Avrupa Birliği fikri
Avrupa’da ekonomik ve siyasi birlik kurma çabaları 17. ve 18. yüzyıllara dayanmaktadır. Immanuel Kant 1795 yılında yazdığı, ebedi barışın tesisi için yapılması gerekenler kapsamında uluslararası hukuka dayalı devletler üstü bir federasyonun kurulmasını ve devletlerin bu federasyona kendi istekleriyle katılımının sağlanmasını önermiştir. 1618-1648 yılları arasında yapılan ve Otuz Yıl Savaşları ismiyle tarihe geçen savaşlar sonrası imzalanan Vestfalya Barış Antlaşması, Avrupa Devletleri ararsında bir birlik geçekleştirme fikrine katkı yapmış bir olgudur. İkinci Dünya Savaşı’nın yıkıcı sonuçları aydınları, siyasi çevreleri sürdürülebilir barış ve istikrarın sağlanması, ekonominin ve ticaretin geliştirilmesi, ortak değerlerin kabulü ve yaygınlaştırılması ve siyasi güçlenmenin yolları üzerinde düşünmeye sevk etti.
Winston Churchill,19 Eylül 1946 tarihinde,Zürih’te yaptığı konuşmada İkinci Dünya Savaşı’nın yaralarını iyileştirme ihtiyacına dikkat çekti ve Fransa ile Almanya’nın “Avrupa Birleşik Devletleri” içindeki anlaşmazlıklarını bırakmaları gerektiğini söyledi.
Fransız Ekonomik Planlama Komisyonu başkanı ve düşünür Jean Monnet, devletlerin egemenliğine müdahale etmeden belirli faaliyetleri yürütmeye yetkili olacak uluslararası örgütlerin kurulmasını önerdi ve bunlar başarılı olursa zaman içinde uluslarüstü yetkilerle donatılabileceğini söyledi.
Fransa Dışişleri Bakanı Robert Schumann, kömür ve çelik üretimi ve kullanımının uluslarüstü bir kuruluş tarafından düzenlenmesini ve denetlenmesini önerdi.
Nisan 1948’de ABD’nin yardımıyla bozulan Avrupa ekonomisini canlandırmak amacıyla Avrupa Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (OEEC) kuruldu. ABD’nin Marshall planı Avrupa ülkelerine ekonomik destek sağlamayı amaçlıyordu.
5 Mayıs 1949’da Belçika, İsveç, İrlanda, Norveç, Lüksemburg, İtalya, Hollanda, İngiltere, Danimarka ve Fransa arasında Avrupa Konseyi antlaşması imzalandı. Türkiye, Ağustos 1949’da Avrupa Konseyi’ne katıldı. 18 Nisan 1951’de Almanya, Fransa, İtalya, Hollanda, Belçika ve Lüksemburg’un katılımıyla Paris’te Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (AKÇT) kuruldu.
Bu altı hükümet, savaşları sona erdirmek ve savaşların yol açtığı ekonomik ve sosyal yaraları sarmak amacıyla Roma’da ekonomik, parasal ve sonuçta siyasi bütünleşmeye yol açacak antlaşmayı 25 Mart 1957 tarihinde imzaladı. Örgüte “Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET)” ismi verildi ve aynı gün nükleer alanda işbirliğini öngören Euratom örgütü kuruldu.Roma Antlaşması, devletlerin kendi iradeleriyle egemenliklerini kısmen uluslarüstü bir yapıya devrettikleri insanlık tarihinin ilk örneğidir. Roma Antlaşması, üye devletler arasındaki ticarette gümrük vergilerinin ve nicel kısıtlamaların kaldırılmasını, üye olmayan ülkelere karşı ortak bir gümrük tarifesinin uygulanmasını , bireylerin, sermayenin ve hizmetlerin serbest dolaşımını öngörmektedir. İlerleyen yıllarda bu üç örgüt birleşmiş ve “Avrupa Toplulukları” olmuştur.
1992 Maastricht Antlaşması’ndan sonra ismi Avrupa Birliği (AB) olarak değiştirildi. Avrupa birleşmesinin sloganı, en basit haliyle “Çeşitlilik içinde birlik” idi.
İngiltere, İsveç, Norveç, Danimarka, Avusturya, Portekiz ve İsviçre’nin katılımıyla 1960 yılında Stockholm’de EFTA’yı (Avrupa Serbest Ekonomik Bölgesi) örgütünü kurdu. O dönemde EFTA ile Avrupa Topluluğu arasında ekonomik rekabet vardı ve bu bağlamda, 1948-1994 yılları arasında Avrupa’da 109 bölgesel dernek kurulmuştu.
