Postmodernizm terimi, 1960’larda New York’ta yaşayan ve modernizmin tekdüze yaşamını eleştirenler arasında ortaya çıkmıştır. 1970’lerde ise, Avrupalı kuramcılar tarafından sıkça kullanılır olmuştur. Postmodernizmin öncülerinden Jean François Lyotard, Postmodern Durum adlı kitabında evrensel bilimin varlığına, bilimin insanı özgürleştirdiği düşüncesine ve kapitalist ulus devletlerin arka planındaki büyük söylemlere karşı ağır eleştiriler getirmiştir. Böylece Postmodernizm, özünde 18. yüzyıldaki Aydınlanma Çağı’nın yol açmış olduğu ve kısaca “Modernizm” olarak adlandırılan pozitivist bilim metodolojisi; metafizik inançlar yerine, evrensel bilim ve seküler yaşam tarzı üzerinde inşa edilmiş ulus devlet modeli; kapitalist ekonomik sistem ve onun geliştirdiği seri üretim yöntemine karşı savaş açmıştır. Postmodernizm’i meydana getiren bilgi toplumu ve bilginin değiştirme gücünün sonuçlarıdır.
Soğuk Savaş sonrası ortaya çıkan küreselleşme ve bilişim devrimi Batılı toplumların doğalarında köklü değişime sebep olmuştur. Toplumbilim kuramcılarının bu değişimi tarif etmek için, “medya toplumu”, “sanayi sonrası toplum”, “bilgi toplumu”, “gösteriş toplumu” ve “tüketim toplumu” gibi çeşitli terimler kullandıkları görülmektedir. Bilginin tekliği ve evrensel doğruluğu sorgulanır hale gelmiştir. Böylece çoğalan bilginin statüsü de değişmiştir: Anlatısal bilgi, bilimsel bilgiden ayrışmıştır. Bilginin gövdesindeki enformasyona çevrilebilir unsurlar basitleştirilerek, bilgisayar ortamında ticarileştirilmiştir. Böylece enformasyon akışının denetimi ve yönlendirilmesi önemli olmuştur. Bir başka ifadeyle medya, Postmodernite’nin merkezine oturmuştur.
Çoklu bilgi ortamı, çoklu toplumsal yapıyı da beraberinde getirmiştir. Postmodernite bugün ve geçmiş arasındaki bağı canlandırarak, toplumda etnik-dini kökenlerin hatırlanmasını sağlamıştır. Alt-kültürlerin ve alt-kimliklerin, Postmodernite’nin farklılıklara saygıyı vurgulayan çağdaşlığının altında ve daha demokratik bir hale gelmiş kamusal alanda, birbirlerine karşı saygı ve hoşgörü besledikleri, özgür bir ortam ortaya çıkmıştır. Bu ortamda birbirinden oldukça farklı görüşler serbestçe dile getirilebilmekte ve eklektizm yoluyla farklılıklar ortak bir akla dönüştürülebilmektedir. Bu da ulus devletin inşasında kullanılan “Büyük Anlatıların” (İdeolojilerin) zayıflamasına yol açmıştır. Ayrıca, sosyolojide Yapısalcıların öne sürdükleri gibi, bir toplumda iktidara gelenlerin anlatıları yeniden üretebildikleri ve toplumsal değerleri değiştirebildikleri ortam da gücünü kaybetmiştir. Toplumun değişik kesimlerini temsil eden Sivil Toplum Kuruluşları iktidarı çevrelemişler ve kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirir hale gelmişlerdir. Böylece, devletlerin egemenlik alanı sınırlanmıştır. Tek merkezliğin yerini yerellik; büyük anlatıların yerini de yerel anlatılar almıştır. Toplumlardaki söz konusu değişimi doğru okuyan devletler, gerekli yapısal değişimden geçerek küreselleşmeyi yakalayabilmişlerdir. Ancak, bunların sayısının çok az olduğu söylenebilir.
