Büyük Devletlerin Hakları
Uluslararası ilişkilerde, normal şartlarda, büyük devletlerin haklarını görmezlikten gelmek mümkün değildir. Çünkü mevcut uluslararası sistemin işleyişinde doğal olarak esas aktör, devlettir. Birleşmiş Milletler, Kuzey Atlantik Paktı (NATO), Avrupa Birliği, Şangay İşbirliği Örgütü benzeri sayısız uluslararası örgütün varlığına rağmen, esasında dünya düzeni, büyük devletlerin ‘haklarına’ ve ‘çıkarlarına’ göre kurgulanmış bir oyun sahasıdır. Bu çerçevede, küçük devletlerin hak ve çıkarlarının arada gürültüye gitmesi veya büyük devletlerin insafına bırakılmış olması olağan bir durumdur. Herhangi bir sosyal kulübün kurallarına benzer şekilde Birleşmiş Milletler dahil uluslararası örgütlerin üyesi olan devletlerarasındaki ilişkiler, diplomatik davranış biçimleri, sosyal hiyerarşiyi, başka bir deyişle adı konulmamış bir “ast-üst sistemini” yansıtır. Zaten ABD, Rusya Federasyonu, Çin, İngiltere ve Fransa beşlisi, İkinci Dünya Savaşı’nın galipleri sıfatıyla, kendilerine göre bir dünya düzeni kurmuşlar ve bugün de bu düzenin bozulmadan, kendilerine hizmet etmesini bekleyen bir anlayışla hareket etmektedirler.
Öte yandan, “büyük devlet” statüsü, doğrudan bir askeri potansiyelin veya ekonomik gücün bir uzantısı olarak görülmemektedir. Uluslararası statü, milli güç unsurlarına bağlı olarak elde edilmekle birlikte, örneğin bir demografik güç, o ülkeye büyük devlet statüsü tanımamaktadır. Öyle olsaydı, bugün dünyanın en büyük devletleri arasında, örneğin Nijerya sayılabilirdi. Milyarı aşan nüfusuyla Hindistan, ABD’den daha güçlü bir devlet olarak kabul görebilirdi. Net bir tanımı bulunmayan “güç” kavramı, doğası gereği muğlak bir nitelik taşır. Devletler nezdinde uluslararası statüye yansıyan güç algısı da bu nedenle muğlaktır. Gerçek olan şudur ki, sanayi çıktısı, demografik yapısı, finansal yetkinlik, askeri kapasite, coğrafya, siyasi yapı, entelektüel birikim, kültürel yapı, tarihsel geçmiş, zaman, mekân vb. faktörler, büyük devlet statüsünde belirleyici rol oynar, güç algısının büyüklüğünü-küçüklüğünü belirler.
Bununla birlikte bir devletin sahip olduğu gücün mutlak bir doğrulukla ölçülme mümkün değildir. Gücü oluşturan faktörlerin görünmeyen bir boyutu da siyasi ve askeri liderlerin kalitesi, diplomasi yetenekleri gibi elle tutulamayan diğer öğelerdir. Nihayetinde güç, sahip olunan bir nesne değildir, belki devletler arasındaki ilişkiler ekseninde ortaya çıkan toplam algı seviyesidir. Gücün yalnızca somut öğelerine odaklanılması değerlendiriciyi yanıltıcı istikametlere götürebilir, yanlış kararların alınmasına neden olabilir. Bundan dolayı, bir devletin güç seviyesine yönelik bir değerlendirme yaparken, elde mevcut somut verilerin yanında özellikle soyut varlıklara da yakından bir büyüteçle bakma imkanı bulunabilirse, o devlet hakkındaki nihai değerlendirmenin de o derece gerçeğe yakın çıkması mümkün olabilir.
