Son zamanlarda, özellikle dış basında, kamuoyu araştırma kuruluşlarının raporlarında ve çoğu ABD’li saygın entelektüellerin bloglarında, ABD Politik Yönetiminin giderek işlevsiz hale gelmesinden ötürü ülkede demokrasinin ışığının eskisi gibi parlamadığından tutun da, iç savaş tehlikesi dahil “ABD İmparatorluğu”nun yolun sonuna geldiğine dair çok sayıda yazı ve yorumlar yer almaya devam ediyor.
Biz de bu yazımızda, hala dünyanın bir numaralı süper gücü olarak, küresel kurumlardaki ağırlığını koruyan, işine geldiği için bazen küresel sorunları yaratan, bazen de, yerele özel koşullar kaynaklı diğer küresel sorunlara her fırsatta müdahil olan ABD hakkında ileri sürülen bu iddiaları anlamaya çalışacağız.
Soğuk Savaşın ardından tek süper güç kalmanın sorunlar…
Soğuk savaşın otuz yıl önce sona ermesinin ardından tek süper güç haline gelen ABD’nin, son yıllarda karşılaştığı ciddi iç ve dış krizler ile baş etmekte bir hayli zorlandığı birçok uzman tarafından dile getiriliyor. Giderek, ülkenin şimdiye değin pek rastlanmayan ciddi siyasi meşruiyet krizine dönüşme eşiğine kadar gelen bu durumun baş sorumlusu olarak da, önceki başkan Trump gösteriliyor.
Geçmişte birçok yazımızda ele aldığımız gibi, Trump’ın kişisel ahlak anlayışı nedeniyle görevi boyunca ürettiği iç ve dış sorunların bardağı taşıran sonuncusu 2020 seçimlerinin sonuçlarını kabul etmemesiyle ortaya çıkmıştı. Sandıkta kaybetmesine karşın, Beyaz Sarayı terk etmemekte bir süre direnen Trump, taraftarlarını Kongre Binasını basmaya çağırarak seçim sonuçlarının tescil edilmesinin önüne geçmek istemişti.
Hatırlanacağı üzere, Trump taraftarları, Capitol Hill adı verilen, içinde Temsilciler Meclisi, Senato ve Yüksek Mahkemenin bulunduğu ABD Demokrasisinin sembolü bu binayı basmış ve beş kişi yaşamını yitirmiş, içinde polislerin de olduğu 140 dolayında kişi yaralanmıştı.
Bu olay tarafsız gözlemcilerce, demokratik yapı ve değerleri ile şişinen ABD’nin eski parlak günlerinden bir hayli uzaklaşmaya başladığı şeklinde yorumlandı.
Bağlaşık ülkelerde ABD demokrasisine güven algısı..
Kamuoyu görüşlerini ölçme ve değerlendirme açısından bazı saygın kuruluşların, son yıllarda ABD ile bağlaşık ülkeler halkları ve elitleri arasında yaptıkları çalışmalar, bu ülkelerde ABD demokrasisi hakkında kaygıların giderek yükselmekte olduğunu gösteriyor. Diğer bir deyişle, son yıllarda, ABD siyasi sisteminin, uluslararası alanda güvenilir ve tutarlı tutumlar ortaya koyamaması nedeniyle, bağlaşık ülkeler için olumlu bir model olmaktan çıkmaya başladığı tarzında bir küresel algı giderek yaygınlaşıyor.
Gelinen bu aşamayı alarm verici olarak değerlendiren Pew Araştırma Merkezi direktörü Bruce Stokes’a göre, öteden beri ABD’nin dışarıdaki imajı Beyaz Saray’da kimin olduğuna veya denizaşırı ülkelerde izlediği politikalara göre yükselip düşerken, demokrasinin kalitesi ve sürdürülebilirliği pek sorgulanmazdı. Ancak soğuk savaşın ardından seçilip göreve gelen başkanların performanslarının bir hayli inişli çıkışlı olması, uluslararası arenada, ABD siyasi sistemine olan güvenin yıpranmasına neden olmuş görünüyor.