AB sürekli bir genişleme gösterdi. Özellikle 21. yüzyılın başlarında, çoğunluğu eski Varşova Paktı üyesi olan ülkelerin katılımıyla üyelerinin sayısı 27’ye ulaştı. Genişlemenin ilk ülkelerinden olan Birleşik Krallık, 31 Ocak 2020’de Brexit adı verilen sürecin sonunda birlikten ayrıldı.
AB’nin en önemli başarılarından biri Euro adlı ortak bir para birimine geçiş olmuştur. Euro ismi 16 Aralık 1995’te resmen tanındı ve 1 Ocak 2002’de tedavüle girdi. Bazı AB üyesi olmayan Avrupa ülkeleri tarafından da kullanılan Euro, kısa sürede dünyanın en güçlü para birimlerinden birisi oldu.
Günümüzde,Türkiye, Kuzey Makedonya, Sırbistan, Arnavutluk ve Karadağ AB üyeliğine aday ülke konumunda, Bosna-Hersek ve Kosova da potansiyel üye statüsündedir.
Osmanlı İmparatorluğu
Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşundan itibaren, toprak genişlemesi kuruluşunu izleyen yıllarda batı yönünde olmuştur. İstanbul’un 1453’te fethi bu süreci hızlandırmıştır. Osmanlılar askeri üstünlüğü ve bu üstünlükle kazanılan topraklardan da alınan vergiyi güçlenmenin tek aracı olarak görmüşlerdir. Oysa devlet , Rönesans, Amerikan ve Fransız devrimleri, Sanayi Devrimi, bilim ve teknolojideki icatlar gibi bugünkü Batı uygarlığına yol açan gelişmelere büyük ölçüde ilgisiz kaldı. İlerleyen Avrupa ile Osmanlı İmparatorluğu arasında hızla açılan arayı görebilen bazı padişahlar ve üst düzey yetkililer bu boşluğu kapatmak için çaba harcadılar. Her ne kadar daha önce bazı çabalar sarfedilmiş olsa da, bu konudaki ilk köklü girişim 1838’de Tanzimat’ın ilan edilmesi oldu. Tanzimat fermanlarında özlük haklarında ilerleme,adil yargı ve hakkaniyetli vergi sistemi öngörülmüştür. 1876 ve 1908’de Anayasalarla iki kez ilan edilen meşrutiyet sistemi Osmanlı İmparatorluğu’nun kaçınılmaz çöküşünü durduramamıştır.
Türkiye Cumhuriyeti-AB ilişkiler süreci
29 Ekim 1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin temel hedefi çağdaş uygarlığa ulaşmaktı. Modernleşme genel olarak Batılılaşma,özelde Avrupalılaşma olarak algılanmıştır.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra oluşan iki kutuplu dünya ortamında genç Türkiye tercihini Batı bloku lehine yapmış ve NATO dahil birçok batılı örgütün üyesi olmuştur. Türkiye’nin AB’ye yaklaşımı bu çerçevede ele alınmalıdır.
Türkiye, ortaklık için Yunanistan’ın başvurusundan sadece iki hafta sonra 31 Temmuz 1959’da AET’ye başvurdu. Ankara’nın, topluluk üyeliğinin neler sağlayacağı ve sonuçlarının ne olacağı hakkında fazla bir fikri yoktu. Ana amaç,Yunanistan’ın gerisinde kalmamak ve bir batı örgütüne üye olmaktı. Avrupa Topluluğu, Yunanistan ve Türkiye’nin başvurusundan çok memnun kaldı ve katılımları onaylandı.Yunanistan ve Türkiye’nin, Birleşik Krallık liderliğindeki EFTA yerine Avrupa Topluluğunu tercih etmesi siyasi bir başarı olarak algılandı. Bu katılımlar sadece topluluğa prestij kazandırmakla kalmamış, genişlemeye kapalı olmadıklarını da göstermiştir.
Türkiye’nin katılımını sağlayan Ankara anlaşması 12,1963 Eylül’de imzalandı. Antlaşma’nın imzalanması sırasında Türkiye Başbakanı İsmet İnönü, “Avrupa entegrasyonu, insanlık tarihi boyunca insan zekasının en cesur eseridir” ifadesini kullanmıştı. Antlaşmanın 28. Maddesinde tam üyeliğe değinilmiş, beş yıl süren hazırlık aşaması, 12 yıl geçiş aşaması ve son olarak tam Gümrük Birliği olmak üzere üç aşama öngörülmüştür. Hazırlık aşamasında Türkiye, herhangi bir yükümlülüğü olmaksızın ekonomik yardım alacak, ekonomisini güçlendirecek ve Avrupa pazarlarına erişmesi mümkün olacaktı.
