Ortak Akıl Politika Geliştirme

25 KASIM; BİR ÖZGÜRLÜK MÜCADELESİ… – Av. İdil Yalçıner Şimşek

 

Ünlü Amerikalı yazar Jack London “Dişisine kötü muamele yapan tek hayvan insanoğludur.” diyerek içinde bulunduğumuz hazin durumu bir tokat gibi insanlığın yüzüne vurmuştur.

            Maria Mirabel… Minerva Mirabel… Patria Mirabel… “Mirabel Kardeşler”… Kadın özgürlük mücadelesinin mihenk taşları, kadın hakları savunucuları, KELEBEKLER…

             Trujillo, 1960 yıllarda Dominik Cumhuriyeti’ni yöneten faşist diktatör. Mirabel Kardeşler ise, ona karşı verdikleri mücadele ile kadın özgürlük mücadelesinin öncü kadınları.

“Belki de bize en yakın şey ölüm; fakat bu beni korkutmuyor, haklı olan her şey için savaşmaya devam edeceğiz” (Maria Mirabel)

Eşit insan hakları ve demokrasi için mücadele eden Mirabel Kardeşler ve eşleri, Trujillo tarafından defalarca “terörist” ilan edildi, tutuklandı, mal varlıklarına dahi el kondu.

“Çocuklarımızın, bu yoz ve zalim sistemde yetişmesine izin vermeyeceğiz. Bu sisteme karşı savaşmak zorundayız.Ben kendi adıma her şeyii vermeye hazırım; gerekirse hayatımı da.” (Patria Mercedes Mirabel)

Mirabel Kardeşlere karşı korkusu büyüyen Trujilo bir konuşmasında; “ülkenin en büyük iki sorunu Kilise ve Mirabel kardeşlerdir” diyerek onları açıkça hedef  gösterdi.Bu hedef gösteren konuşmanın hemen sonrasında Trujillo yanlıları (kimi kaynaklara göre hükümetin gizli polisleri) hapishanedeki eşlerini ziyaretten dönen Mirabel Kardeşler’in aracını durdurdu. Üç kadına önce cinsel saldırıda bulundular, sonra kadınları sopa ile döverek öldürdüler ve uçurumun kenarından aşağıya attılar.

Erkek – devlet şiddeti sonucunda, işkence ile öldürülen Mirabel kardeşler cinayeti basına “araba kazası” olarak servis edildi.

Tarih, 25 Kasım 1960 idi. Öldürüldüklerinde Patria 36, ​​Minerva 34, Maria Teresa ise 24 yaşındaydı.

Öldürülmelerine rağmen, onların başlattığı özgürlük mücadelesinin toplumsal bir ayaklanmaya dönüşmesiyle, faşist diktatör Trujillo ise 30 Mayıs 1961 de öldürülerek tarihin çöplüğündeki yerini aldı.

Mirabel Kardeşler’in öldürülmesinden yıllar sonra, 1981 yılında, Kolombiya’da toplanan Latin Amerika Kadın Kurultayı 25 Kasım’ı “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele ve Uluslararası Dayanışma Günü” olarak ilan etti. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu da 1999 yılında 25 Kasım’ı “Kadına Yönelik Şiddetin Ortadan Kaldırılması İçin Uluslararası Mücadele Günü” ilan etti.

O günden beri de birçok ülkede kadınlar, sokaklara çıkıyor, erkek-devlet şiddetine karşı seslerini duyuruyor, mücadeleye çağırıyor.

25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele ve Dayanışma Günü, Türkiye’deki kadınlar için de önemli bir eylemsellik günü. Türkiye’nin birçok kentinde sokağa çıkan kadınlar, cinsel şiddete ve erkek  şiddetine karşı farkındalık yaratıyor.

Türkiye’de aile içi şiddet ve kadına yönelik şiddetle mücadeleye ilişkin hareketlerin 1980’ li yıllarla birlikte dünyadaki tüm demokratik ülkeler ile parelellik gösterdiğini söylemek olanaklıdır. Türkiye’de 1980’li yıllarda başlayan kadın hareketleri, Birleşmiş Mİlletler Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması Sözleşmesi’ nin (CEDAW) 1986 yılında yürürlüğe girmesi ve 1990 yılında Başbakanlığa bağlı olarak “Kadının Statüsü ve Sorunları Başkanlığı’ nın kurulmasıyla hız kazanmıştır.Bunu, 1993 tarihli Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesi Bildirgesinin ardından 1998 yılında yürürlüğe giren 4320 Sayılı “Ailenin Korunmasına Dair Kanun”a hukuki dayanak teşkil etmesi takip etmiş ve bu kanunla kadına yönelik şiddetle mücadele, bir devlet politikası haline gelmiştir. Bu gelişmeyi, 2002 yılında Türk Medeni Kanunun’ da yapılan değişiklikler, 2003 yılında Aile Mahkemelerinin kurulması ve 2005 yılında Türk Ceza Kanunun’da yapılan değişikler izlemiştir. Bu yolla kadın erkek arasındaki eşitsiz güç ilişkisi yasal düzlemde giderilmeye çalışılmıştır.

