Ortak Akıl Politika Geliştirme

2021 Yılında Türkiye’nin Dış Politika Karnesi- Bülent Meriç

2021 yılını acısıyla tatlısıyla zorlu bir şekilde de olsa onu da  bitirdik. 2021’de de, bir öncesi yılda olduğu gibi, COVID-19 Pandemisi ile mücadele, uluslararası toplumun gündemini en çok meşgul eden sorun olmuştur. Ne yazıktır ki; uluslararası toplum, her alanda olduğu gibi, pandemi ile mücadelede de birliktelik ve dayanışmayı yeterli düzeyde gösterememiştir. Hastalığa yol açan SARS-CoV-2 virüsünün küresel siyasi mücadelenin bir boyutu olarak, kasıtlı mı yayılmış olduğu ve bu yönteme ileride de başvurulup vurulmayacağı bilinmemektedir. 2021 yılında açıklık kazanan yegane husus, virüse karşı önde gelen aktörlerin ulusal aşılarını uygulamaya başladıkları bu dönemde aşı savaşlarının başlamış ve ulusal sınırların sağlık gerekçesiyle katılaşıyor olmasıdır. Birleşik Avrupa gibi ulus ötesi projeleri bile etkileyen bu gelişme, küreselleşmenin bel kemiğini oluşturan kişilerin, malların ve sermayenin serbestçe dolaşımını sınırlandırmıştır.

COVID-19 örtüsünün altında küresel güç mücadelesi devam etmiştir. ABD hegemonyasının artık sona erdiği ve bundan sonra uluslararası politikanın çok merkezlilik esasında şekilleneceği iyice açıklık kazanmıştır. Neo Realist akımın öncüsü Prof. Kenneth N.Waltz’ın değerlendirmesini esas alacak olursak, küresel barış ve istikrarı korumak zorlaşmıştır. Bununla birlikte, küresel jandarma rolünü oynamak istemeyen ABD hala yegane süper güçtür ve çok merkezliliğin önümüzdeki yıllarda çok kutupluluğa dönüşüp dönüşmeyeceği henüz net değildir. Öte yanda, küresel aktörler artık doğrudan karşı karşıya gelmek istememektedirler. Bunlar, gelişen teknolojiden de yararlanarak, açık bir çatışma eşiğine varmayan melez savaşları, uzun vadeye yayarak sürdürmektedirler. Bir diğer ifadeyle savaş hali ile barış arasında; sınırları, cephesi ve muharebe sahası belli olmayan, sivil ve asker arasındaki kesin ayırımı ortadan kaldıran, ileri teknolojik vasıtaların kullanıldığı bir çatışma ortamına sıkça rastlanılmaktadır. Söz konusu post modern savaş ortamında devletler, devlet-dışı aktörleri vekil olarak kullanmakta ve klasik gerilla harekatının ötesinde terörist yöntemlere başvurmakta sakınca görmemektedirler. Giderek gelenekselleşen bu Makyevelist yaklaşım uluslararası hukukun ayaklar altına alınmasına ve Birleşmiş Milletler’in devre dışı bırakılmasına yol açmaktadır. Ulusal politikalarda olduğu gibi, uluslararası politikada da liberalizmden uzaklaşılmıştır. Dış politikaları ilke ve değerlerden çok, reel politik hesaplar şekillendirmektedir. Ulusal gücün tanımı değişmiştir. Artık, melez savaş yürütmede, savunma ve saldırı yeteneklerini güçlendirmiş olanlar uluslararası politikada oyun kurucu hale gelmektedir.

Ana hatlarıyla yukarıda özetlemeye çalıştığımız bu küresel tabloda Türkiye’nin yeri nerededir?