The Economist dergisinin araştırma birimi EIU’nun yayınladığı yıllık Küresel Demokrasi Endeksleri’nde, 2016’dan bu yana aşırı kutuplaşma ve seçim bölgeleri üzerinde sürekli oynama vb nedenlerle ABD’ye “kusurlu demokrasiler” arasında yer veriliyor. Nitekim, 2021 endeksinde ABD’nin, Şili ile Estonya arasında ancak 26.sırada yer bulabilmesi, demokrasisinin zafiyetini gösteren önemli bir gösterge olarak kabul ediliyor.
Benzer bir diğer kuruluş Freedom House’un da, son on yıldır siyasi haklar ve sivil özgürlükler açısından gerileyen ABD’ye , Arjantin ve Moğolistan’dan sonraki sırada gelen Panama ve Romanya gibi ülkeler arasında yer vermesi bir diğer gösterge olarak dikkat çekiyor.
ABD imajının, başkanın kimliği ile ilişkisi…
Yabancıların gözünde ABD’nin imajı, başkanın kim olduğu algısı ile yakından ilişkili mi? Bu konuda ilk ve anlamlı çalışma yine Pew Araştırma Merkezi tarafından 2002’de başlatıldı. O tarihten bu yana her yıl düzenli olarak sürdürülen çalışmalarda, başkanlar değiştiğinde ABD’nin imajının inişli ve çıkışlı bir seyir göstermeyi sürdürdüğü belirlendi.
Nitekim, ABD Dışişleri Bakanlığı da, kendi gözlemleri üzerinden, geçen yüzyılın sonlarına kadar, bağlaşık Avrupa ve Japonya halklarının, ABD hakkında yüzde 50-85 arasında olumlu görüşlere sahip olduğunu belirledi. Ancak yeni yüzyılın başında Oğul Bush’un başkan seçilmesiyle başlayan güven erozyonu, söz konusu oranın 2008’de dibe vurmasına neden oldu. Ardından Obama’nın başkan seçilmesiyle yükselen güven, Trump ile birlikte bir kez daha dibe vurdu.
Bu verilere bakarak, bağlaşık ülkelerde ABD’ye olan güvenin, giderek büyüyen ölçü ve sıklıkla başkandan başkana sarkaç hareketine benzer değişim gösterdiği söylenebilse de, son zamanlarda bağlaşıkların kaygılarını yükselten bir diğer unsurun da ABD toplumunda tırmanan toplumsal kutuplaşma olduğu anlaşılıyor.
Pew verilerine göre, İngiltere’nin de içinde olduğu Avrupa halkları yanında Japonya ve Avustralya gibi diğer bağlaşık ülkeler halklarının ancak yüzde 10-20 arasındaki bölümü ABD Demokrasisine güvenini koruyor. Ancak bu oranın, Nijerya ve Hindistan gibi otokratik eğilimli yönetimlerin iktidarda olduğu ülkeler halkları arasında yüzde 80’lerin üzerinde olduğunun da dikkat çekici olduğunu not etmek yerinde olur.
ABD’nin sistemik sorunları…
Diğer yandan, 20.yy’ın ilk dönem iktisatçılarından J.A.Schumpeter’in “yaratıcı yıkım” kavramı üzerinden dünyadaki gelişmeleri anlayıp yorumlamak için 2016’da kurulan “Euroasia Group Foundation” adlı bir STK’nın bu konudaki çalışmaları, ABD’nin sorunlarını farklı bir perspektif ile ortaya koyuyor. Kısa adı egF olan bu kuruluş, ABD’ye dışarıdan yöneltilen eleştirilerin büyük bölümünün, zengin ile fakir kesim arasında giderek büyüyen fark, azınlıklar, göçmenler ve sığınmacılara kötü muamele vb, ABD toplumunun sistemik sorunları olduğunu belirtiyor.
Bir diğer saygın düşünce kuruluşu German Marshall Fonu Transatlantik Görev Gücü’nün ABD içi çalışma sonuçlarında da, ABD’de yaşayanların yarısından çoğunun, ABD’de demokrasinin geleceğinden kaygılı olduğuna vurgu yapılıyor.
