Türkiye’nin son dönemde, özellikle Rusya ile gelişen ticari ilişkilerini sadece konjonktürel bir zorunluluktan ziyade muhtemelen kalıcı bir değişiklik olarak görmemiz gerekebilir.
Bu yılki yüzde 1,7’lik büyümeye rağmen, enerji krizi nedeniyle Alman ekonomisinin gelecek yıl yüzde 0,2-0,4 arasında daralacağı öngörülüyor. Enerji krizi ve yüksek enflasyon, Avrupa genelinde olduğu üzere, Avrupa’nın en gelişmiş ekonomisi Almanya’yı da vurmaya başladı. 2022 yılında %8 olan enflasyon değerinin gelecek yıl az da olsa düşmesi, %7,4 olması bekleniyor. Yine de enerji ve gıda fiyatlarında devam eden artışlar, halkın satın alma gücü kaybına ve özel tüketim eğiliminde düşmeye neden oluyor. Enerji krizi, özellikle yoğun doğal gaz ve elektrik enerjisi kullanan sanayi kollarında üretimin azalmasına sebep oluyor. Ayrıca küresel ekonomideki yavaşlamanın Alman mallarına olan talebin de düşmesine neden olduğu dikkate alındığında, Alman ekonomisinde daralmanın ve genel olarak ekonomik durgunluğun kaçınılmaz olduğu görülüyor. Ekonomik göstergeler ve uzman yorumları, benzer durumun Avrupa’nın önde gelen ekonomilerinden İngiltere, kısmen Fransa ve en fazla da çiçeği burnunda yeni Başbakan Meloni’nin İtalya’sı için geçerli olduğunu gösteriyor.
Almanya, Avrupa Merkez Bankası’nın enflasyonla mücadeleye devam etmesi gerektiğini savunan ülkelerin başında geliyor. Avrupa Birliği, mümkün olduğunca ulusal çıkarlardan arındırılmış bir yürütme mekanizmasına sahip olmakla övünüyor. Bu yapı, birliğe ekonomi ve ticaret politikasını, dünyadaki krizlerden ve çatışmalardan uzak tutarak, bir ölçüde Avrupa’yı diğer bölgelerden izole ederek gerçekleştirebiliyordu. Ancak Rusya-Ukrayna Savaşı Avrupa ülkelerine içinde bulundukları izole sistemin artık mümkün olamayacağını, ticaret-politika etkileşiminin AB için de bir zorunluluk olacağını göstermiştir.
Her ne kadar korumacı bir blok olsa da, AB’nin uluslararası ticarette önemli bir kaldıraç olduğunu herkes kabul ediyor. Üye ülkelerin sınır ötesi ekonomik faaliyetlerini ve dış dünyaya entegrasyonunu kolaylaştıran bir bütünlüğe sahip. Hatta, AB kurallarına uyulması kaydıyla, uluslararası alanda en açık ekonomik bölge olarak gösteriliyor. AB, dış politikada bir bütünlüğe imza atacak olgunluğa henüz erişememiş olmakla birlikte, ticaret politikalarında topluluk oldukça başarılı bulunuyor.
Bununla birlikte, sadece AB’nin ticari beklentilerini maksimize etmeyi amaçlayan Avrupa ülkelerinin ortak tutumu yara almaya başladı. AB’nin diğer ülkelerle kurduğu ticari ilişkilerinin, küresel çıkarlar, değerler ve jeopolitik çatışmalardan soyutlanması artık neredeyse imkânsız hale geldi. Örneğin, Çin-ABD ‘çatışması’, AB’nin eskiden olduğu şekliyle, gözünü kapatabileceği eşiği çoktan geçti. Konunun uzmanları tarafından, AB artık sadece ticari gündemle küresel pazarlarda kendine yer bulmakta zorlanmaya başlayacak ve ‘tarafını seçmeye’ zorlanacak değerlendirmeleri yapılıyor.