İlk önce COVID-19 ile mücadelesini değerlendirelim. Mücadelenin ekonomi cephesinde sosyal devlet dayanışmasının gösterilememiş olmasının başarısızlığına, bu değerlendirmenin kapsamı dışında kalması nedeniyle değinilmeyecektir. Aşı uygulamasının erken safhasında ulusal aşısını ortaya çıkaramayan ve koruma gücü tartışmalı bir aşıyı uygulamaya koyan Türkiye’nin, zamanla Batı dünyasında genel kabul gören, daha etkin bir başka aşıya yönelmekle ve  uluslararası alanda kabul edilen değişik aşı sertifikalarını geliştirmekle belirli düzeyde bir başarıyı elde etmiş olduğu söylenebilir. Bununla beraber, Türkiye’nin hala riskli ülkeler arasında ilk 10’a girdiği unutulmamalıdır. Ayrıca, bugün değişik mutasyonlardan geçerek hayatta kalmaya çalışan virüsün, geleceğin biyolojik savaşlarının bir habercisi olabileceği göz önünde bulundurularak, kurumlarımız ve toplumumuz bilinçlendirilmelidir. Ulusal aşının, ne kadar koruyucu olsa da, uluslararası kabul edilebilirlik kazandırılmadıkça, uluslararası dolaşımı sınırlandıran etki yaratacağı da göz önünde bulundurulmalıdır.

COVID-19 örtüsü kaldırılıp, altına bakıldığında ise Türkiye’nin dış politikasında, 2021 yılında da başarılı olamadığı üzüntüyle müşahade edilmektedir. Zira sorun kroniktir, dış politikanın çıkış noktası kadar şekillendirme süreci de hatalıdır ve yanlış, yanlışı beraberinde getirmektedir. Dışişleri Bakanlığı’nın internet sayfasında ülkemizin dış politikası “Girişimci ve İnsani” bir dış politika olarak tanımlanmaktadır. İnsani değerleri göz önünde bulundurarak oyun kurucu rol oynayan anlamına gelen bu sloganın küresel gerçeklerle pek uyumlu olduğu söylenemez. Demokrasi ve insan hakları alanında yoğun eleştirilere hedef olan Türkiye’nin insani değerlerden ne kastettiği de açık değildir. Kastedilen İslami değerler ise, bu noktada sadece çelişkinin değil, samimiyetsizliğin de olduğu bir gerçektir. Zira, insani değerlerden hareket eden bir dış politikanın, yıllardır koruma altına aldığı çoğu Müslüman, milyonlarca sığınmacıyı, sırf mali destek alabilmek için bir koz olarak kullanmaması gerekir.

Sloganların  vitrin olduğu ve slogandan ziyade gerisindeki uygulamaya bakmak gerektiği öne sürülebilir. Esasen başta ABD olmak üzere, birçok devletin demokrasi ve insan haklarının korunması sloganının arkasında kendi stratejik çıkarlarını koruma çabası içerisinde oldukları bir gerçektir. Türk dış politikasına bakıldığında ise,  ne yazık ki, sloganın gerisinde bir ulusal çıkar mücadelesini görmek mümkün değildir. Zira, devlet felsefesi değişmiştir: Ümmet, milletin önüne geçmiştir. Dış politikayı destekleyen ve ona hedefleri veren bir Büyük Strateji mevcut değildir. En önemlisi Türk dış politikası kimliksizleşmiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarından bu yana binbir emek harcanarak inşa edilmeye çalışılan “Avrupalı Türkiye” kimliği bir köşeye atılmıştır. Yerine şekillendirilmeye çalışılan “İslam Dünyasının Lideri Türkiye” kimliğinin mayası ise tutmamıştır. İçte Atatürk’ün laik cumhuriyet felsefesinin Türk toplumunun genlerine nakşetmiş olduğu; dışarıda ise Osmanlı mirasının artık Türkiye’ye, İslam dünyasının lideri rolünü oynamaya imkan vermeyeceği, geç de olsa fark edilmiştir.

