Kasım ayının ilk iki haftasında İskoçya’nın Glasgow kentinde, yaklaşık 200 ülkenin lider ve temsilcilerinden oluşan 30 bin dolayında katılımcının bir araya geldiği Birleşmiş Milletler COP- İklim Konferanslarının 26.sı, son dakikada yaşanan yoğun tartışmaların gölgesinde sona erdi.
Hindistan’ın İtirazı
Kömür kullanımının küresel çapta sona erdirileceği tarih konusunda Hindistan’ın, sonuç bildirgesinde sadece bir sözcüğün ekindeki değişiklik talebiyle son dakikada yaptığı itiraz, konferansın diğer katılımcılarının birçoğu üzerinde hayal kırıklığına neden oldu.
Bildirgede yer alması beklenen sözcüğün ilk şekliyle bütün dünyada kömür kullanımının belli bir süre sonunda “tamamen” durdurulması öngörülürken, Hindistan’ın “tamamen” yerine, “tedrici olarak azaltma” anlamına gelen “sözcük” ısrarı Çin tarafından doğrudan, ABD tarafından da dolaylı desteklenince, sonuç bildirgesi bu doğrultuda değiştirildi.
Bazı gözlemcilere göre bu değişiklik, kömür madenciliğinin, kömür ihracatının ve yeni kömür santrallarının yapılmasına “yeşil ışık” yakılması anlamına geliyor. Sonuçta en büyük üzüntüyü yaşayanlardan biri de, bu sonucu kendisi açısından başarısızlık olarak yorumlayan Konferans başkanı Hint orijinli Birleşik Krallık Enerji Bakanı Alok Sharma oldu.
Konferans başkanı olarak, aslında Hindistan’dan beklenen bu talebi engelleyememiş olmanın üzüntüsünü derinden yaşayan Sharma, The Guardian gazetesine verdiği demeçte: “Biz elimizden geleni yaptık. Hindistan ve Çin’in son andaki sulandırıcı müdahalelerinin gerekçesini, iklim krizi karşısında savunmasız ülkelere artık kendilerinin anlatması gerekiyor” dedi.
Aslında bu “sulandırmanın” ilk ve tek sorumlusu Hindistan değil! Nitekim ABD ve Çin, 10 kasım günü yaptıkları ikili iklim anlaşmasında, kömür üretiminin tamamen durdurulması yerine, tedrici olarak terkedilmesi konusunda zaten mutabık kalmışlardı. Yani söz konusu “tedrici azaltma” talebini en az Hindistan kadar isteyenler Çin ve ABD olmasına karşın, Glasgow Anlaşması olarak adlandırılan nihai belgeyi Hindistan Çevre Bakanı Bhupender Yadav okuduğu için ilk andaki büyük tepkinin Hindistan’a yöneltildiği anlaşıldı.
Diğer yandan birçok iklim uzmanının, endüstri devriminden bu yana en çok emisyon salan gelişmiş ülkeler ile, Hindistan vb gelişmekte olanların aynı kategoride değerlendirilmelerinin haksızlığı konusundaki görüş birliği, “iklim adaleti” anlayışının küresel çerçevede henüz tam olarak benimsenmediğini gösteriyor.
Bu uzmanlara göre, Hindistan Başbakanı Narendra Mondi’nin konferansın açılışında yaptığı konuşmasında, “net sıfır” için 2070’i işaret etmesi son derece olağan bir talep. Çünkü yenilenebilir enerji kaynakları için yaptığı büyük yatırımların talebi karşılama oranının henüz %18, nükleerin ise %2 olduğu Hindistan hala %70 düzeyinde kömüre bağımlı bir ülke konumunda. Ayrıca önümüzdeki 20 yılda, Hindistan’ın endüstrileşme ve kentleşme programları için enerji talebinde beklenen büyüme diğer ülkelerden çok daha yüksek. Unutulmamalı ki, bu ülkenin büyük kırsal kesimlerine kesintisiz enerji temini ise ulaşılması hiç de kolay olmayan bir hedef.