Devlet adamlarının kafasını en fazla meşgul eden şey, sahip olduğu gücü, ülkesinin hak ve çıkarlarını gerçekleştirmek için nasıl kullanacağıdır. Putin; 1991 yılında dağılan Sovyetler Birliğini yeniden inşa etmeyi birincil hedefi haline getirmiş ve bunu hayatının merkezine koymuştur. Putin, doğal kaynaklara dayanan ülkesinin zenginliğini, Rus silah sanayiinin bazı alanlarda özgün teknik başarılara imza atması için kullanmış ve yirmi yılı aşan ‘tek adam’ yönetimi süresince Rusların dikkate değer ilerlemeler kaydetmesine önderlik etmiştir. Stalin’den miras Sovyet topraklarını yeniden kazanmayı ülkesinin milli hedefi haline getiren Putin, 1990’ların başında Sovyetlerden ayrılarak bağımsız olan eski Sovyet Cumhuriyetleri ile bazı Doğu Avrupa ülkelerindeki ‘tarihi haklarına’ sarılmıştır. Bunu gerçekleştirmek için de, NATO’nun genişlemesini bahane ederek, birtakım revizyonist savaş politikalarına meşruiyet sağlamaya yönelmiştir. Yeltsin’in yardımcısı iken, Kafkaslarda ortaya çıkan Çeçen direnişini acımasız ve orantısız bir askeri güç kullanımıyla bastıran ‘Çar Putin’, adeta Rusya’da “Putinizm” efsanesini başlatmış ve yirmi yıldır kendi etrafında inşa ettiği otoriter/totaliter yönetim anlayışıyla, Hitler Almanya’sının ayak izlerini kendine rehber edinmiştir.
Putinzm ve Hitlerizm
Batı dünyası, başlangıçta Hitler’e karşı uyguladığı yatıştırma politikasının (saldırganın isteklerini müzakere yoluyla çözmeyi amaçlayan bir dış politika yaklaşımı) bir benzerini, günümüz dünyasında Putin’in istekleri için de uygulamaktadır. Bununla birlikte Putin’in Ukrayna işgalini meşrulaştıracak tavizler vermeyi ve bu kapsamda bir anlaşmaya varmayı, Biden başta olmak üzere İngiltere, Fransa, Almanya ve İtalya yönetimleri kabul etmemişlerdir. Bununla birlikte, Hitler’in taleplerini zamanında reddeden müttefiklerin, Hitler’e karşı savaş açmaması, domino taşı etkisiyle Avusturya, Çek Cumhuriyeti, Polonya, Belçika ve nihayetinde Fransa’nın düşmesine neden olmuştur.
Bugün de benzer durum geçerlidir. Ukrayna için Putin’e ‘savaş açmayan’ müttefikler, Doğu Avrupa’da istikrarsızlığın ve güvenlik problemlerinin artmasına, gelecekte görülmesi olası Rus saldırılarına davetiye çıkarmışlardır. Stalin; İkinci Dünya Savaşı’nın başlarında Almanya ile işbirliği içinde hareket etmiş ve Polonya’nın yarısını Hitler’le paylaşmıştır. Devamında Baltık ülkelerini işgal eden Stalin; sonrasında hiçbir tahrik olmadığı halde, Finlandiya’ya saldırmıştır. Günümüzde Putin’in Ukrayna’ya saldırmasına benzer bir işgal fiili, bundan 83 yıl önce Stalin tarafından Finlilere yaşatılmıştır. Rusya-Ukrayna Savaşına bu gözle bakmakta fayda vardır. Bugün, dünyanın ikinci büyük askeri gücü olan devasa Rus Ordusuna karşı, neredeyse esamesi okunamayacak derecede küçük ve yetersiz bir Ukrayna Ordusu’nun cılız da olsa kayda değer direnişine tüm dünya şahitlik ediyor.
Şimdi biraz Sovyetler Birliği-Finlandiya savaşına bakalım, günümüzle benzerliklerine değinelim.