Nostaljik duygularla Türkiye’ye, İslam dünyasında kabul görecek yeni kimlik kazandırma çabası ülkemizi bir maceradan diğerine sürüklemiş ve yalnızlaştırmıştır. 2021 yılında yalnızlaşmanın getirdiği faturaların ödenmesine devam edilmiştir. Batı ile ittifak bağları bulunan Türkiye, paradoksal biçimde müttefikleri tarafından güneyinden ve batısından kuşatılmıştır. Batı dünyasından uzaklaşmanın yol açtığı kuşatılmışlık bir türlü kırılamamaktadır. Avrupa Birliği’nin kamuya açık belgelerinde Rusya’nın yanı sıra, Türkiye’den de bir tehdit kaynağı olarak söz ediliyor olması, Batı’da, ülkemize karşı güven eksikliğinin çok ileri boyutlara ulaşmış bulunduğunu göstermektedir. Oysa, bundan 19 yıl önce, Türkiye AB’e katılım müzakerelerine hazırlanmaktaydı.

Türkiye’nin müttefikleri arasında, ülkemiz için bir beka sorunu olan PKK’nın ayrılıkçı terörüne karşı mücadeleye samimi destek veren ne yazık ki, bulunmamaktadır. Aksine, başta ABD olmak üzere bazı müttefiklerimiz PKK’nın Suriye’deki kolu olan PYD/YPG terör örgütü ile işbirliği yapmakta ve bu örgütün kuzey Suriye’de, Türkiye’nin kontrolü altındaki bölgelerde yıpratma savaşı yürütmesine göz yummaktadırlar. Müttefiklik ile bağdaşmayan bu tutum karşısında Ankara’nın sesi çıkmamaktadır. Doğu Akdeniz’de ise, Yunan/Rum ikilisinin 2003 yılından bu yana, ihvancı politikalar nedeniyle Türkiye’den uzaklaşan diğer bölgesel aktörleri de kullanmak suretiyle, aleyhimize şekillendirdikleri statüko değiştirilememektedir. ABD ve AB’nin yaptırım tehditleri karşısında kuvvet gösterme diplomasisine son verilmek zorunda kalınmıştır.

Öte yanda, ABD ve Fransa , Bölgedeki kuvvet yapılarını Yunanistan ve GKRY’ni merkez alacak biçimde yeniden şekillendirmişlerdir. Yunan/Rum ikilisi ise, bunu fırsat bilerek, Doğu Akdeniz ve Ege’de güç dengesini lehlerine çevirme çabasına girmişlerdir. On yıllardır aleyhimizde örülen işbirliği ağlarına seyirci kalan Ankara, birdenbire, garip şekilde, bir yanda BM ya da AB’nin himayesinde Doğu Akdeniz Konferansı yapılmasını talep etmiş; diğer yanda çözüm parametresini ve Maraş’ın statüsünü de değiştirmek suretiyle, 2003’ten bu yana derin dondurucuda bekleyen Kıbrıs konusunu sorunlar paketinin içerisine koymuştur. Bir uluslararası sorunda zayıf tarafın, sorunun kapsamını büyüterek şartları lehine değiştirmeye çalışması bir diplomasi taktiğidir. Ne var ki; mutlak yalnızlaşmanın hakim olduğu şartlarda bu taktiğin sonuç vermesi imkansızdır. Keza aynı koşullarda, sorunun bir konferans yoluyla bölgesel olmaktan çıkarılıp, küresel hale getirilmesi ise suikastten başka bir şey değildir. Doğu Akdeniz’de atılmış yegane olumlu adım olan Türkiye-Libya Münhasır Ekonomik Bölge Anlaşması’nın geleceği ise Libya’nın siyasi geleceğine bağlı hale gelmiştir.