Geçiş dönemi, ekonomileri bütünleştirme çabalarını ve ticaret engellerinin kaldırılmasını öngörüyordu. Üçüncü ve son aşamada ekonomi politikaları arasındaki koordinasyonun güçlendirilmesi ve gümrük birliğine varılması hedeflenmişti. Geçiş döneminin başlangıcı, Kasım 1970’te imzalanan Ek Protokol ile belirlenmişti.
Daha geniş bir perspektifle, AB-Türkiye ilişkileri üç zaman diliminde analiz edilebilir; Soğuk Savaş yılları, yaklaşık on yıl süren Soğuk Savaş sonrası ve 21. yüzyıl. Son dönemse, 2000-2005 yılları arasında yapıcı ve olumlu geçen yıllar, 2005-2013 yılları arasında durgunluk ve o zamandan bu yana bozulma olmak üzere üç peryoda ayrılabilir.
1970’li yıllarda yaşanan küresel petrol krizi, dünya ticaretindeki gerileme, ABD’nin Türkiye’nin Kıbrıs’taki askeri operasyonu ardından Türkiye’ye silah ambargosu uygulaması ve Türkiye’nin ticari rakiplerine AB tarafından sağlanan ayrılacıklar 1970’lerde yaşanan olumsuz olaylardır. Ancak 1 Şubat 1979’da İran’da gerçekleşen dini devrim ve 27 Aralık,1979’da Sovyetlerin Afganistan’ı işgali Batı dünyasına Türkiye’nin jeopolitik önemini hatırlattı.
Yunanistan Ocak 1981’de AB’ye tam üye oldu. 22 Ocak 1982’de AB, Türkiye ile ilişkilerini siyasi nedenlerle dondurmaya karar verdi. Bu kararda en önemli etken 1980 Eylül’ünde gerçekleşen askeri darbeydi. Türkiye’de 6 Kasım 1983’te yapılan genel seçimler sonucunda askeri yönetim sona erdi. Seçimleri Turgut Özal başkanlığındaki Anavatan Partisi kazandı ve sivil çoğunluk hükümeti kuruldu. Özal hükümeti, serbest piyasa ekonomisinin kurulması, ülke ekonomisinin küresel ekonomiye entegrasyonu ve ihracatın artırılması için çaba harcadı. Türkiye, bu çabalar sayesinde AB ile olan kopukluğu belli ölçüde giderdi.
Türkiye, Nisan 1987’de AB’ye tam üyelik başvurusunda bulundu. AB, Türkiye’nin talebini 18 Aralık 1989’da reddetti. Ancak Türkiye’nin tam üyeliğe uygun olduğu belirtildi. Ancak, bazıları AB’nin kendi iç sorunlarından, bazıları Türkiye’den kaynaklanan nedenlerden dolayı Türkiye ile üyelik müzakerelerine başlama koşulları elverişli değildi. Türkiye ile AB arasında tarım ve sanayide yapısal farklılıklar vardı, sanayide koruma oranları daha yüksekti. Makroekonomik dengesizlikler mevcuttu ve Türkiye ile AB’nin kalkınma düzeyleri çok farklıydı. Avrupa Komisyonu raporunda siyasi konulardaki bazı eksikliklere dikkat çekti. Türkiye’de parlamenter sistem AB koşullarına yakın olmasına rağmen sendikal haklar, insan hakları ve demokrasi alanlarında eksiklikler vardı. Türkiye ile Yunanistan arasındaki ikili sorunlar ve Kıbrıs sorunu çözüme kavuşturulmamıştı(1).
1990’lı yıllarda Türkiye’nin Balkan sorununu sona erdirme, barış ve istikrarı sağlama çabaları uluslararası toplum tarafından takdirle karşılandı. Ayrıca Başkan Clinton’un Türkiye’nin AB üyeliğine açık desteği ve Almanya’daki Sosyal demokrat-Yeşiller koalisyonu’nun benzer tutumu da Türkiye’nin lehine olan diğer etkenlerdi.