Rusya-Finlandiya Savaşı
1 Nisan 1938 tarihinde Sovyetler, üs ve toprak taleplerine karşılık bulmak için Finlandiya ile müzakerelere başlamışlardır. Sonraki bir buçuk yıl boyunca müzakereler devam etmiş ve Sovyetlerin Finlilerden talepleri sürekli artış göstermiştir. Finli müzakereciler sabırla Sovyetlerin üs taleplerini reddetmeye devam etmişlerdir. Bunun üzerine, 3 Kasım 1939 tarihi geldiğinde diplomatik görüşmelerden umudunu kesen Sovyet Dışişleri Bakanı Molotov “Şimdi söz söyleme sırası Sovyet ordusuna gelmiştir!” diyerek, yaklaşan savaşa işaret etmiştir.
Stalin’in yakın çevresindeki yönetim elitinin sahip olduğu yaygın beklentiye göre, Sovyet Ordusu, sınırın ötesine birkaç el ateş etmesi halinde, Finliler anında teslim bayrağını çekeceklerdi. Bu beklentiyi paylaşan Stalin de süratle Finliler karşısında zafer kazanacağına inanmıştı. Bununla birlikte Kızıl Ordu Genelkurmay Başkanı General Shaposhnikov, Stalin’den daha az iyimserdi. Shaposhnikov inatçı bir Fin direnişinin gelişebileceğini öngörmüştür. Kızıl Ordu’nun tüm gücünü kullanabileceği kapsamlı bir hazırlık yapılmasını ve savaşın bu arada yapılacak plan çerçevesinde başlatılmasını Stalin’e önerdi. Stalin gerek yok diyerek Shaposhnikov’un önerisiyle alay etmeyi yeğlemiştir. Finlileri yenme görevini Shaposhnikov yerine General Meretskov’a vermiştir.
Sovyetler; ezilen Fin işçilerinin Kızıl Ordu’yu kurtarıcılar olarak selamlayacaklarına ve “Beyaz Finlileri” Finlandiya’dan sürmek için Kızıl Ordu’ya katılacaklarına inanıyorlardı. Sovyetler, Finlandiya içinde iç çekişmeyi kışkırtmak için propaganda ve “beşinci kol” faaliyetlerini devreye soktular. Stalin, Marksist Otto Kuusinen’in önderliğinde kukla bir Fin hükümeti kurdurdu. Kuusinen, ilk “kurtarılmış şehir” olan küçük Terijoki kasabasında “Finlandiya Demokratik Cumhuriyeti”ni kurmuştur.
Rusların askeri hedefleri, Fin Mannerheim Hattı’nın savunmasını kırmak, Viipuri’deki iletişim hatlarını güvence altına almak ve Helsinki’ye giden yolları açmaktı. Sovyet hava ve deniz kuvvetleri, icra edilecek kara harekâtını desteklemek için kullanılacaktı. Sovyetlerin bu savaş için yaklaşık 800 uçağı vardı. Sovyetler, Finlandiya Hava Kuvvetlerini yok etmek, Fin savunma pozisyonlarına saldırmak, seferberliği bozmak ve Fin muhabere hatlarını kesmek için hava gücünü kullanmayı planlamışlardır. Sovyetler ayrıca Fin nüfusunu boyun eğdirmek ve yıldırmak maksadıyla Sovyet hava gücünün doğrudan halkı hedef almayan taciz saldırılarını yaygın bir şekilde kullanmayı düşünmüşlerdir. Bu arada Sovyet Donanması Finlandiya Körfezi ve Arktik Okyanusu’nda operasyonlarını yürütmeye devam etmiştir. Sovyetler nihayetinde Finlandiya’yı ablukaya almayı hedeflemişlerdir.
Savaş 26 Kasım 1939 tarihinde başlamış, tam taarruz 30 Kasım’da icra edilmiş ve Aralık 1939 sonuna kadar devam etmiştir. Kızıl Ordu, Finlilerin beklediğinden daha büyük bir güçle, daha hızlı ve farklı eksenlerde taarruzunu başlatmış, topyekûn bir harekât yürütmüştür. Başlangıçta bu gücün büyüklüğü karşısında şaşıran Fin ordusu, gereken karşılığı ilk etapta verememiş ve Sovyetler, neredeyse erken bir zafere ulaşmışlardır. Ancak Sovyet Ordusu, süratle toparlanan Fin direnişi karşısında bu erken başarının devamını getirememiştir. Bu dönemdeki Sovyet Ordusu, dönemin Finlandiya Kuvvetleri Komutanı General Mannerheim tarafından, enstrümanları şefin komutlarından bağımsız ve uyumsuz çalan bir orkestraya benzetilmiştir.
