Ortak Akıl Politika Geliştirme

PARAYLA KİRLENDİKÇE ÇÜRÜYEN DEMOKRASİLERİN OTOKRASİYE KUCAK AÇIŞI VE TÜRKİYE GERÇEĞİ- Sönmez Çetinkaya

 

 DEMOKRASİ OTOKRASİ İKİLEMİ ÜZERİNE

 

21.yüzyılın ilk çeyreğinin bitmesine iki yıl kala, neredeyse bütün dünyada, “diktatörlükler yükseliyor mu” sorusu giderek yaygın bir biçimde tartışılmaya başladı. Halbuki , yaklaşık yetmiş yıl süren SSCB parti diktatörlüğünün otuz yıl önce yıkılmasıyla, çok sayıda ülkede demokrasiye yelken açılacağı beklenmişti.

Ancak, SSCB’nin dağılmasının ardından, Rusya Federasyonu ve diğer eski Sovyet ülkelerinde “seçimler” ile iktidarları ellerine geçirenler baskıcı otokratik rejimlerini sürdürmekten vazgeçmediler. ABD’de ise iktidar, önce saldırgan Oğul Bush, daha sonraları da, Trump gibi otokrasiye yatkın bir lider ve ekibinin denetimine geçti.

Diğer yandan Çin’de, yaklaşık kırk yıl önce, devlet kapitalizminden özel sektör kapitalizmine evrilmesi ile girilen hızlı büyüme sürecinin, giderek ülkede demokrasiye doğru ilerleyişi hızlandıracağı beklentileri arttı. Ancak yirmi yıl önce yönetimi ele geçiren Xi Jinping, son parti kongresinde aldırdığı kararla kendisine ömür boyu iktidarda kalmanın yolunu açtı.

Rusya’da ise, hatırlanacağı gibi, yüzyılın başında seçimler ile iki dönem için iktidara gelen Putin, sonrasında anayasada yaptırdığı değişiklikler ile son yirmi yıldan uzun süredir iktidarını korumakla kalmadı, Çin’in Xi’si gibi, ömür boyu iktidarda kalma olanağı elde etti.

Böylece, günümüzde dünya, ikisinin otokratik rejimler, diğerinin de kusurlu demokrasi ile yönetildiği üç ülkenin gölgesi altında kalınca, özellikle dünya entelektüelleri arasında, demokrasi/otokrasi ikilemi üzerindeki tartışmalar giderek artmaya başladı.

Bu yazımızda, yurtseverlik.com okuyucularının dikkatini çekeceğini düşündüğümüz bu küresel konuda yaptığımız incelemeyi sunuyoruz.

Öncelikle çalışmamızda ana kaynağımızın, ABD Columbia Üniversitesi, Barnard College’dan siyaset akademisyeni Sheri Berman’ın kitap ve makaleleri olduğunu not edelim. (i)

 

 

1980’ler….

 1980’lerin başında, demokrasi üzerindeki çalışmalarıyla ün kazanmış ABD’li akademisyen Robert Alan Dahl, demokrasinin gelişmesi ve sürdürülebilirliği açısından dünya koşullarının yeterli düzeyde olmadığını ileri sürüyordu. Ancak, onun beklentisinin aksine, geçen yüzyılın sonlarına doğru güçlenen demokratik dalga, Afrika, Asya, Latin Amerika, doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği’ni etkisi altına aldı ve birçok ülkede diktatörler birer birer devrildi.

İşte tam da bu yıllarda, Dahl’ın kötümserliğine karşın, diğer bazı akademisyenler ise iyimserliğini korumaktaydı. Bunların arasında  öne çıkanı Francis Fukuyama adlı Japon asıllı ABD’li bir akademisyendi. Fukuyama, SSCB’nin dağılmasının ardından yazdığı bir makalede, “liberal batı demokrasisinin, insanlığın ideolojik evriminin nihai aşaması olduğunu” yazmakla kalmadı, bu durumun “tarihin sonu” olduğunu iddia etmekten de çekinmedi. Fukuyama, bir süre sonra yanıldığını anlasa da,  dünya çapında dikkat çekerek, çok istediği “kişisel şöhreti” yakalayacaktı.