Türkiye’nin 1 Ocak 1996’da Gümrük Birliği’ne girmesi, tam üyelik yolunda çok önemli bir dönüm noktasıydı. Türkiye’nin AB adaylığı 10-11 Aralık 1999 Helsinski zirvesi’nde kabul edildi. Türkiye’nin, diğer aday ülkelere uygulanan kriterler temelinde Birliğe katılmaya aday bir devlet olduğu ve tüm aday ülkelerin üyelik sürecine eşit olarak katıldığı belirtildi. Ancak nihai belgelerde sınır anlaşmazlıklarının çözümüne yönelik çalışmalar istenmiştir. Başarısızlık halinde uyuşmazlıkların en geç 2004 yılına kadar Uluslararası Adalet Divanı’na getirilmesi gerektiği vurgulandı. Kıbrıs sorunu çözülmese bile Kıbrıs Rum kesiminin AB üyesi olacağı da belirtildi. 24 Mart 2001’de AB Konseyi, Türkiye’nin taahhütlerini içeren Türk Ulusal Programını kabul etti(1).
1999 yılında göreve gelen üçlü koalisyon hükümeti ve 2002 seçimlerini kazanan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), idam cezasının kaldırılması da dahil olmak üzere anayasada toplam 44 maddede değişiklik yaptı. Bu arada sekiz uyum paketi kabul edilerek 53 kanunun 128 maddesi değiştirildi. Türk halkının çoğunluğu için AB ülkelerindeki istihdam olanakları AB’ye tam üyelik sürecinde önemli bir beklentiydi.
Türkiye’nin tam üyeliğine giden yol, 15 Aralık 2004 tarihinde yapılan Avrupa Parlamentosu toplantısında açılmış,262 aleyhde oya karşın 407 lehte oy kullanılmıştır. Bu oylamadan iki gün sonra AB devlet ve hükümet başkanları “Türkiye’nin üye olabileceğini” ilan ettiler ve katılım müzakerelerinin başlaması için 3 Ekim 2005 tarihini belirlediler. Katılım müzakereleri 35 fasıldan oluşmaktadır. Tüm bölümlerin tartışılarak sonlandırılması amaçlanmıştı.(AB hukuk sisteminin kabulü ve uygulanmasına müktesebat denir. Yaklaşık 130.00 sayfalık yasal dokümanları kapsar ve bu dokümanlar 35 bölüm halinde gruplandırılır).2017 yılına kadar 16 fasıl açılmış ve sadece “Bilim ve Araştırma” geçici olarak kapatılmıştır(2).
Güney Kıbrıs Rum yönetimi altı faslın açılmasını veto ederken, Fransa üç faslı veto etmiştir. Türkiye’nin Kıbrıs Rum uçak ve gemilerinin Türk hava ve deniz limanlarına gelmesini red etmesi AB’de güçlü bir tepki uyandırdı. AB Aralık 2006′ da sekiz fasılın açılmasını askıya alma ve Türkiye’nin Güney Kıbrıs Rum yönetimine karşı tutumunu değiştirmediği sürece fasılların hiçbirini geçici olarak kapatmama kararı aldı(3)
Türkiye ile AB arasındaki müzakere süreci bazı aksaklıklara rağmen 2011 yılına kadar sürekli bir gelişme göstermiştir. Bu tarihten sonra çeşitli nedenlere bağlı olarak önce duraklama, sonra gerileme dönemi başladı.
2005 yılında iktidara gelen A. Merkel ve 2007 yılında iktidara gelen Sarkozy gibi sağcı liderler, Türkiye’nin AB üyeliğine kesinlikle karşıydılar. Şansölye Merkel, Türkiye ile işbirliğinin sürdürülmesi gerektiğine inanmaktaydı,içeriği belirsiz “stratejik” veya “imtiyazlı” ortaklık gibi ortaklık alternatifleri önerdi. Fransa Cumhurbaşkanı J.Chirac,Türkiye’nin katılımıyla “Akdeniz Birliği” oluşturulması fikrini öne sürdü.
Güney Kıbrıs Rum yönetimi 1 Mayıs 2004’te AB’ye tam üye olmakla kalmadı, aynı zamanda tüm adanın temsilcisi olarak kabul edildi. Bu gelişme zaten karmaşık olan meseleyi Türkiye açısından daha da kötüleştirdi. AB üyeliğinin önemli ön koşullarından birisi, aday ülkenin komşularıyla çözülmemiş sorunları olmamasıdır. Güney Kıbrıs’ın adaylık sürecinde bu kuralın göz ardı edilmesi, Türkiye tarafından çifte standart olarak algılandı. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetine uygulanan uluslararası ambargo sorunun çözümünü güçleştirdi.
Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Koffi Annan’ın hazırladığı barış planını oylamak için 2004 yılında adanın her iki tarafında referandum düzenlendi. Türk tarafında % 65 oranında evet oyu çıkmasına karşın Rum kesiminde bu oran % 24’de kaldı. Böylece çözüm konusunda önemli bir fırsat kaçırıldı.