Nitekim Hindistan Doğal Kaynaklar Enstitüsü İklim Direktörü Ulka Kelkar’ın işaret ettiği gibi, Hindistan’ın bu girişimin arkasında yerli enerji kaynaklarının son derece kısıtlı olması yatıyor. Nitekim ülke ham petrol ve doğal gaz ithalatı için her yıl 100 milyar $ ödüyor.
“Fakirlikten Kurtulma ve Adalet” mottosu ile çalışan ActionAid adlı küresel sivil toplum örgütleri federasyonu direktörlerinden Brandon Wu da, söz konusu anlaşmanın, ABD ve bazı Avrupa ülkelerinin büyük miktarlarda kullandığı petrol ve doğal gaz yerine sadece kömürü hedef almasının haksızlık olduğunu vurguladı. Hindistan ve Çin gibi gelişmekte olan ülkelerin çaresizlikten kömüre odaklanmaları karşısında, bu ülkeleri orantısız eleştirmenin doğru olmadığını da sözlerine ekledi.
“Kömüre Devam” açısından, Çin’in açık, ABD’nin bir ölçüde gizli desteği ile Hindistan’ın dile getirdiği “tedricen” sözcüğünün nihai bildirgede benimsenmiş olması karşısında, Konferansın sonuçlarına “bardağın boş ve dolu” tarafından bakanlar oldu.
Boş Tarafına Bakanlar
Konferans boyunca Glasgow caddelerine dökülen on binlerce gösterici ellerinde “Gezegen Yanıyor” yazılı çok sayıda yaratıcı görsellerle delegeleri baskı altına almaya çalıştı. Bunların arasında, küresel eşitsizlik ve adaletsizliğe karşı 1942’de, 20 STK tarafından Britanya’da kurulup, 1995’de küresel hale gelen Oxfam aktivistleri başı çekti.
Uluslararası Greenpeace Örgütü’nün İcra Direktörü Jennifer Morgan: “Konferans sonunda ilan edilen bildirgede iklim krizinin çözümüne ilişkin bir plan bulunmuyor. Bir sonraki konferansta katılımcı ülkelerden daha olumlu katkı için kibarca ricada bulunuluyor. Bizim en son yaptığımız çalışmaya göre, bu gidişle yerküre yüzyılın sonuna kadar 2.4 derece C düzeyinde ısınmaya doğru yol alıyor. Fosil kaynaklı yakıtlar konusu hala ortada duruyor. Bu bildiriyi yeterli bulanlar, iklim krizi etkileri açısından çok kaygılı gençlere ve sonuçta tarihe karşı sorumlu olduklarını unutmamalıdır” şeklinde beyanda bulundu.
Ayrıca, “iklim krizi karşısında korunmasız ülke halklarının karşılaştığı zarar ve kayıpları yeterli düzeyde karşılamak için başta ABD olmak üzere gelişmiş ülkelerin finansal destek paketlerini bir an önce harekete geçirmeleri gerekir” diyen Jennifer Morgan öncelikle Biden’ın verdiği sözleri yerine getirmesini istedi.
Dolu Tarafına Bakanlar
DW yazarlarından kıdemli gazeteci Jens Thurau, COP26’da kömüre son verilme kararının her ne kadar gelişmiş ve gelişmekte olan bazı ülkelerce son anda sulandırılsa da, birkaç yıl önceki konferanslardakinin ötesinde iyi olmasının bardağın dolu tarafı olarak değerli olduğunu yazdı.
Ayrıca, göreli zengin Küresel Kuzey ülkelerinin savunmasız ülkelere yardımlarının önümüzdeki birkaç yıl içinde ikiye katlanacak olmasına da değinen Jens Thurau, en büyük emisyon salan ABD ve Çin’in ikili anlaşmalarıyla iklim krizi konusundaki çabalarını arttırma kararı almalarının son derece umut verici olduğuna da yazısında yer verdi.
İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ ve BİDEN Xİ JİNPİNG SANAL BULUŞMASI
COP26’nın sona erdiği günün ardından, geçen pazartesi günü Biden ve Xi Jinping, heyetleri ile birlikte sanal ortamda buluştular. Son zamanlarda ülkelerinde iç siyasi baskılara maruz kalan iki liderin, bu buluşmada, ülkeleri arasındaki rekabetin ağır yükünün oluşturduğu gerginliği yumuşatmaya ve ilişkileri korumak için dikkatli olmaya çalıştığı görüldü.
Xi Jinping’in konuşmasında, “insanlığın küresel bir köyde yaşadığı ve kritik aşamalardan geçtiği bu dönemde birlikte karşılamamız gereken sorunlar bulunuyor. Çin ve ABD birbirleriyle ‘kazan-kazan’ anlayışıyla işbirliği yapmalı” sözleri dikkat çekti.
Xi’nin bu sözlerine Biden’ın, “sanal toplantıların yüz yüze yapılanlar kadar iyi olmadığı” şeklindeki yanıtı, iki ülke arasındaki gerilimleri olabildiğince yumuşatma isteği olarak yorumlandı.
Bu yazının konusu iklim krizi açısından bakıldığında ise, yukarıda da değinildiği gibi, her iki ülkenin geçen hafta sona eren COP26Glasgow sürecinde, iklim değişikliğinin neden olduğu sorunları aşmak için işbirliğini hızlandırma kararı aldıklarının altını çizmek gerekir.
Nitekim sanal buluşmada ABD tarafı, iklim değişikliği konusundaki işbirliğinin Çin’in yararına olacağını, diğer başlıklardaki farklı yaklaşımların, iki ülkenin iklim değişikliği açısından işbirliğini etkilememesi gerektiğini vurguladı.
Sonuç
COP26-Glasgow Konferansı sonuçları, bardağın dolu tarafından bakanlarca, 1995’deki COP1-Berlin Konferansı ile başlayan süreçte, 1997’deki COP3-Kyoto ve 2015’deki COP21-Paris Konferansları gibi olumlu; boş tarafından bakanlarca ise “dağ fare doğurdu” olarak değerlendirilmesi mümkündür.
Ancak, bütün bilimsel verilere karşın, uzunca bir süredir pek de ciddiye alınmayan ekolojik krizin, Trump’ın aksine Biden ve Xi’nin sanal buluşmalarında kavranılmış olmasının, insanlığın geleceği açısından son derece önemli olduğunu kaydetmek yerinde olur.
Bu saptamaya karşın yine de, “iklim değişikliğinin yaşanıp yaşanmayacağından çok, bu değişimden kimin ne denli etkileneceği”, daha gerçekçi bir ifadeyle “bu değişimden kimin sağ çıkacağı” sorusunu soranlara da hak vermenin zamanı artık gelmiş gibi görünüyor.
Konu üzerinde çalışan uzmanların ortaya koyduğu en kötü durum senaryolarında bile, yerkürenin tamamının yaşanmaz bir hale dönüşeceği iddia edilmemektedir. Şimdi artık en büyük kaygı, yaşam alanları bozuldukça mekan ve kaynaklar üzerinde ortaya çıkacak mücadele sürecinin hangi boyutlara evrileceğidir.
Çünkü kapitalizmin, önce silahlı emperyalist aşaması ve hemen ardından neo-liberal küreselleşme sürecinin ürünü finans emperyalizmi ile bütün savunmasız ülkeleri iliklerine değin sömürmekten halen vazgeçmemiş olması derin kaygıların baş nedenidir.
Nitekim, 2.Paylaşım Savaşı sonrasındaki soğuk savaş sürecinde, batılı emperyalist ülkelerin elinde biriken kaynaklar büyük ölçüde iktidarlara yakın girişimcilere aktarılmıştır.