 

Dünya yeni bir otokrasi çağının eşiğinde mi?

Ne var ki, tarih, sırasıyla, 1848, 1918 ve 1945’de  birçok ülkede benimsenmeye başlayan demokrasinin bir süre sonra sona erdiğini göstermişti. Benzer şekilde, 1980’lerden itibaren  bazı ülkelerde yürürlüğe giren demokrasiler de, kısa bir süre sonra, ülkelerin kendilerine özgü ters yönlü dip dalgalarının çekimine maruz kalmaktan kurtulamadı. Örneğin, bir zamanlar demokratik sürece girdiği düşünülen, Macaristan, Tayland ve Türkiye gibi ülkelerde, de-facto otoriter rejimler, kendilerini dayatmaya başladı.

Bunların en tipik olanı, kendisini “illiberal demokrat” olarak tanıtan,  AB üyesi Macaristan’ın başbakanı Orban’dı. Bu siyasetçinin, 2019’da dönemin ABD başkanı Trump tarafından Washington’a davet edilmesi bütün dünyada ilgi çekti. Amerikalı Cumhuriyetçiler ve onların denizaşırı müttefikleri, bu buluşmayı eleştirenlere, illiberalizmin  demokrasi açısından bir sorun teşkil etmediği yorumlarıyla yanıt verdiler.(ii)

Bütün bu göstergeler karşısında, siyaset akademisyenlerinin şimdilerde sormaya başladıkları soru şu: Acaba dünya, tarihi döngülere paralel biçimde yeni bir otokrasi çağının eşiğine mi geldi?

 

İki saygın siyaset akademisyeninin görüşleri…

 Bu sorudan yola çıkan, Latin Amerika uzmanı Steven Levitsky ve Sovyetler Birliği uzmanı Lucan Way’in birlikte yazdıkları Darbe ve Diktatörlük (Revolution and Dictatorship) adlı kitap geçen ay yayımlandı.

Kitapta, birbirleriyle ilişkili iki tartışma yer alıyor. İlki, otoriter rejimlerin ayakta kalma gücü; ikincisi, bu gücün ve oluşturdukları yapıların kaynakları!

Levitsky ve Way analizlerine, dayanıklı demokrasilerde olduğu gibi, dayanıklı diktatörlüklerde de rejimlerin ilk önceliğinin, “ülke topraklarını kontrol yanında, istikrarlarına karşı oluşan tehditlerle mücadele etmek olduğu”  kabulü ile başlıyorlar. Ardından, modern diktatörlüklerin uzun süreler boyunca ayakta kalma nedenlerini üç koşul  üzerinden inceliyorlar.

Bu koşulların ilki, çıkar üzerinden birbirlerine sıkı bir şekilde bağlı bir elit grubun oluşmasıdır. Çünkü tarih, otoriter rejimlere karşı en büyük tehdidin iç bölünmelerle ortaya çıktığını göstermektedir. Ancak, Gürcistan, Kenya, Malavi, Senegal ve Zambia gibi örneklerin sergiledikleri süreçler bu koşulu doğrulasa da;  komünist Çin, Castro Kübası ve İran İslam Cumhuriyeti gibi onlarca yıl boyunca süren otoriter rejimlerde bu koşulun şimdilik ortaya çıkmamış olmasını da kaydetmek gerekiyor.

Koşullardan ikincisi, güçlü ama sadık bir baskıcı sistemin oluşturulmasıdır. Bilindiği gibi, otoriter rejimler genellikle muhalif güçleri harekete geçiren ayaklanmalarla yıkılmıştır. Bu yüzden, güçlü diktatörler kendilerine bağlı siyasi otoritelerin sıkı güdümünde polis ve istihbarat örgütlerine ihtiyaç duyarlar. Hatta bunların, güç merkezleri olan parti ile iç içe olmasını tercih ederler. İran’daki Devrim Güçleri ve Çin’deki Halk Ordusu bu türün tipik örnekleridir.