Ekim 2015’te AB-Türkiye ortak eylem Planı kararlaştırılmış ve 29 Kasım 2015’te AB-Türkiye Zirvesi’nde devreye alınmıştır. Eylem Planı, göç akışlarında düzen getirmeyi ve düzensiz göç akışını engellemeyi amaçlamaktadır. AB ve Türkiye, 18 Mart 2016 tarihli ortak bildirilerinde, Türkiye’den AB’ye düzensiz göçü sona erdirme,konusundaki ortak taahhütlerini bir kez daha teyit etmişlerdir.
15 Temmuz 2016 tarihinde Türkiye’de girişilen kalkışma hareketinden sonra AB-Türkiye ilişkilerindeki gerileme ivme kazanmıştır.
AB Genel İşler Konseyi’nin 26 Haziran 2018 tarihli kararında” Türkiye, Avrupa Birliği’nden giderek uzaklaşıyor. Bu nedenle Türkiye’nin katılım müzakereleri fiilen durma noktasına geldi ve başka fasılların açılması veya kapanması düşünülemez ve bu konuda daha fazla çalışma yapılamaz”ifadesi pratik olarak ilişkileri donma noktasına getirdi.
Türkiye raportörü Amor tarafından hazırlanan rapor 19 Mayıs 2021’de Avrupa Parlamentosu’nda(AP) oylandı. Olumsuz oy 64 , çekimser oy 150 ve olumlu oy 480 olarak sonuçlandı. Rapor, demokrasi, hukukun üstünlüğü, basın özgürlüğü ve muhalefet üzerindeki baskı konusunda Ankara’ya daha sert itirazlar içermekteydi. AP, süreçte herhangi bir gelişme olmaması durumunda Türkiye ile tam üyelik müzakerelerinin sonlandırılmasını tavsiye etti. AP’ye göre Türkiye tam demokrasi değildi ve Türkiye’nin demokrasiye dönüşü öncelik taşımaktaydı AB, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme, siyasi parti kapatma davaları, uzun ve hukuka aykırı gözaltılar ve meclis dokunulmazlığının kaldırılması gibi konulardan endişe duyuyordu.
Türkiye’nin tam üyelik tartışması
Avrupa’da, Türkiye’nin üyeliğine kategorik olarak karşı çıkan, Türkiye’yi bir Avrupa ülkesi olarak görmeyen bir grup bulunmaktadır.Bu kadar katı olmayan bir başka grup da ekonomik, sosyal, tarihi, dini, coğrafi ve kimlik gibi gerekçeleri öne sürerek Türkiye’nin tam üyeliğine karşı çıkmaktadırlar.
AB organlarında temsil, nüfus temeline dayanmaktadır. Almanya’dan biraz daha çok nüfusa sahip Türkiye üye olursa,karar alma mekanizmasında çok etkili olacaktır. Türkiye tam üye olursa, nüfusla ilgili bir diğer sorun da iş arayan Türk nüfusun AB bölgesine akını olacaktır. Bu noktaların da etkisiyle Türkiye ile AB arasındaki ilişkilerde siyasi faktörün ekonomik ve teknik faktörlerden daha fazla rol oynadığı anlaşılmaktadır.
Türkiye şu anda büyük bir ekonomik krizden geçiyor. Hukukun üstünlüğü, yasama,yargı ve denetim erklerinin ayrılması, bireysel hak arama ve parlamentonun rolü konusunda da ciddi eksiklikler var. Kararlı bir siyasi iradenin varlığı, Avrupa’nın normlarına, kurallarına, inançlarına ve kurumlarına uygun düzenlenmelerin yapılması için ön koşuludur. Hükümetin arkasında güçlü bir halk desteği olması özellikle önemlidir. Oysa Türkiye’de AB ve daha geniş anlamda Batı hakkında karşıtlık duygusu ve şüphe gelişmiştir. Bunun göstergesi 2001 yılında %75 oranında olan AB üyeliğine verilen desteğin 2015 yılında %33’e gerilemesidir. Benzer şekilde çoğu Avrupa ülkesinde halkın önemli kısmı Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğine soğuk,şüpheli bakmakta bir kısmı ise bütünüyle karşı çıkmaktadır.Bir çok Avrupa ülkesi kamuoyunda oluşan bu düşünceye ilgili ülkelerde yaşayan Türklerin davranışlarının, yaşam tarzlarının etkili olduğu yeterince dikkat çekmemiş bir olgudur. Türk nüfusun önemli oranda gettolaşması, içinde yaşadıkları toplumla yeterince bütünleşmemeleri, ülkenin dilini öğrenmekteki isteksizliği ve bazı bölgelerde yüksek suç oranı olumsuz algılar eklemiştir.