Soğuk Savaş 1.0’ın sona erdiği 1990’dan bu yana, ABD’de ulusal ve ulus ötesi kaynaklara el koyma mücadelesinde yüksek teknoloji şirketleri öne çıkarken, Rusya’da doğal kaynaklar, otokrat liderin etrafındaki oligarklara, Çin’de de devleti yöneten partili girişimcilere aktarılmaya devam edilmektedir.
Askeri teknoloji dışında kayda değer bir teknolojik gelişme gösteremeyen Rusya’nın otokrat lideri Putin, ülkesinin başta petrol ve doğal gaz olmak üzere endüstriyel hammadde zenginliğini, ekolojik krize aldırmadan siyasi ve ekonomik güç aracı olarak kullanmaktan çekinmemektedir.
Diğer taraftan, toplam 3 milyara yaklaşan nüfuslarıyla dünya toplam nüfusunun yaklaşık 1/3’ünü oluşturan Çin ve Hindistan’ın en azından 2070’e kadar kömüre bağımlılığının süreceği dikkate alındığında, COP Konferanslarında dile getirilen 1.5 derece C’lık ısınma sınırının pek gerçekçi olmadığı açıkça anlaşılmaktadır.
Bu koşullar altında, fosil yakıtlara bağımlılığın azaltılması için devreye sokulmuş ve sokulacak olan yeşil teknolojilerin etkisinin son derece marjinal ve birçok durumda da bu yeniliklerin, sadece zenginlerin erişebileceği yüksek teknoloji ürünleri olacağını düşünmek gerçekten kaygı vericidir.
Diğer yandan, COP Konferanslarında çokça dile getirilen “karbon ayak izinin” vergilendirilmesi veya göreli az emisyon salan ülkelerle takası gibi piyasa ekonomisi yöntemleri, uygulanmasının güçlüğü yanında küresel çözüm olmaktan uzaktır.
Umut Yeşiller Partilerinde mi?
Dört yüzyıl önce yıl önce, Aydınlanma Çağı ile insanlığın önünü açan Avrupa ülkelerindeki bilimsel araştırmacılar öyle anlaşılıyor ki, Yeşil Enerji konusundaki çalışmaları ile de benzer bir sürecin habercisi olabilirler. Bu dönemde sürecin siyasi ayağının ise Avrupa’daki Yeşiller Partileri olması, az da olsa umutları yeşertmektedir.
Yeşillerin çevre sorunlarından hareketle, son yarım yüzyıldır, bıkmadan usanmadan, vahşi kapitalizme karşı halklarına anlattıkları çözüm politikalarına, halklar nezdinde nihayet karşılık bulmaya başlamaları sevindiricidir. Nitekim bu yıl içinde yapılan seçimlerde Yeşillerin, başta Almanya olmak üzere diğer Avrupa ülkelerinde önemli başarılar elde edip iktidar ortağı olmaya başladıkları görülüyor.
Öyle anlaşılıyor ki; ekolojik kriz açısından kısa sürede büyümesi umulan farkındalık ile gelişmiş Avrupa ülkelerinden başlamak üzere Yeşillerin hükümetlerde yer alması yaygınlaşma eğilimine girecektir. Böylece yenilenebilir enerji kaynaklarına devlet destekleri artmakla kalmayacak, bu krizi bahane ederek, özellikle mini nükleer santrallarına, “yeni nesil”, hatta “yeşil” gibi süslü markalar altında ABD’de olduğu gibi Avrupa ve bizim gibi ülkelerde pazar arayan nükleer enerji lobilerine geçit verilmeyecektir.
Nitekim seçim sonrası kurulma çalışmaları devam eden hükümet kurma çalışmalarında Alman Yeşiller Partisinin ilk koşulu, nükleer santralların uygulanmakta olan kapatılma kararından vazgeçilmemesi olmuştur. Ayrıca nükleer santral inşa teknolojisinde söz sahibi Japonya’nın da, Fukushima felaketinin ardından nükleer santralları giderek kapatma kararı aldığı unutulmamalıdır.