Bu dönemde Sovyet ordusu genel olarak başarısız ve birbirinden kopuk bir saldırı düzeninde hareket etmiştir. Süratli manevralarla savaşı kazanmak isteyen Sovyetler bunda başarılı olamamışlardır. Bunun üzerine saldırılarına ara veren Rus ordusu, plan değişikliğine gitmek zorunda kalmıştır. Savaş sırasındaki Sovyet propaganda faaliyetleri (beşinci kol) ve kukla hükümet, Finlileri yıldırmak ve teslim olmalarını sağlamak için yeterli olamamıştır. Hatta bu durum tam tersi bir etki yapmış ve Finlandiya’nın Sovyetlere karşı direnişini sağlamlaştırıcı bir rol oynamıştır.
Finlandiya’da kukla hükümetin kurulması, Stalin Rusya’sının uluslararası izolasyonla karşı karşıya kalmasına ve neticede Sovyetlerin Milletler Cemiyeti’nden ihraç edilmelerine yol açmıştır. Bu arada Sovyet Donanması, birkaç savunmasız adada başarılı amfibi operasyonlar gerçekleştirmiştir. Bununla birlikte, Fin kıyı savunması, anakaraya yapılan tüm Sovyet amfibi harekât girişimlerinin başarısızlıkla sonuçlanmasına neden olmuştur. Kısa kış günleri ve kötü hava koşulları, Sovyet hava taarruzlarından istenen sonuçların alınmasına engel olmuştur. Sovyetler muhabere hatlarına hava saldırıları başlattığında, Fin seferberliği neredeyse tamamlanmış olduğundan, ülke içindeki iletişim kesintiye uğratılamamıştır. Bu arada Kızıl Ordu kuvvetlerinin müstahkem Mannerheim Hattı’na karşı savaşmak için hazırlıksız olduğu ortaya çıkmıştır. Sovyet kuvvetleri karşılaştıkları kısıtlı arazi şartları ve zorlu kış koşullarına hazırlıksız yakalanmıştır. İyi eğitimli, donanımlı ve Sovyetlere karşı inançla direnen Finler, gerilla taktiklerini ustaca kullanmışlar ve Kızıl Ordu saldırılarının neredeyse durduracak kadar etkili olmuşlardır. Hantal Sovyet birliklerini belirli ilerleme eksenlerinde vur-kaç taktikleriyle felç eden Finliler, savaşın durağan hale gelmesini sağlamışlardır.
Stalin; Sovyetlerin karşı karşıya olduğu zor durumu fark etmiş ve Fin direnişini kırmak için Sovyet ordusunu yeniden gruplandırmak ve harekât konuşunu yeniden yapmak zorunda kalmıştır. Stalin, savaşı kazanabilecek potansiyeli olan ve savaş tecrübesi olan Mareşal Timoşenko’ya ordunun komutasını vermiştir. Timoşenko, Ocak 1940 ayını, Rus kuvvetlerini Finlandiya’da kış koşullarında savaşmaya hazırlamak ve savaşın ilk ayının tespit edilen eksikliklerini gidermek için kullanmıştır.