Türkiye’de, AB’nin dürüst ve objektif olmadığı, Türkiye’ye çifte standart uyguladığı, asla tam üyeliğe kabul etmeyeceklerine rağmen oyaladıkları düşüncesi yaygındır. Türkiye’nin en duyarlı olduğu ve AB’nin sözünü tutmadığına inandığı konuların başında kişilerin ve hizmetlerin dolaşımı gelmektedir.23 Kasım 1970 tarihli Katma protokolun 36. maddesinde, Ortaklık Antlaşması’nın 12. maddesinde yer alan ilkelere uygun şekilde, Antlaşmanın yürürlüğe girişinden sonraki 12. yılın sonu ile 22. yılın sonu arasında kademeli olarak gerçekleştireleceği ve Ortaklık Konseyi’nin bu konuda gerekli usulleri kararlaştıracağı ifade edilmiştir.
Türkiye’nin üzerinde önemli durduğu ve çözümlenmesini istediği bir başka konu Gümrük Birliği’nin güncellenmesidir. 1996 yılı başı itibariyle girdiği Gümrük Birliği sayesinde Türkiye’nin önemli kazanımları olmuştur. Ancak zaman içinde ticaret ve ekonominin işleyişinde meydana gelen değişiklikler, ayrıca AB’nin üçüncü ülkelerle imzaladığı Serbest Ticaret antlaşmaları, bu tür antlaşmalar yapılırken Türkiye’nin karar mekanizması dışında kalması sakıncalar yaratmıştır. Türkiye’nin Gümrük Birliği’nden yeterince yararlanabilmesi için karayolları kotasının kaldırılması, işlenmiş tarım ürünleri dışındaki tarım ürünlerinin, kamu alımlarının, hizmetlerin ve e-ticaretin kapsam içine alınması gerekmekte,Türkiye bunları talep etmektedir.
Buna karşın AB, Türkiye’yi genel olarak Kopenhag kriterlerine tam olarak uymamakla eleştirmiş,özelde demokrasi, hukuk’un üstünlüğü, temel haklar ve yargının bağımsızlığı konularındaki eksikliklerin bulunduğunu öne sürmüştür. Ekonomik bakımdan Türkiye’nin makro göstergelerinin AB ortalamasının altında olması başka bir önemli eksiklik olarak görülmektedir.Ayrıca, Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçildikten sonra demokratik denetim mekanizmalarının yeterince işlemediği konu edilmiştir.
Gelecek
AB-Türkiye arsındaki gelecekteki ilişkileri üç ana faktörün belirlemesi beklenmektedir. Bunlardan ilki AB’nin kendi içindeki sorunlar, AB’nin kendi geleceği,genişleme politikasının ne şekilde olacağıdır.İkincisi Türkiye’nin siyasi ve ekonomik durumu, Türkiye’nin iç işlerinin ne yönde gelişeceğidir.Son olarak her iki tarafı da etkileyecek küresel ölçekte olaylar ve bunların doğuracağı sonuçlardır.
Ayrıca bazı soruların yanıtları AB-Türkiye ilişkilerini ve Türkiye’nin olası tam üyeliğini etkileyecek nitelikdedir. AB’nin bir Hristiyan birliği olup olmadığı, nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan bir ülkenin AB üyesi olup olamayacağı, Doğu-Batı ayırımının devam edip etmediği, Türkiye’nin tam üyeliğinin güvenlik sorunu yaratıp yaratmayacağı ve Türkiye’nin AB üyesi olmakta yarar görüp görmeyeceği gibi sorulara karşılıklı olarak objektif ve dürüst yanıtlar verilmelidir.
Yeni ülkeler topluluğa katıldıkça karşılıklı ekonomik çıkarlar oluşuyor, Avrupa Birliği büyüdükçe politik açıdan daha önemli bir uluslararası aktör haline geliyor. AB’nin yaklaşımını etkileyen başlıca faktörler, üye devletlerdeki iktidardaki siyasi partilerin bakış açıları ve AB’nin karar organlarındaki baskın görüşler olacaktır.AB normları ile çelişen ,Macaristan ve Polonyadaki mevcut otoriter yönetimler topluluğun karşılaştığı sorunlardan birisidir.