Ayrıca, aynı kuruluş görevlilerinin, Avrupa’lı dış politika uzmanları ve siyasetçilerle yaptığı mülakat sonuçlarına yer verilen raporlarında, kutuplaşma ve kurumsal dengesizlik açısından ABD siyasetçilerinin tutumlarına yapılan eleştiriler de ortaya konuyor.
Geçen yüzyılın ikinci yarısına dönüp 2.Dünya Savaşı ertesindeki ABD’ye bakıldığında, ülke siyasetinde hakim konumdaki iki büyük siyasi partinin siyasi pozisyonlarının birbirlerinden kesin çizgilerle ayrılmadığı hatırlanacaktır. Bir de, 1952-1972 arasındaki yirmi yılda, hem Kongre’de, hem de Beyaz Saray’da iktidarın dört kez el değiştirdiği hatırlanıp, 2000-2022 arasındaki yirmi yılda dokuz kez el değiştirdiği dikkate alındığında, dış ülkeler gözlemcilerinin eleştirilerinin haklılığı daha iyi anlaşılmaktadır.
ABD dış politikasının, iktidar değişimlerine bağlı olmayan, “establishment-müesses nizam” adıyla meşrulaştırılan “derin devlet” tarafından yönlendirildiğine dair genel bir kabul vardır. Ancak son yirmi yılda izlenen siyaset yüzünden oluşan toplumsal koşullar iki büyük partinin birbirinden bir hayli kopuk iki kutba çekilmesine neden olmuştur. Özellikle Trump ile keskinleştirilen bu kutuplaştırma ve dış politikadaki tutarsızlıklar yüzünden ABD, başta bağlaşık ülkeler olmak üzere küresel çerçevede giderek güvenilmez bir ülke haline gelmiştir.
Bu açıdan en tipik örnek, 2017’de Trump’ın göreve başlar başlamaz, kendisinden önceki başkanın imza koyduğu Trans-Pasifik (TPP), İran Nükleer (JCPOA), Paris İklim (PCA) vb uluslararası anlaşmalardan hızla çekilme kararı almasıdır. Ülkenin başkanı düzeyinde böylesine dramatik kayganlıklar sergileyebilen bir politik yapı, bağlaşık ülkelerin ABD’ye güvenmemeleri için yeterli bir nedendir.
ABD politik yapısına güvensizliğin nedeni elbette sadece başkanların bu tutumu ile sınırlı değildir. Kongre’de giderek yükselen partizan kutuplaşma nedeniyle gerekli yasaların zamanında çıkarılamamaktadır. Bu durum, ülke yönetimini zaman zaman adeta felç eder aşamaya taşıdığı için ABD, özellikle dış ilişkilerde sözünü yerine getirmeyen ülke konumuna düşmektedir. Bu hallerde ancak başkanlık kararnameleri ile yönetilebilir hale gelen ülkede, başkan değiştiğinde, bu kararnamelerin de değişme olasılığı, ülke yönetimine güvensizliği arttıran bir diğer nedeni olmaktadır.
Son ara seçim..
Kongre’nin Temsilciler Meclisi (House) kanadında iki yıllık görev için seçilen 435 üye, Senato’da da altı yıllık görev için seçilen ve üçte biri iki yılda bir yenilenen 100 üye bulunuyor. Ayrıca Temsilciler Meclisi’nde, denizaşırı ABD topraklarından yine iki yıllık seçilen beş delege ve Porto Rico’dan dört yıl için seçilen bir temsilci yer alıyor. Bu delegeler ve temsilci oy hakkına sahip değiller.
Temsilciler Meclisi’nin 435, Senato’nun da 34 üyesi için geçen salı günü seçimler yapıldı. Eski başkan Trump’ın çok önem verdiği ve ateşli söylemleriyle kampanyalarına katıldığı seçimde, beklentilerin aksine Cumhuriyetçiler bekledikleri, “red wave” adı verilen yıkıcı çoğunluğu elde edemediler. Henüz sayımlar sonuçlanmadığı için, Temsilciler Meclisi’ni kıl payı çoğunlukla ele geçirmeleri bekleniyor.