Halbuki, örneğin Pakistan ve Mısır’da ise durum farklıdır. Bu ülkelerdeki, iktidardan bağımsız askeri güçler zaman zaman politikaya müdahale edip, hükümetleri devirmişlerdir.

Koşulların üçüncüsü de, zayıf ve bölünmüş muhalefetin sürdürülmesidir.

Özellikle Müslüman ülkelerde, toplumun Seküler ve İslamcı kesimleri arasındaki bölünmüşlüğün korunup yükseltilmesi ana unsurlardan biridir.

Levitsky ve Way’e göre, rejimin dayanıklılığının süresini belirlemek için bu üç koşul gerekli olmasına karşın yeterli olmayabilmektedir. O yüzden diğer önemli bir faktör de; otokratların gücü nasıl ele geçirdiğidir. İhtilal (devrim) kökenli olanların, olmayanlara göre ortalama üç kat daha uzun ömürlü olduklarını söylemek mümkündür. Örneğin, Soğuk Savaşın ardından, başta Doğu Avrupa’dakiler olmak üzere otoriter rejimler çökerken; devrimler ile iktidarı eline geçirenlerin yönetimindeki Çin, Küba ve Vietnam gibi ülkelerde otoriter rejimler ayakta kalmayı başarmışlardır.

“Devrimci” rejimleri, kitlesel kalkışmalar sonucunda eski rejimi düşürerek  başa geçen ve hem  devletin temellerini sarsan, hem de radikal sosyo-ekonomik-kültürel değişimler ile toplumlarını dönüştürenler olarak niteleyen  Levitsky ve Way, 1990’lardan bu yana gelen 20 ülkede bu rejimlerin ayakta olduğuna işaret ediyor.

 

Demokrasiler için yaygınlaşan kaygılar…

 Son on yılda, dünyanın birçok ülkesinde gözlemlenen otoriter yönetim dip dalgasının, günümüzde demokrasilerin sayısını bir hayli azalttığını söylemek mümkündür. Bu durumda sorulması gereken soru; otoriterliğin yaygınlaşma eğilimi gösteren çizgisinin sürüp sürmeyeceğidir? Bir başka ifadeyle; son on yılda ortaya çıkan diktatörlükler ne denli dayanıklıdır?

Levitsky ve Way’in, bu sorulara verdikleri yanıt, güçlü devlet kurumlarına sahip olanların uzun ömürlü olacağıdır. Yukarıda değinildiği gibi, geçmişte  devrimlerle iş başına gelen otoriter rejimlerin bazıları sürmektedir. Ancak, günümüz “çağdaş otokrat” rejimlerin, seçmen tercihleri ile iktidara geldiği de unutulmamalıdır.

 

Zengin ülkelerin Z-Kuşağı demokrasiye uzak mı duruyor…

Diğer yandan, Cambridge Üniversitesi’nden Roberto Foa, iki yıl önce The Guardian’da yer alan bir makalesinde, “son araştırmalarımıza göre, bırakın az gelişmiş ülkeleri, Birleşik Krallık, ABD, Avustralya ve Güney Avrupa’nın bazı ülkelerinin gençleri arasında demokrasiye güven azalıyor” tespitininin ardından şöyle devam ediyor;  “yukarıda sayılan gelişmiş ülkeler gençleri arasında siyasi partilere katılmayan, hatta seçimlerde oy vermeyenlerin oranı artıyor”. Foa’ya göre, gençlerin öfke ve hayal kırıklığına, geleneksel siyasetçiler pek ilgi göstermezken, popülist partiler bu sorunlar için “çözümler” öneriyorlar. (iii)

 

Otokratik Çin’in Z-Kuşağı ne durumda?

