Tarih, siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik alanlarda bir gelişme ve evrim ile akar. Genel anlamıyla evrim, uygarlığın belli bir yönde gelişmesini; sıçramalı değil, sıralı bir iyileşme olarak izah eder. Aristoteles’ten başlayarak, Hegel ve Marks’a kadar uzanan birçok düşünür, farklı açılardan da olsa, tarihsel akışı evrim fikri ile ele almışlardır.
Francis Fukuyama, 1990’lı yılları başlarında, Soğuk Savaş’ın bitmesi ve iki kutuplu sistemin ortadan kalkmasının getirdiği iyimserlikle, artık tarihin sonuna gelindiğini öne sürmüştür. Fukuyama, Hegel’in diyalektik ilerleme fikrinden hareketle, tarihin, liberal demokrasi ve serbest piyasa ekonomisinin zaferi ile insanlığı mükemmel bir düzene getirdiğini iddia etmiştir. Adı geçene göre, farklı siyasi, sosyoekonomik ve kültürel yapılardaki her devlet, önünde sonunda aynı düzlemde buluşacaktır. Bu fikri zihinlere kazımak için, çarpıcı biçimde kullandığı “tarihin sonu” kavramı, tarihsel olayların tamamen son bulması anlamına gelmemektedir. Fukuyama, bununla uluslararası sistemdeki bütün devletlerin en ideal yaşam tarzında, yani liberal demokrasi ve liberal ekonomide birleşmelerini kastetmiştir.
Francis Fukuyama’nın liberalizm anlayışının ve liberalizimin egemenliğini tarihin sonu saymasının iki temel dayanağı bulunmaktadır: Bunlardan birincisi, modern doğa bilimlerinin gelişmesinin, insanlık tarihinin bütününde ve dolayısıyla devletlerin askeri ve ekonomik konumlanmalarında bir ilerlemeyi beraberinde getirdiğidir. Doğaya hakim oluş sürecini daha evvel başlatan ve görece tamamlayan uluslar, sahip oldukları teknolojik imkanlardan, yalnızca refahlarını artırırken değil, askeri yapılarını ve savunma güçlerini kuvvetlendirirken de yararlanmaktadırlar. Uluslararası ilişkilerde belli bir güç ve kabulün, ülke içinde ise bolluk ve refahın temin edilmesi sürecinde, kültürel farklılıklarından arınan devletler, aynı aşamalardan geçen diğerleriyle benzer bir yapılanmaya erişmektedirler. Modern bilim ve teknolojinin imkanlarından yararlanma, bunlar aracılığıyla ekonomik büyüme ve uluslararası alanda itibar sağlama gayesi, ekonomik liberalizmi tüm devletler için zorunlu kılmaktadır.
Fukuyama, liberal demokrasinin tüm uluslar için önemini izah ederken Hegel’den yararlanmıştır. Hegel’e göre ilerleme, eksik olandan eksiksiz olana doğru bir evrimi simgelemektedir. Tarih, kendinin bilincine varma ve özgürleşme yolunda ilerlemektedir. Bunu ise diyalektik bir süreç yönlendirmektedir. Fukuyama bu diyalektiği, monarşi, komünizm ve İslami cumhuriyet gibi zamanında liberal demokrasiye alternatif oluşturan yönetim biçimleri üzerinde işletmiştir. Söz konusu yönetim biçimlerinin başarısızlığı, insanlara özgürlük ve refah sunmadaki eksikliklerinden kaynaklanmıştır. Özgürlük için en elverişli siyasi ve sosyal sistem liberal demokrasidir. Bu nedenle, ideolojiler arasındaki mücadele liberalizmin zaferi ile sonuçlanmıştır.
Üzerinde kuramını geliştirdiği tarih Fukuyama’yı doğrulamamıştır. Adı geçenin “ Tarihin Sonu” başlıklı ilk makalesini yazmasından sonra geçen dönemde yaşananlar liberalizmin zaferinin kalıcı olmadığını, ideolojiler arasındaki mücadele ortadan kalkmış olsa bile, jeo stratejik rekabetin ve siyasi/ekonomik sistemler arasındaki mücadelenin devam ettiğini göstermiştir. Fukuyama’nın tarih kuramında doğrulanmış tek gerçek, teknolojik gelişmenin sadece toplumların refahını artırmakla kalmayıp, devletlerin mücadele yöntemlerini ve savaş konseptini de değiştirmiş olmasıdır. Plüton’un idealar dünyasına doğru Hegel’in diyalektik ilerlemesi devam etmektedir ve bu sürecin karşımıza nasıl bir uluslararası düzen getireceği; hangi siyasi/ekonomik sistemin üstünlüğü ile sonuçlanacağı bilinmemektedir. Tarih gibi uluslararası sistem de akışkan bir dönemden geçmektedir.