Ekonomist Yusuf Işık, AB’ye yönelik genişleme ihtiyacına dikkat çekmektedir. Ancak, şu anda genişlemeden söz etmenin zor olduğunu da belirtmektedir. Ona göre bu zorluk konjonktürel ve geçici nedenlere bağlıdır. Yazar, uygun bir ülkenin üyelik koşullarını yerine getirip getirmediği sorusunu soruyor, eğer koşulları karşılıyorsa o ülkenin red edilmemesi gerektiğini belirtmektedir(4).
Profesör Atila Eralp de, Covid-19 pandemisinin yıkıcı sonuçlarına vurgu yaparak, bireysel yaşamları doğrudan etkileyen yeşil ve dijital dönüşümün önemine dikkat çekmektedir. Bir yandan Biden yönetimi ile Batı dünyasındaki işbirliğinin hızlanacağını ve “insan merkezli” tartışmaların gelecekteki kalkınmaya katkıda bulunacağını öne sürmektedir. Öte yandan Türkiye’nin Kıbrıs sorunu gibi uzun süredir devam eden sorunları çözüme kavuşturması ve sınırlı konular yerine AB ile geniş bir ilişki yelpazesini sürdürmesi gerektiğine işaret etmektedir(5).
Covid-19 pandemisinin şu ana kadar küresel ölçekte neden olduğu zararın yanı sıra, ne zaman tatmin edici bir şekilde kontrol altına alınabileceğine dair tahminler belirsizdir. Pandemi sonrasında dünyanın uluslararası ilişkiler de dahil olmak üzere pek çok açıdan oldukça farklı bir döneme gireceğine inanılmaktadır.
Covid-19 pandemisinin olası etkilerinin yanısıra küresel ölçekte gelişen ve her iki tarafı etkileyen olaylara örnek Rusya-Ukrayna krizidir.Haklılık payını bir yana koyarsak,Rusya’nın giriştiği askeri harekatın nedenlerinin başında Ukrayna’nın NATO ve AB gibi Batı’nın askeri ve siyasal-ekonomik kuruluşlarına üye olma niyeti olduğu öne sürülmüştür. Son kriz ışığında bu iki yapının koruyucu niteliğinin Türkiye dahil henüz üye olmamış bir çok devletin üye olma konusunda çabalarını arttırıp artırmayacağı merak konusudur.
Düzgit ve Tocci, ekonomi, göç ve hareketlilik, genel anlamda güvenlik, demokrasi ve ilgili insan hakları,son olarak da kültür ve kimliği AB-Türkiye ilişkilerini oluşturan beş temel direk olarak niteliyor(6).
Son yılların bazı sorunları Türkiye-AB ilişkilerini etkileyebilecek niteliktedir. Suriye ve Afganistan’daki iç karışıklıklar,bu ülkelerden Türkiye’ye, göçmen veya sığınmacı olarak büyük bir insan hareketine neden oldu. Türkiye’de başta Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgeleri olmak üzere diğer milletlerden insanlarla birlikte yaklaşık beş milyon yabancı yaşamaktadır. Başta Almanya olmak üzere bazı Avrupa Birliği ülkeleri, Türkiye’nin Avrupa’ya büyük göçmen akınını önleyerek Avrupa’yı koruduğuna inanmaktadırlar.Her ne kadar bu tamponlama özelliği takdir edilmekteyse de, Türkiye’nin bir kriz sırasında sınırları açabileceği endişesi de var.
Uzun zamandır enerji konusu AB-Türkiye ilişkilerinde bir etken olmamıştır. Ancak 2000’li yıllarla birlikte Türkiye enerji ve enerji güvenliği açısından önem kazanmaya başlamıştır. Bu gelişmeye belli başlı üç neden yol açmıştır.Öncelikle doğal gazın dünya ve Avrupa enerji tüketimindeki payı önemli ölçüde artmıştır. Bu gerçek,doğal gazın çoğunlukla boru hatları ile taşınması nedeniyle yeni boru hattı güzergahlarına olan ihtiyacı artırmıştır.İkinci neden ise Avrupa kökenli enerji kaynaklarındaki kademeli düşüş ve Avrupa ülkelerinin Rusya ve Orta Doğu ülkelerinden daha fazla enerji ithal etme ihtiyacıdır. Son olarak, Türkiye’nin enerji ve enerji taşımacılığındaki deneyimi, gelişmiş ekonomisi ve doğalgazın güvenlik içinde iletilmesinde çok önemli faktördür(7).