2007 ylında 4320 sayılı Aile’ nin Korunması Kanunu yeniden düzenlenmiştir. 2010 yılında Anayasa’ nın 10. Maddesi “Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir.Devlet bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz” şeklinde değiştirilmiştir.2011 yılında “Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi – İstanbul Sözleşmesi’ ni ilk imzalayan devletlerden olduk ve 2012 yılında 6284 sayılı “ Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun” yürürlüğe girdi.

2018 yılında en temel insan hakkı olan yaşam hakkı elinden alınan(öldürülen) kadın sayısı 440 iken, 2019 yılının ilk 10 ayında bu sayı 383 oldu.

Dünyada her üç kadından biri, eşi veya birlikte olduğu erkek tarafından fiziksel veya cinsel şiddete maruz kalmaktadır.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ nin Kadını Koru(ya)madığı için tazminata mahkum ettiği tek ülke Türkiye’ dir.

Türkiye’de kadınlar,  cinsiyetleri nedeniyle açıkça ayrımcılığa uğramaktadır; eğitim olanaklarından yoksun bırakılmakta, erken yaşta evlendirilmekte, aile içi cinsel saldırıya ve fiziki şiddete maruz kalmaktadır. Çalışan kadınlar ucuz emek gücü olarak görülmekte, adeta köle gibi çalıştırılırken, yüksek maaşlı işlerde çalışmaları engellenmekte, hem kamuda hemde özel sektörde yönetici pozisyonunu elde eyme hakları gasp edilmektedir.

Eğer bir ülkede, nüfusunun yarısına aktif ayrımcılık yapılıyor, hakları gasp ediliyor, onların sosyal yaşama katılmaları engelleniyor, onların üretici güçleri ve yaratıcılığı baskı altında tutuluyorsa o ülkenin gelişmesi beklenmemelidir. Böyle bir ülkede hukuk bilinci gelişmeyeceği gibi, temel haklara saygı da gösterilmez. Kadın haklarının gelişmesi sadece “kadınların” değil, bu ülkede yaşayan herkesin hayatını geliştirecek, hepimize daha yüksek standartlarda bir yaşam olanağı sağlayacak bir demokratikleşme hareketidir. Daha zengin, daha özgür, daha adil bir Türkiye hayalini gerçekleştirmenin yolu, önce ve mutlaka kadınların İNSAN  haklarını teslim etmekten geçmektedir.

AYŞE, ÖZGECAN, EMİNE, HELİN, ŞULE, GÜLEDA, CEREN ve daha yüzlerce kadın, günlük hayat telaşımız içinde isimlerini duyduğumuz resimlerini gazetede ya da televizyonda görüp şöyle bir yüzlerine bakıp geçtiğimiz belki de kim olduklarını hiç  düşünmediğimiz kadınlar ….

Hepsi birer can’ dı. Hepsinin hayatları değerliydi. Ve en kutsal hakları olan yaşama hakları ellerinden alındı. Kimisi anne kimisi çocuktu. Onlarla beraber bir sürü hayat da karardı.

Emine Bulut’ un annesinin sözleri kulaklarımdan gitmiyor “ Sakat da kalsa yeter ki yaşasaydı, ömrünün sonuna kadar bakardım ben ona”. Çoğu annesinin babasının canıydı. Kim bilir ne zorluklarla büyümüşlerdi. Katilleri kendilerini savundular; tahrik etti, erkekliğime laf etti, kırmızı ruj sürdü, mini etek giydi, gece yarısı sokağa çıktı, dediler. Her birinin özel hayatları en ince ayrıntısına kadar mahkeme salonlarında  konu edildi. İç çamaşırlarına kadar gazete manşetlerine taşındı, sanık vekilleri tarafından bakire olmamakla suçlandılar. Babasına,  sen de kızına sahip çıksaydın denildi.

Ve pek çoğu devlet korumasındaydı ve  biz onları koruyamadık.

FATMA, ZEYNEP, SERPİL, DENİZ, MERYEM, ESRA, ÖZLEM, SONGÜL  ve daha yüzlercesi… Koruyamadık mı, korumak mı istemiyoruz?

“Bunca acıyla dolu ülkemiz için yapılacak her şeyi yapmak bir mutluluk kaynağı; kollarını kavuşturup oturmak ise çok üzücü.” (Minerva Argentina Mirabel)

Programlı uygulanan bir politikayla, iş yaşamından silinmeye, sosyal yaşamında dışına itilmeye çalışılan bizler; Maria, Minerva, Patria’yız,  Özgecan’ız, Güleda’yız… Korkmuyoruz, yılmıyoruz. Bu bir özgürlük mücadelesidir,  kollarımızı kavuşturup oturmayacağız, biz kazanacağız…

 

 

 

 

 

Ortak Akıl Politika Geliştirme

Sosyal Medya

Bizi takip edin, birlikte daha güçlüyüz...