Esasen, Batı liberalizminin alt yapısını oluşturan kapitalist üretim modeli 1970’lerden bu yana kriz içerisindedir. Bu krizin aşılması, kapitalist sistemin eskisi gibi üretken ve verimli olabilmesi için 1980’lerde Batı dünyasında uygulamaya konulan Neo Liberal reçeteler çözüm getirmemiştir. Aksine, Neo Liberalizm, finans sektörünü, reel ekonomiyi geride bırakacak biçimde şişirmiştir. Bunun neticesi, 1980’lerde Latin Amerika’da patlak veren krizler halkası, önce 1990’larda Doğu Asya ve Rusya’ya bulaşmış ve bilahare 2008 yılında patlak veren küresel mali deprem ile Batı toplumlarında orta ve düşük gelirli haneleri fakirleştirmiştir. Neo Liberalizmin siyaset alanındaki etkisi ise Popülizm olarak ortaya çıkmıştır. Popülizmin ayrıştıran, ötekileştiren ve yabancı düşmanlığını körükleyen otoriter söylemi ve politikaları, marjinalleşmiş kitlelerin hoşuna gitmiştir. Böylece, Batı demokrasileri liberal özlerini kaybetmeye başlamışlardır. Öte yanda, ÇHC’nin 1990’lı yıllarda uygulamaya koyduğu piyasa sosyalizmi üretim modeli, elde edilen yüksek büyüme oranları ile kapitalist modelin alternatifi olduğunu kanıtlamıştır. İronik biçimde, otoriterleşme ve liberal özden yoksun demokrasi, birbiriyle rekabet eden iki modelin de ortak paydasını oluşturmuştur.
Fukuyama, meşhur makalesini yazdığı dönemde filizlenmeye başlayan küreselleşmenin, bilişim çağının verdiği ivme ile hayatımızın her alanını etkileyeceğini öngörememiştir. Günümüzde yeni iletişim teknolojileri coğrafi mesafeyi ortadan kaldırmış ve küresel ölçekte eş zamansal bir kültürel mekan yaratmıştır. İletişim ağlarının dünyanın birçok yerinde yaygın biçimde kullanılması, “bilgi toplumu” olarak adlandırılan çağımız toplumlarının her konuda bilgi sahibi olmalarına, özellikle internet teknolojisi, ulusal kurumları, piyasaları ve aynı kimlik ya da ideolojideki kişileri ulus ötesi alanda birbirine bağlamıştır.
Küreselleşme olgusu, dünya ölçeğinde siyasi, ekonomik, toplumsal ve kültürel alanlarda hızlı bir bütünleşme, değişim ve dönüşüm sürecini başlatmış; özellikle uluslararası sistemin ana aktörleri olan ulus devletlerin geleneksel yapılarında, egemenlik anlayışında ve işlevlerinde köklü değişiklik ve farklılaşmaya yol açmıştır. Devlet-dışı aktörlerin ve ulus-üstü yapıların uluslararası düzende söz sahibi olmalarıyla, ulus devletlerin geleneksel politika araçları zayıflamış; örgütsel yapıları, yönetim süreçleri ve hizmet sunma biçimleri üzerinde büyük baskılar ortaya çıkmıştır. Bunun neticesi, ulus devletin yeniden yapılanması kaçınılmaz olmuştur.
Küreselleşmenin sosyolojik sonuçlarını değerlendirmeden, ulus devletteki değişimi anlamamız mümkün değildir. Küreselleşme ile birlikte, ulus devletlerin toplumları, bir yanda milliyetçiliğin gerilemesi, diğer yanda ise ulus devletin meşruiyet zemininin zayıflaması neticesi farklı etkiler altında kalmışlardır. Ünlü sosyologlardan Jurgen Habermas, önde gelen iki farklı etkiden söz etmektedir: Bunlardan biri adı geçenin “Bilgi Uyumsuzluğu” olarak adlandırdığı, aynı kültürden olanların birbiriyle etkileşimi ve bunun sonucunda alt kültürel toplumsal kimliğin baskın duruma gelerek, katılaşmasıdır. İkincisi ise, yine Habermas’ın “Melezleşerek Farklılaşma” olarak kavramsallaştırdığı, yerli kültürlerin dünya kültürüne uyum sağlamasıyla homojen bir yaşam biçimine geçiştir.