Bu arada, AB’nin biraz da Biden’ın zorlamasıyla Rusya’ya yönelik güçlü yaptırımları devreye sokabilmesi, ticaret anlaşmalarına iklim ve işgücü maddelerini dahil etmesi, Avrupa’nın jeopolitikten ve küresel sorunlardan/taleplerinden kendisini ayrı düşünmediğini gösteriyor. Hatta sahip olduğu ticari ve ekonomik gücü, örneğin, Rusya’yı durdurmak için harekete geçirebiliyor. Ancak AB henüz 51 devletten meydana gelen bir ABD bütünlüğünden çok uzak. İngiltere’nin AB’den ayrılmasıyla birlikte aslında daha homojen bir yapıya kavuşan ve ABD etkisinden kısmen uzaklaşan AB yapısı, yine de kendi içinde tam tutarlı ortak bir stratejiyi izleyecek kadar kuvvetli değil. Sözgelimi, AB’nin Rusya’ya karşı uyguladığı yaptırımların menfi etkilerine maruz kalan ve özellikle doğal gaz sıkıntısı çekmesini bahane eden Hollanda, geçtiğimiz günlerde aldığı ulusal bir kararla, AB’nin hilafına, Rusya’ya karşı uyguladığı yaptırımların bir kısmını uygulamaktan vaz geçtiğini duyurdu. Bu tür ortak politikalardan ayrılan ulusal kararlar AB’nin her yönüyle geleceğini ve ortak karar alma mekanizmalarının işlerliğini tehlikeye sokuyor.
Geçtiğimiz hafta, Almanya Başbakanı Olaf Scholz’un beraberinde bir iş heyetiyle Çin’e gerçekleştirdiği ziyaret hem Almanya’nın hem de AB’nin jeopolitik gerçeklere gözünü kapatmaya niyetinin olmadığını tüm dünyaya gösterdi. Öte yandan Çin’e yapılan Alman çıkarması, aynı zamanda AB ülkeleri başkentlerinde çeşitli soru işaretlerinin gündeme getirilmesine neden olan bir ziyaret oldu. Bu seyahatin Avrupa’nın başka yerlerinde gündeme getirdiği soru, Almanya’nın kendi ticari çıkarlarını Avrupa’nın daha geniş stratejik çıkarlarından ayırma ihtimalinin ortaya çıkıp-çıkmadığı olmuştur.
Aslında Avrupa’da Almanya’yı izlemek, birçok açıdan AB ülkelerini de izlemek anlamına geliyor. Vladimir Putin’in Ukrayna’ya saldırısı, Rus gazına bağımlılığı olmakla ne derece büyük bir hata içinde olduğunu Almanya’ya apaçık bir şekilde gösterdi. Ancak, Almanya’nın Çin’e de bağımlılık içinde işleyen bir ekonomi ve ticari hayatı olduğu de gözlerden kaçmadı.
Bundan 10 yıl kadar önce Almanya, Çin karşısında ‘yüksek el’ pozisyonuna sahipti. Çin’in Alman mallarına olan talebinin olması, Avro bölgesinde cari açıklarını azaltıcı bir rol oynuyordu. Bu aynı zamanda Almanya’nın cari fazlasını korumasını, ihracata dayalı büyümesini devam ettirmesini, küresel mali durumunu artıda tutmasını sağlıyordu. Bazı ekonomi uzmanlarına göre, Çin’le sürdürülen bu dış ticaret ilişkisi, Berlin’i kendi Avrupa politikasının çelişkilerinden kurtarıyordu.
Bugün bu ilişki, küresel dinamiklerin lokomotifi ABD tarafından Batı dünyasını Çin’den koparan bir dayatmaya karşı, Scholz’un Çin’den “ayrışmaya” yanaşmamasının ana nedeni haline geldi. Batı jeopolitiği muhtemeldir ki uzun vadede Çin ile eski yakın ticari ilişkilerini sürdürme yanlısı bir tutumdan yana olmayacak. Almanya da Çin’den zamanla kopmak zorunda kalacak. Bunun bir stratejik zorunluluk olduğu yönünde jeopolitik söylemler ayyuka çıkmış durumdadır. Alman Şansölyesinin, kısa vadede yapabileceği en iyi şey, Çin’e karşı ‘tek taraflı bağımlılığa düşmekten ülkesini koruması’ ve gelişen küresel konjonktürde, ülkesinin Çin ile ekonomik iş birliğini azaltması gerektiği yönündeki dayatmalara direnmesi gerekiyor.