 South China Morning Post sitesinin kıdemli yazarlarından, iki ergen çocuk sahibi akademisyen Alex Lo, kasım ayı sonundaki makalesinde, Çin Z-Kuşağı’ndan bir kesimin ülkedeki çalışma koşullarını ve işsizliği protesto için geçen yıl başlattığı “lying flat/yat aşağı” hareketinin, giderek “let it rot/bırak çürüsün” hareketine dönüşmesine yer verdi. (iv)

Gerçekten de, Covid salgını boyunca artan işsizlik ve çalışanlara da, haftanın 6 günü, sabah 9-akşam 9 şeklinde uygulanan çalışma pratiğine karşı başlatılan “yat aşağı” hareketinin, internet üzerinden sağlanan iletişim ile  giderek yaygınlaştığına dair haberler geçen yıl küresel medyada yer almaya başlamıştı.

Bu durumun, “sözde komünist” olarak nitelendirdiği Çin’de uygulanan kapitalizmin gençleri yılgınlığa sürüklemesinin sonucu olduğunu ifade eden Lo, sürecin  “bırak çürüsün” tarzına dönüşmesinin, hem ülkenin, hem de gençlerin geleceği için çok kaygı verici olduğunu vurguluyor.

Benzer olguların, “the big quit/büyük bırakış” vb sloganlarla  Kuzey Amerika ve diğer batılı gelişmiş kapitalist ülkelerde ortaya çıktığına da değinen Lo, sözlerine şunları ekliyor: Günümüzde sahip oldukları akıllı telefonlar sayesinde, çoğu netizen (internet vatandaşı) haline gelen gençlerde, dünyanın merkezi oldukları duygusu oluşuyor. Bu duygu ise onları, kapitalizmin makinalarının sürgit civatası olarak yaratıcılıklarını köreltmek yerine, bu tür yaratıcı hareketlere katılmaya sevk ediyor.

Bir diğer ilginç yaklaşım, geçen ekim ayında, Jing Daily internet sitesinde Lisa Nan adındaki bir yazar tarafından şöyle dile getirildi: Ülkenin hızla kalkındığı 1990’ların sonlarında, ebeveynlerinin yaşam koşullarının iyileşmeye başladığına tanık olan gençler,  üniversitelerde çok çalışarak daha iyi bir yaşam beklentisi içine girdiler. Ancak okullarını bitirip, çalışma hayatına katılma aşamasına gelen bu gençlerin beşte biri, ülkeyi kıskacına alan ekonomik resesyon yüzünden işsizliğe mahkum oldular.

Başta kapitalist sömürü olmak üzere, kendilerine dayatılan diğer sosyal koşulların, iyi yaşam beklentilerini boşa çıkardığını düşünen bu gençler, hayal kırıklıklarını, günümüzün kültürel sembolleri haline gelen emoji ve şakalarla sosyal medyaya akıtarak “bırak çürüsün” adını verdikleri pasif direniş hareketini büyüttüler.(v)

 

Neo-liberal düzenin sürdürülemezliği…

 Yazının başında sözünü ettiğimiz Sheri Berman’ın makalesinden hareketle anlamaya çalıştığımız olguların, The Financial Times editörlerinden Rana Foroohar’ın neo-liberalizm sonrası süreç için öngörüleriyle önemli ölçüde çakıştığını söylemek mümkündür. (vi)

Foroohar, bu makalesinde, 1970’lerin başlarında ortaya çıkan petrol şokunun batı kapitalizmini sürüklediği krizden çıkarmak için, ABD’nin, sanki dünya düzmüş gibi, bütün ülkelere dayattığı neo-liberal düzenin, aradan geçen yarım yüzyıl içinde  tepe noktasına çıktığına işaret ediyor. Süreç içinde, hem ülkeler içinde, hem de ülkeler arasında, giderek yükselen eşitsizliklerin sürdürülemezliğine dikkat çeken Foroohar, ABD’den başlayarak yerel sosyo-ekonomik düzenlemelerin kaçınılmaz hale geldiğine dikkat çekiyor.