Bilgi uyumsuzluğu olgusu, en kuvvetli biçimde sömürgecilerin suni sınırlarla birbirinden ayırdıkları ya da imparatorlukların ardılı olan, otoriter rejimlere sahip devletlerde yaşanmaktadır. Söz konusu devletlerin toplumlarında alt kimlikler, ulusal kimliklerin önüne çıkmakta ve benzer alt kimlikler ile ulus-ötesi işbirliğine gitmektedir. Bu eğilim siyasi alanda daha fazla yerelleşme ve bölgeselleşme olabileceği gibi, etnik ayrılıkçılık şeklinde de kendini gösterebilmektedir.
Bununla birlikte küreselleşme, Zygmunt Bauman’ın tasvir ettiği gibi, kimsenin sorumluluk üstlenmediği, kontrolü eline almadığı, plansız, oluruna bırakılmış bir anarşi durumu değildir. Aksine, küreselleşme yeni bir dünya düzenini şekillendirmektedir. Antony Giddens’ın belirttiği gibi, ulus devletler bu yeni düzene uyum sağlayarak, varlıklarını sürdüreceklerdir. Giddens, yeni ulus devletin özelliklerini şöyle özetlemiştir: Yeni demokratik devlet, aktif sivil toplum, demokratik aile, küçülmüş merkezi yönetim, yeni karma ekonomi, topluma katılımda eşitlik, refah artışı, sosyal devlet, kozmopolit ulus, kozmopolit demokrasi.
Profesör Giddens’in kriterleri esas alındığı takdirde Türkiye’nin küreselleşmeyi yakalayamamış devletler arasında bulunduğu açıkça görülmektedir. Uzun yıllar başarıyla uyguladığı karma ekonomi modelinde kapitalizmin krizine yakalanmayan Türkiye, dönemin hükümetlerinin israf, yolsuzluk, mali disiplinsizlik uygulamaları nedeniyle darboğaza girince, maruz kaldığı dış baskı neticesi, 1980’li yıllarda, Turgut Özal sayesinde Neo Liberal politikalarla tanışmıştır. Ekonominin parasallaşması, enflasyonist büyüme politikası ile birleşince gelir dağılımındaki dengesizlik daha da bozulmuş ve devletin sosyal boyutu çok küçülmüştür. Bu durum toplumumuzu yıpratmış; değerlerini kaybetmesine ve bir sonraki dönemin popülizmine açık hale getirmiştir. Ülkemizde son 20 yıldır uygulanmakta bulunan popülist Neo Liberalizm ise, askeri müdahalelerle zaten yaralanmış olan demokrasimizin liberal boyutunu ortadan kaldırmıştır.
Konstrüktivist perspektiften bakıldığı takdirde, bugün Türkiye, uluslararası alanda yeni bir kimlik arayışı içerisindedir. Son yirmi yıl içerisinde iktidarda bulunan siyasi parti, özenle inşa edilen Avrupalı kimliğini bir köşeye atarak, ihvan felsefesi üzerinden İslam dünyasının lideri olma sevdasıyla, bir İslam kimliği geliştirmeye çalışmıştır. Bu yapma kimliğin, Atatürk’ün laik, demokratik cumhuriyetinin toplumumuzun ekseriyetinin genlerine nakşetmiş olduğu değerlerle uyumsuzluğu zamanla iyice belirginleşmiştir. Öte yanda, parçalanmış İslam dünyası için tek bir kimliğin inşa edilemeyeceği geç de olsa fark edilmiştir.
Bugün maalesef Türkiye’nin Batı dünyası ve özellikle Avrupa ile olan ilişkileri bir kimlik ve aidiyet bağına dayanmamaktadır. Avrupa Birliği’ne tam üyelik süreci, sonucu belli olmayan çok uzun bir süreç haline gelmiştir. Avrupa Birliği içerisinde Türkiye’nin tam üyeliği bir yana, imtiyazlı ortaklık statüsü bile tartışılmaktadır.
Kurucu liderimizin zamanında öngördüğü gibi, Türkiye’nin bugün 21. yüzyılı yakalayabilmesi için bakışını aydınlanmanın, ilmin ve fenin ileri olduğu coğrafyaya çevirmesi gerekmektedir. Bu da hala Batı dünyasıdır. Bununla birlikte, geçmişte olduğu gibi, suni bir Jakoben Avrupalılık sevdasından vazgeçilmelidir. Türkiye, toplumsal ve kültürel dokusuyla sadece bir Avrupa ülkesi değildir. Avrupalılığın yanı sıra, Türk dünyası ile aydınlanma ve hoşgörü esasına dayalı Anadolu İslamı da Türkiye kimliğinin bir boyutu olmalıdır. Böyle bir kimlik inşa edilebildiği takdirde, Türkiye’nin küreselleşmiş dünyada konumu güçlenecektir.
Kaynak:www.yurtseverlik.com