Timoşenko, 1 Şubat’ta yeniden başlayan savaşta, kuşatma manevraları yerine kuvvetlerini Fin cephesini yarmak için belirlediği hedefler üzerine odaklandırmıştır. Sıklet merkezi prensibine uyan Sovyet ordusu kitle halinde hareket etmiş, istenen noktalarda Fin birliklerini ezip geçen bir sayısal üstünlük elde etmiştir. Sovyetler taarruzları, kitlesel topçu desteğiyle ve artan baskıyla birlikte, Fin cephesinin yarılmasını sağlamıştır. Sovyetler, stratejik ve operasyonel seviyelerdeki saldırılarıyla derinlik ve eşzamanlılık elde etmeye başlamıştır. Elverişsiz hava koşulları nedeniyle, yapılabildiği kadarıyla hava taarruzlarının stratejik hedeflere odaklanması sağlanmış, taktik hedefler kara topçusuna bırakılmıştır. Neticede, 13 Mart’ta Sovyet Ordusu “başarılı olmuş” ancak Stalin’in istediği zafer geç gelmiştir. Bu durum, Hitler’in Rusları ‘kolay lokma’ görmesine ve Rusya’ya planladığından daha önce saldırmasına neden olmuştur.
Nüfusu 170 milyondan fazla olan Sovyetler Birliği, dört milyonluk bir ülke olan Finlandiya’ya savaş ilan etmişti. Finlandiya, sadece küçük ve donanımı yetersiz bir orduyla bile Ruslara karşı 105 gün başarıyla direnebilmiştir. Stalin başlangıçta 12 günde Finlandiya’yı işgal etmeyi planlarken, 105 gün sonra ancak çok sınırlı bir bölgeyi Rus ordusu kontrolü altına almayı başarabilmiştir.
Bu savaşta, askerleriyle Finlilerin yanında yer almayan Büyük Britanya ve Fransa, çeşitli yaptırımlarla Sovyetleri durdurmaya çalışmışlardır. Sovyetler Birliği’nin Finlandiya’yı işgalini Milletler Cemiyeti sözleşmelerini ihlal eden bir eylem olarak nitelemişler ve Sovyetler Birliği’nin örgütten ihraç edilmesini sağlamışlardır. O dönemde ne Almanya ne de ABD, Milletler Cemiyeti’ne üye değildi. Sovyetler de ihraç edilince, bu sefer de Milletler Cemiyeti’nin neredeyse bir önemi kalmamış oldu.
Bu arada Sovyet işgali Finlandiya’yı dünya siyasetinin ön saflarına taşımıştır ve onu Almanya için önemli bir müttefik haline getirmiştir. Yaşanan Fin-Rus Kış Savaşı, Almanya’ya Kızıl Ordu’yu yakından gözlemlemek ve Finlandiya içindeki Sovyet karşıtı duygulardan yararlanmak için mükemmel bir fırsat sunmuştur.
Sonuç
Rus Ordusuna karşı Ukrayna’nın askeri tepkisi, şimdi Putin’i şaşırtmıştır. Başlangıçta anlaşılabildiği kadarıyla Putin’in planı, Kiev yakınlarındaki bir askeri havaalanını işgal etmek, havadan indirme harekâtı ile Ukrayna içinde iç karışıklığa neden olmak, çeşitli eksenlerden saldıran ordusuyla Ukraynalılar ve Ukrayna Hükümeti üzerinde baskıyı artırmak, kuracağı kukla hükümet ile Ukrayna yönetimini ele geçirmek, neredeyse hiç direnişle karşılaşmadan Ukrayna’yı almaktı. Hedefinde ‘kardeş’ Ukrayna halkı değil Zelensky yönetimi vardı. Hatta Batı dünyası bile bu planının işleyeceğini düşündüğünden, Afganistan’da Taliban’ın elinden Gani’yi kaçırdıkları gibi, Zelensky’e de ülkesini terk etmesi halinde yardım edeceklerini teklif etmişlerdir. Putin’i ve Biden’ı şaşırtacak bir şekilde, Putin’in kendisine muhatap kabul etmediği Komedyen Zelensky ülkesindeki direnişe liderlik etmiş ve rolünün hakkını vermiştir. Ukraynalılara şerefle ülkelerini savunma gücünü ve moralini aşılamıştır. Kökenleri Slav olsa da Rus olmadıklarını, ‘Ukraynalı’ olduklarını hatırlatmıştır. Zelensky’inin bu saygın duruşu, savaşın gidişatını değiştirmiştir. Bu arada ağır kış şartları, Ukrayna ovasının zırhlı birlik harekâtı için bu mevsimde uygun olmaması, Rus ordusunu büyük şehirlere giden yollara ve güzergahlara mahkûm etmiştir. Yakın muharebeler henüz başlamadığı için, taktik hava harekatı henüz yok denecek seviyede icra edilmektedir. Hava Kuvvetleri şehirlerde seçilmiş bazı hedeflere ve televizyon kulesi benzeri stratejik hedeflere taarruzlarla sınırlı bir şekilde kullanılmakta, yoğun ve yıkım gücü yüksek hava taarruzları şimdilik dar kapsamlı icra edilmektedir. Kilometrelerce uzayan Rus ordusuna ait birliklerin oluşturduğu konvoylar, Ukrayna şehirlerini ‘işgal’ treni olarak yollara dökülmüştür.