Scholz’un bunun paralelinde, Paris’i kendi ulusal çıkarlarından ziyade AB’nin ortak stratejik çıkarlarını destekleyen ticaret politikalarını desteklemeye ikna etmesi gerekiyor. Zira Fransa bu konuda çoğu zaman başarısız olmakla suçlanıyor. Örneğin AB’nin Güney Amerika Mercosur bloku ile yaptığı ticaret anlaşması büyük ölçüde Fransa’nın rezervleri nedeniyle çökmüştü. Bununla birlikte Luiz Inácio Lula da Silva’nın Brezilya Devlet Başkanı olarak seçilmesi, anlaşmanın iklim değişikliği konusunda güçlü ve uygulanabilir taahhütlerle tamamlanması için bir fırsat sunduğu, Scholz’un Macron’u bu konuda ikna etmesi gerektiği konuşuluyor.
Almanya-Fransa liderliğinde güçlü bir siyasi iradeye ihtiyaç duyan AB’nin; orta ve uzun vadede mutlaka Atlantikçi politikalara, stratejik zorunluluklara kendini uyarlaması gerektiği ortaya çıkıyor. Küresel hegemon ABD, İngiltere ve commonwealth ülkeleriyle birlikte, Japonya dahil Uzakdoğu’daki müttefikleriyle Çin’e karşı stratejik hamleleri ardı ardına devreye sokarken, AB’nin bu yönelimin dışında kalmasını kimse beklemiyor. AB’nin artık stratejik zorunluluklar dışında ticaret yapamayabileceğini düşünüyorum. Stratejik naifliğin sona ermesi de geri çekilme için bir bahane olmamalıdır. Avrupa bundan böyle dış ticaret politikasını siyasi hedefler, jeopolitik çıkarlar doğrultusunda belirlemeye ve izlemeye öncelik verecek bir yaklaşım geliştirmek zorunda kalacaktır.
Artık çoğu Avrupa ülkesinde küreselleşmeye yönelik azalan kamuoyu coşkusunu yansıtan ticarete yönelik tutumlar hem iç gelişmeler hem de dış politika kaygıları gündemi ve seçim sonuçlarını belirleyici bir rol oynuyor. Özellikle Çin ile ilişkiler (ve bunun sonucunda ABD’nin baskısı) ve Ukrayna’da devam eden savaş durumu, Avrupa siyasetini şekillendirmeye devam ediyor. Seçmenlerin daha muhafazakâr, milliyetçi ve merkezde yer alan politikaları tercih etmesi, Avrupa ülkelerinin her birinde siyasi yelpazedeki partiler arasındaki seçmen ziyade Avrupa merkezli korumacı yapıya döndürmelerine neden oluyor.
En son Avrupa Komisyonu; “Birlik olarak hareket ederek Avrupa’nın Rus fosil yakıtlarına olan bağımlılığını daha hızlı azaltabileceğini” ifade etmişti. Ukrayna’daki savaşla ilgili yaptırım kararları; Hollanda’nın çatlak sesine rağmen, AB’nin ticaret uygulamalarında derin ve kalıcı bir dönüşümü temsil ediyor. Avrupa’nın sergilediği ticaretteki dönüşümü, Fransız ulusal politikalarına benzer bir yapıyı Avrupa geneline yayıyor. Bu ‘Avrupa milliyetçiliği’ temasının hâkim olduğu muhafazakâr akla ise Avrupa içinden neredeyse hiç karşı ses çıkmıyor. AB bir bütün olarak kabuğuna çekiliyor.
AB ülkelerinin genelinde gözlenen bu değişimin şüphesiz Türkiye’ye de etkileri olacaktır. Türkiye, dış ticaretinin ortalama %50’sini Avrupa ülkeleri ile gerçekleştiriyor. Bu nedenle korumacı bir yapıya geçmeye hazırlanan AB ticaret politikalarından, Türk ekonomisi de orta ve uzun vadede olumsuz etkilenmeye adaydır. Türkiye’nin son dönemde, özellikle Rusya ile gelişen ticari ilişkilerini, bu yönüyle, sadece konjonktürel bir zorunluluktan ziyade muhtemelen kalıcı bir değişiklik olarak görmemiz gerekebilir. Ancak, AB’nin Ukrayna Savaşıyla birlikte gördüğünü ve Rusya’ya enerji bağımlılığından kesinlikle kurtulmak için adımlar atmaya başladığını düşündüğümüzde; Türkiye’nin de hızla Rusya’ya bağımlılığını artırmakta olduğunu görmesi ve ‘frene yavaş yavaş basması’ gerektiğini düşünüyorum.
Kaynak: www.strasam.org