Diğer yandan, Sidney Teknik Üniversitesi’nde akademisyen Peter Fleming ise “Homo Economicus’un Ölümü” adlı kitabında, neoklasik ekonomistlerce, “kararlarını rasyonel bazda kişisel çıkarları ile tutarlı biçimde alan insan” olarak tanımlanan “homo economicus”un,       özellikle 2007/8 finans krizi sonrası içine düştüğü giderek büyüyen çaresizliği kimi dramatik örnekleriyle anlatıyor. (vii)

 

Son değerlendirme..

 Öyle anlaşılıyor ki, demokratik veya otokratik rejimlerle yönetilsin, son yarım yüzyıldır dünyanın hemen hemen her ülkesinde, tüm yaşamı daha çok para kazanma mantığına indirgeyip, süper zenginleri daha da zenginleştiren neo-liberalizmin, başta sosyo-fizik olmak üzere hangi düşünce biçimi açısından bakılırsa bakılsın sürdürülebilir olmaktan çıktığına kuşku bulunmamaktadır.

Neo-liberalizmin en yıkıcı etkisi, Fleming’in sözleriyle “ölümüne özelleştirmeler” ile ortaya çıktı. Çünkü, yine Fleming’e göre, “devlet aygıtının miyopluğunu  fırsata çeviren şirketlerin yönetimine bırakılan  dünyada, özel bir ilkellik döneminin  baskın hale gelmesiyle  kuşaklar boyunca biriken beceri ve düşünceler cılızlaştırılıp, demokrasi komediye…hayır, kötü bir şakaya dönüşüyor”.

Sonuçta, her yurttaşın ortak çıkarlarını anıştıran; refah, özgürlük, iyi hayat vb arayışlarımızla her birimizi diğerlerinin kaderine bağlayıp, birbirine paylaşımcı bir sorumluluk duymasını sağlayan “kamu” kavram ve algısı zayıflıyor, her türlü “kamu malı” adeta acımasızca yağma ediliyor. Dolayısıyla, demokratik ortak çıkarlar temelinde bir gelecek inşası olanağı ortadan kalkıyor.

Böylece, dizginsiz kapitalizm düzeninde, utanç verici düzeydeki eşitsizlikler meşrulaştırılıyor, her şeyin fiyatı belirlendiği için, bireylerin birbirleri ve devletle ilişkisinde para en önemli unsur haline geliyor.

Son söz: Yurttaşların, fırsat eşitliği temelinde, insan onur ve özgürlüğüne yakışır tarzda yaşamasının önündeki engellerin, sadece diktatörlük rejiminin hakim olduğu ülkelere özgü olmadığını söylemek mümkündür.

Nitekim, günümüzde, illiberal, kusurlu, hasta vb onlarca sıfatla anılan  “demokratik” ülkenin de, birçok açıdan  otokratik rejimlerden farklı olmadığını söylemek hiç de abartılı olmayacaktır.

 

(i)    Berman, S.,”Revolution and Dictatorship”, Foreign Affairs, Nov 2022.

(ii)   Cooley, A., D. Nexon, “The Real Crises of Global Order, Illiberalism on

the Rise”, Foreign Affairs, Jan/Feb 2022.

(iii)  Foa, R., D.Wenger, “Young voters are disconnecting from democracy”,

The Guardian, 23 Oct.,2020.

(iv)  Lo, A., “Let it rot or the big quit…eventually it’s reality that bites”, South

China Morning Post, 20 Nov,2022.

(v)   Nan, L., “More, Over Lying Flat, Let it Rot Is Here”, Jing Daily,

7 Oct, 2022.

(vi)  Foroohar, R., “After Neoliberalism, All Economics Is Local”, Foreign

Affairs, Nov/Dec 2022.

(vii) Fleming, P., “Homo Economicus’un Ölümü – İş, Borç ve Sonsuz

Brikim Efsanesi”, Koç Üniversitesi Yayınları, 1.Baskı, Ekim 2019.

 

Kaynak: www.yurtseverlik.com

https://ortakakil.org.tr/

 

Ortak Akıl Politika Geliştirme

Sosyal Medya

Bizi takip edin, birlikte daha güçlüyüz...