Özellikle Arap Baharı’dan sonra Müslüman Kardeşler için bir merkez konumuna gelen Türkiye Orta Doğu’da da yalnızlaşmıştır. İhvan ortak paydasında sadece Katar yanımızda pozisyon almıştır. Bununla beraber, söz konusu devlet bile  ulusal çıkarlarının gerektirdiği durumlarda Türkiye ile arasına mesafe koymakta, Arap Ligi ya da Körfez İşbirliği Konseyi toplantılarında aleyhimizde karar alınmasını engellememektedir. Son zamanlarda Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri ile ilişkilerin normalleştirilmesi yolunda adımlar atılmış olmakla beraber, Türkiye Müslüman Kardeşler’e desteğine son vermedikçe bu açılımlar şüphesiz kırılgan olacaktır.

Avrupalı perspektifini kaybeden ve Batı’dan uzaklaşan Türkiye, ABD, Rusya ve Çin arasındaki köşe kapma mücadelesinde ortada kalmıştır. Her ne kadar Dışişleri Bakanımız, NATO üyeliğimize ters düşecek şekilde, Rusya ve Çin ile ilişkilerimizin stratejik seviyede bulunduğundan bahsetmişse de, söz konusu iki devletin yetkilileri bunun öyle olmadığını vurgulamak zorunda kalmışlardır. Gerçekten Rusya ile Suriye’de İdlib bölgesi ve Ukrayna krizi bağlamında; Çin ile ise Uygurlar ve Rohingyalar konusunda ciddi görüş ayrılıkları mevcuttur. Ne yardan ne de serden geçememe durumu en belirgin biçimde büyük Karadeniz havzasındaki güç mücadelesi karşısında görülmektedir. Burada, Türkiye bir yanda Çin’in kuşak projesine yardımcı olmakta ve Rusya’ya yaptırım uygulamaktan kaçınmakta; diğer yanda ise Kanal İstanbul gibi, NATO’nun Karadeniz deniz alanında sürekli varlık göstermesine yardımcı olabilecek projeler üzerinde durmakta ve Ukrayna’ya alenen silah satmaktadır. Öte yanda, Türkiye’nin, Dağlık Karabağ’da tesis edilen yeni statükonun korunmasında rol alması ve son olarak Azerbaycan ile eşgüdüm halinde Ermenistan’a açılım yapması yerinde olmuştur. Bununla birlikte, Ermenistan Türkiye’den toprak iddiasından vazgeçmediği sürece diplomatik ilişki kurulmasından kaçınılmalıdır.

Dış politika artık demokratik yollar izlenerek şekillendirilmemektedir. Akademi dünyası, baskı kuruluşları ve ilgili resmi kurumlar devre dışı bırakılmıştır. Diplomasi mesleğinde yetişmiş kadrolardan yararlanılmamaktadır. Onların yerine, mutlak otoriteye sadık, meslek hakkında en ufak bilgisi olmayan toplama kadrolarla çalışılmaktadır. Dış politikanın yürütülmesinde gizlilik esas olmuştur. Bir çok konu liderler arasında baş başa görüşmelerde ele alınmakta ve Kabil Havaalanı’nın korunması mevzuunda olduğu gibi, Türk kamuoyu gelişmeleri yabancı kaynaklardan öğrenebilmektedir. Ayrıca, iktidardaki siyasi parti güç kaybettikçe dış politikada atılan adımlar, efsanelerle süslenerek giderek daha fazla iç politika malzemesi haline getirilmektedir.

Bilişim çağında masallarla birliktelik sağlamak mümkün değildir. Gerçek kısa zamanda ortaya çıkmaktadır. Türk dış politikası da ulusal olmaktan uzaklaşmıştır. Gerisinden sağlam bir destek almayan bu politika vizyonunu da kaybetmiştir. Belli bir hedef doğrultusunda oyun kurulamamaktadır. Hülasa, Türkiye, 2021 yılında, geçmiş yıllardaki kayıplarını telafi edebilmek için uluslararası toplumun merkezleri arasında savrulup gitmiştir. Muhataplarımız da bu durumdan faydalanarak, Türkiye’den istediklerini alabilmişlerdir.

 

 

Kaynak:www.yurtseverlik.com

A. Bülent Meriç

Sosyal Medya

Bizi takip edin, birlikte daha güçlüyüz...