Ancak yukarıda işaret edildiği gibi, ekolojik krizi fırsat bilen bazı nükleer lobiler, uzunca bir süredir üzerinde çalıştıkları “mini nükleer santral” projelerini geliştirmek için ABD ve Kanada hükümetlerinden destek almaya başladılar. Şimdilerde bunların başında, kısa sürede büyük para sahibi olmanın verdiği şımarıklıkla, küresel her konuda söz söyleme hakkını kendinde bulan Mikrosoft’un kurucusu Bill Gates gelmektedir.
Bill Gates son zamanlarda bazı “tuhaf” projelerin de içinde olan, yeni nesilden “ilginç” bir iş adamı! En dikkat çekici girişimini, yıllar önce kehanette bulunduğu virüsler çağı kavramı üzerine inşa etmeye başladığı görülüyor. Nitekim, “çevresel girişimlere daha fazla odaklanarak kapitalizmi geliştirme” amacıyla yola çıktıklarını söyledikleri bir proje, geçenlerde başta sosyal medya olmak üzere büyük çapta ilgi çekti. Meğer, 2019’da, WEF (Dünya Ekonomik Forumu-Davos) başkanı Klaus Schwab ile 2019’da Büyük Sıfırlama (The Geeat Reset) adı altında, bir proje geliştirmişler. (Bkz:Neo-Liberal Kapitalizmin Yeni Arayışı:COVİD19/The Great Reset, yurtseverlik.com, 20/11/2020)
Projenin kampanyası da Büyük Britanya Galler Prensi Charles’ın sosyal medyaya yayılan konuşması ile başlatıldı. Diğer taraftan Kanada başbakanı Justin Trudeau da geçen eylül ayında BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada “pandeminin küresel sıfırlama (reset) için büyük bir fırsat oluşturduğuna işaret etti.
Eko-kapitalistler olarak adlandırılan bu kişilerin bu ilginç projesinin ayrıntılarına bakıldığında, küresel çerçevede insanlığın geleceğinin ipotek altına alınacağı kaygıları hızla yükseldi. Bu kaygı sahiplerine göre, eko-kapitalistlerin asıl derdi, yüzyılın sonuna doğru ekolojik krizin daha da derinleşmesi ihtimali karşısında, öncelikle kapitalizmi koruyucu yeni yapılar inşa etmektir.
Nasıl kaygı duyulmasın?
Çünkü kapitalizm denen yapı, artı değere el konularak para ile gücün küçük seçkin bir kesim ve onların küresel işbirlikçilerinin elinde toplandığı bir sistem. Bunların yönetimindeki yeni bir yapılanmada, ekonomiden kimlerin faydalanacağı ve ekolojik hasarın kimler tarafından ödeneceği belli değil mi?
Yeni isimlendirmeyle bu eko-kapitalistlerden, toplumların ekolojik anlamda sürdürülebilir bir çizgide ve adil bir çerçevede yeniden inşası beklenebilir mi? Sonuçta bunlar, emperyalizm ile işledikleri insanlık suçlarıyla, tam da Herbert Marcuse’un sözleriyle “kurban ettiklerini umursamayanlar.”
O yüzden ister iklim krizi, ister ekolojik kriz diyelim, 21.yüzyılın ikinci yarısından itibaren insanlık tam bir varoluş sorunu ile karşı karşıya gelecek gibi görünüyor.
Şimdi artık önümüzde iki soru var:
Çözüm eko-kapitalist adıyla bilinen bir avuç uyanık ve onların işbirlikçilerine mi havale edilecek?
Yoksa insanlık, varoluşu uğruna gerekli mücadeleyi göze alarak küresel kolektif bir dayanışma yolunu mu seçecek?
Kaynak: www.yurtseverlik.com