Nathalie Tocci, gelecekteki Türkiye-AB ilişkileri için üç olası senaryo öngörmektedir. Tocci, 2023 yılını belirleyici bir tarih olarak değerlendiriyor ve kötümser senaryo olarak Türkiye ile AB arasındaki çatışma ve rekabetin varlığından söz ediyor, bu ilk senaryoyu Türkiye’nin tam üyeliği olmayan bir seçenek olarak tanımlıyor. İkinci senaryo olarak, AB ile Türkiye arasında tam üyelik olmaksızın işlevsel bir ilişki geliştirilmesini görmektedir. Bu durumda, AB, üye olmayan,ancak Türkiye ve Brexit sonrası İngiltere gibi birliğe yakın ülkelerle yakın işlevsel ortaklıklar sağlamaktadır. Son senaryoya göre de AB iki seviyeli bir yapıya geçiyor. Daha yoğun entegre olmuş merkezi bir Avro Bölgesi varlığından bahsediliyor. Türkiye tam üye oluyor, ancak merkezi federal çekirdeğin üyesi olamıyor(8).
Sonuç
AB-Türkiye ilişkileri, özellikle son on yılda büyük ölçüde gerilemiştir. Mevcut durumun umutsuz görünmesine karşın, ne Türkiye ne de AB, ortaklığı sona erdiren taraf olmak istemiyor. Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafyadaki istikrarsızlığın Avrupa’yı sarsacağı tehlikesi Avrupa’yı endişelendiriyor.Türkiye’nin komşuları ile Avrupa arasında bir tampon olması Türkiye’nin önemini artırıyor. Avrupa, Türkiye üzerindeki etkisinin azalmasını istemiyor.
AB Türkiye’yi bütünüyle dışlamak istemiyor, Türkiye ile ekonomik, ticari ve siyasi ilişkilerini geliştirmek istiyor. Birlik, tüm bu beklentilere tatmin edici bir çözüm getirecek bir formül üzerinde düşünüyor. Seçenekler arasında ayrıcalıklı ortaklık, Akdeniz Birliği, stratejik ortaklık gibi formüller bulunmaktadır.
Türkiye’nin AB’ye tam üyeliği ne yakın gelecekte ne de uzun vadede güçlü bir olasılık olarak gözükmemektedir.
Kanımca Türkiye AB tam üyeliğine yaşamsal bir olgu olarak bakmamalıdır. Türkiye’de yapılması gereken, yürütme ve yargı erklerinin ayrımı, hukukun üstünlüğü, ifade ve örgütlenme özgürlüğü gibi temel konularda AB veya başka herhangi bir dış faktörün etkisiyle değil, kendi inisiyatifiyle gerekli düzenlemeleri yaşama geçirilmelsidir. AB ülkeleri ve üye olmayan Avrupa ülkeleriyle ekonomik, ticari, sosyal, kültürel ikili ve kurumsa ilişkilerini geliştirmeye çalışılmalıdır. Böylesine bir politika değişik coğrafyalar ile iyi ve çok yönlü ilişkiler geliştirmeye engel değildir. Avrupa standartlarına ulaşmaya çalışmak ve olayları biraz da doğal seyrine bırakmak daha doğru bir politika olacaktır. Türkiye, bu hedefleri gerçekleştirmeye çalışırken,yeni olayların ve gelişmelerin ışığında ülkenin çıkarlarına uygun politikalar geliştirmeli, yeri geldiğinde gereken esnekliği gösterebilmelidir.
KAYNAKLAR
1.Onur Öymen. Türkiye’nin Gücü. 21. Yüzyılda Türkiye,Avrupa ve Dünya. Remzi kitabevi , 2003, İstanbul
2.https://www.avrupa.info.tr/en/accession-negotiations-720
3.Senem Aydın, Aydın Kaliber. Encounters with Europe in an Era of Domestic and International Turmoil: Is Turkey a De-Europenaising Candidate Country? South Eastern Society and Politics 21:1,1-14, 2016
4.Yusuf Işık. Europe’s prospects in the Contemporary World. Academia /Letters,2021
5.Atila Eralp. The future of Europe Debate: Revitalizing Turkey-EU Relations amid the Changing Global Context. İstanbul Politikalar Merkezi. Sabancı Üniversitesi. Stiftung Mercator Girişimi. June 2021
6.Senem Aydın Düzgit, Nathalie Tocci : Turkey and the European Union. Palgrave Macmillan, London, 2015
7.Sedat Laçiner,Arzu Celalifer-Ekinci, Gülay Kılıç: AB-Türkiye İlişkileri ve Avrupa’nın Enerji Güvenliği. Yeni Dönemde Türk Dış Politikası Osman Bahadır, Habibe Özdal, Hacalai Necefoğlu (editörler), Şubat 2010, USAK , Ankara
8.Nathalie Tocci. Turkey and the European Union: Scenarios for 2023. FEUTURE Background Paper Istituto Affari Internazionali, September 2016