Özetle bireyi, devlet karşısında özgürleştiren Postmodernizm, esasta sosyolojik bir olgu olmakla beraber, etkisini kültürde, sanatta, üretim biçiminde, kısacası yaşamın her alanında göstermektedir. 1980’li yıllarda Siyasal İslam’ın işbaşına geldiği Türkiye’de de Postmodernizm’in rüzgarı esmeye başlamıştır. Çoğulculuğu, çok kültürlülüğü, çok kimlikliliği ve çeşitliliği savunan Postmodernizm Siyasal İslam’a, iktidara sıçramak için elverişli bir zemin hazırlamıştır. Türk siyasal islamı, Postmodernizm’in, Modernizm’i eleştirmekle beraber onun yerini alacak tutarlı bir sosyo-siyasal yapı üretemediği gerçeğinden de yararlanarak, sadece postmodern söylemler geliştirmek suretiyle, onun rüzgarını arkasına almıştır: Pozitivizmin ve kapitalist sistemin yarattığı “manevi çöküş ve insanlık yıkımı”ndan söz edilmiş; Batı dünyasının Oriyantalist, kültürler arası eşitsiz bakış açısı eleştirilmiş; modern devletin herkesi tek tip haline getirmeyi amaçlamış ulusculuk ideasına karşı çıkılmış; bilim ve teknolojinin doğayı hakimiyet altına alma niyetiyle yarattığı çevre tahribatına dikkat çekilmiş ve Batılı demokrasilerin arka planındaki liberalizme soğuk yaklaşılmıştır.
Postmodern söylemlerden yararlanan Türk siyasal islamı, böylece, başta Atatürk olmak üzere Cumhuriyeti kuran kadronun yerleştirdiği Modernizm’i yıkarak, yerine kendi sosyo-siyasal yapısını yerleştirmek üzere yola koyulmuştur. Ancak, İslamcılığın otoriter bir ideoloji olduğu ve özünde farklılığa ya da çoğulculuğa imkan vermediği zamanla açıklık kazanmıştır: Kültürel görecelik anlayışından hareketle bu kez İslami tek tip birey yaratma macerasına girişilmiş; modernleşmenin simgesi olan betonlaşma ile çevre tahrip edilmiş ve sosyal devlet zayıflatılarak birey, liberalizmin en ileri modeli olan neo-liberalizminin kucağına atılmıştır. Neticede Siyasal İslam Modernizm’e bir alternatif geliştirmede başarılı olamamıştır. Bugün, paradoksal biçimde Postmodern rüzgara karşı duran Türk siyasal islamı, ulusallaşarak iktidarını sürdürmeye çalışmaktadır.
Muhalefetin bu durumdan hem yararlanması, hem de bir ders çıkarması gerekmektedir. Bu bağlamda CHP’nin kısaca “Helalleşme” olarak tanımladığı, toplumsal uzlaşı ve barış projesi, toplumumuzda mevcut kutuplaşma ve gerginliğin ortadan kaldırılması açısından yerinde bir girişim olmuştur. Anılan proje, çeşitlilik temelinde bir ulus dayanışmasını ortaya çıkarabildiği takdirde iç ve dış politikalarımızda karşı karşıya bulunduğumuz ciddi bir sorunun üstesinden gelinmiş olunacaktır. Ayrıca, görüşler arasında ciddi farklılıklar da olsa, çoğulcu ve liberal bir parlamenter demokratik rejim için bir araya gelinmiş bulunan “Altılı Masa” süreci devam etmelidir. Postmodernitenin gerektirdiği şekilde, birbirinden oldukça farklı düşüncelerin, eklektizm yoluyla bir potada eritilmesi becerisi gösterilmelidir. Seçimlere uzanan önümüzdeki dönem çok kritiktir ve herkesin özveriyle elini taşın altına sokması beklenmektedir.
Kaynak: www.yurtseverlik.com