Rusların 2 gün içinde mutlak bir zafer kazanacaklarına yönelik sergiledikleri “üstünlük” hissi, şimdilerde yerini neredeyse içinden çıkamayacakları bir açmaza bırakmıştır. Bu arada Batı dünyasının yaptırımları başlatılmış, yükselen Rus tehdidi karşısında Avrupa Birliği ülkeleri de gerçekten “birlik” olabileceklerinin sinyallerini vermişlerdir. Putin’in uluslararası hukuka aykırı gerçekleştirdiği Ukrayna işgal teşebbüsü, Rusların dünyanın geri kalanından tecrit edilmesine, izolasyonuna neden olmuştur. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 15 üyesinden 11 üyesinin Putin yönetimini kınaması bunun göstergesi olarak okunmuştur.
Rusların acelesi var mı? Şüphesiz yok! Mecburen havaların ısınmasını, iyileşmesini bekleyecekler. Amerikalılar ve İngilizler, Ukrayna’ya Ruslarla savaşmak için asker göndermeyeceklerini açık ve net bir şekilde söylediler. Tanksavar silahları, omuzdan atılan stinger benzeri silahlarla Ukrayna Ordusu Batı tarafından ‘destekleniyor’. Bu silahların, teknik kabiliyeti yüksek büyük Rus ordusunu durdurması zaten beklenmiyor. Ancak, 41 milyon nüfuslu Ukrayna halkına, sembolik de olsa, yalnız olmadıklarını Batı dünyası hissettirmek istiyor.
Putin, Belarus, Donbas ve Kırım’dan başlattığı eşzamanlı saldırılarıyla ordusunu Ukrayna içinde konuşlandırmış, hatta Donbas-Kırım arasında birleşmeyi de sağlamıştır. Odesa bölgesinin de Kırım hattına bağlanması halinde, güneyde halka tamamlanmış olacaktır. Bundan sonrası, yarım ay şeklinde ilerleyecek Rus ordusunun Dinyeper nehrinin doğusunda kalan Ukrayna topraklarını işgal etmeye odaklanacağı, daha agresif ve kesin sonuçlu muharebelere girişebileceği söylenebilir. Putin’in Dinyeper’in batısına şimdilik dokunmayacağı anlaşılıyor.
Şehir savunması ile vur-kaç taktiklerine dayalı olarak gelişecek Ukrayna direnişinin başarısı, daha onurlu ve az kayıplı bir barışın kapısını Ukraynalılar için aralayabilir. Ruslara teslim edilmeyecek her bir karış Ukrayna toprağı, Batı Ukrayna’nın kazancı olarak yazılabilir. Anlaşılan, Doğu Ukrayna’yı Ruslar işgal edinceye ve Dinyeper nehri hattına ‘Demir Perde’yi çekinceye kadar, Ukrayna savaşı devam edecektir.
Soru şudur: Ukrayna’dan Rusların koparacağı toprağın büyüklüğü ne olacak?
Umulur ki Ukrayna ikiye bölünmeden Rusya’da Putinzm’e son veren bir adım atılmış olsun.
Kaynak: www.strasam.org