Trump için bir kötü haber de, Florida Valisi Cumhuriyetçi Ron DeSantis’in açık ara ile oy ile yerini koruması oldu. Bu sonuçla DeSantis’in 2024 başkanlık seçimleri için Cumhuriyetçilerin adayı olma şansı arttı. Bu sonuç karşısında Trump, bu durumlarda hep yaptığı gibi vakit geçirmeden DeSantis’i “sahte sofu” anlamına gelen sözcükten türettiği lakapla aşağılamaya başladı.
Georgia’daki seçimin ikinci turunun 6 aralıkta yapılacak olması nedeniyle Senato’da kontrolün kimin elinde olacağı belirsizliğini koruyor. Ancak Georgia’daki seçimi Cumhuriyetçiler kazansa bile Senato’da üye sayıları eşit olacağı için, anayasaya göre başkan yardımcısı Kamala Harris’in oyunun belirleyici olması nedeniyle Senato’da kontrol Demokratlar’ın elinde kalacak.
Sonuç
İlginç bir tesadüfle, bu yılın sonbahar ayları, biri, kusurlu da olsa, demokratik parti liderliğinin, diğeri de katı otokratik parti liderliğinin yönettiği iki süper güç ülkede yapılan seçimlere denk geldi.
İlkinde, her yönüyle halka açık seçimlerin ardından temsilciler ve lider belirlenirken; diğerinde, halkın dışında, partinin kapalı kapıları ardında, kimin liderliğe geleceği önceden hesaplanmış, buna karşı çıkanların da sert bir tarzda bastırıldığı süreçle tek yönetici belirlendi.
21.yüzyılın ilk çeyreğinin sonuna doğru birçok alanda küresel altüst oluşların büyük krizler ürettiği şu dönemde, bu iki seçim sonuçlarının insanlığın geleceği üzerinde önemli yansımaları olacağını ileri sürmek yanıltıcı olmayacaktır.
Çünkü taraflardan biri, “21.yüzyılda sorunların çözümü için demokrasilerin sürdürülebilir olmadığını” kesin bir dille iddia ederken, diğeri, “zaman alıcı olsa da, oydaşmanın başat olduğu demokrasilerin üstünlüğünü” ileri sürmektedir.
Bu iki süper güç arasında, sayıları çok olmayan sosyal devlet olmayı başarmış demokratik ülkeler yanında, sandık yoluyla iktidarı ele geçirip Trump gib, otokratik yönetime hevesli liderlerin yönetimindeki ülkeler bulunuyor.
Yazıyı bir soru ve yanıtı ile bitirelim.
Acaba ABD, emperyalist kapitalizminin ürettiği kabul edilemez eşitsizliğe, evanjelist ırkçıların yarattığı insan hakları ihlallerine, Trump gibi “klinik vakaların” siyaset sahnesinde öne çıkmasına ve uluslararası alanda oluşturduğu vahşi dünya jandarmalığına, kısacası “kusurlu demokrasisi”ne son verecek önlemleri zaman geçirmeden alabilecek mi?
Unutulmamalı ki, ABD liderlerinin dillerinden düşürmedikleri otokratlar ve otokrasi heveslileri ile mücadele ancak bu önlemlerin eksiksiz alınması ile mümkün olacaktır. Bu açıdan ABD’nin daha öncesinde olmadığı kadar bir şansı vardır. O da yakın geçmişte iki kez başkan adaylığı için Demokrat Parti’de ön seçimlere katılarak sesini duyurmuş sosyalist demokrat Bernie Sanders adındaki yaşlı senatördür. Yaşı itibariyle artık başkan adayı olması söz konusu olmasa bile, oluşturduğu İlerici Enternasyonalizm düşüncesi özellikle Demokratlar arasında çoktan filizlenmiş bulunmaktadır. Yeter ki, dikkate alınsın ve kulak verilsin.
Kaynak: www.yurtseverlik.com