunu, ülkeleri sosyal ve ekonomik krizlere sürüklediğini gösteren örneklerle doludur. Gerek iktidar gerekse de muhalefet, Türkiye’nin tarihten ders alınması gereken bir zaman dilimi içinde bulunduğunu ve çok yönlü risklerle karşı karşıya olduğunu unutmamalıdır.