Ortak Akıl Politika Geliştirme

21. Yüzyılın En Ciddi Küresel Sorunu ‘’Etik-Yaratıcılık-Uygarlık’’Üzerine – Sönmez Çetinkaya

 GİRİŞ

 

Uzun yıllardır, zaman zaman bir araya geldiğimiz dar gruplarda, düne, günümüze, geleceğe dair konularda çalışmalar yapmaktayız. Bu çalışmalarda, içimizden birinin, zaman ve emek harcayarak araştırdığı bir konuda yaptığı sunumu dinler, üzerinde görüş alış verişinde bulunuruz.

Ben de, kısa bir süre önce başlayan sedef romatizması ataklarının  parmaklarımı zorlaması nedeniyle yazılarıma normalden fazla ara verince, sitemizin GYY değerli Ferhan Şaylıman’a daha fazla mahcup olmamak için, arşivimde yayımlanmamış yazılarımdan, meraklısı için ilginç olabilecek bir çalışmamı sunmak istedim.

Tarihi perspektif üzerinden günümüze bir bakış olarak değerlendirilebilecek bu uzunca yazıyı sabırla okumak için vakit ayırabilen okuyucularıma şimdiden teşekkür ederim.

Bu çalışmayı, ilk paragrafta söz ettiğim grup çalışmalarımızdan birinde, (mühendis-akademisyen-iş insanı) Mehmet Nadir Erhan (MNE) adındaki kadim dostumun değerli bir sunumundan esinlenerek bir süre önce kaleme almıştım.

MNE, bu sunumunda, bir politik tartışma olarak laikliğin”, sosyo-politik ve etik bir tartışma olarak da, laikliğin olabilirliği”nin indirgemeci bir yaklaşımla ele alındıklarında kaçınılmaz olarak, “din devlet işlerinin ayrılığı” açmazına düşmesinden ötürü, konunun “etik sistematiği” boyutunun gözden kaçırılmasının önemli bir eksiklik olmayı sürdürdüğüne dikkat çekmişti.

O yüzden, soyut toplumsal sorunların çözümlenmesi için, entelektüel düzeyin yanında, inanç/din çerçevesinde kutsallık arayışındaki insanların gereksinimlerine yanıt verebilecek bir “etik sistematiği”nin laiklik çerçevesinde oluşturulup oluşturulamayacağını tartıştı.

Bu amaçla “laiklik” ve “sekülarizm ” çözümlemeleri üzerinden giderek, günümüzde dinlerin, Aydınlanmanın temellerini sarsacak şiddetteki yükselişinin kavranabilmesi için “etik temel” üzerinden bir laiklik okumasının çerçevesini çizdi.

Sonuçta toplum katmanlarındaki farklı görüşleri mümkün olduğunca uzlaştırarak bir arada yaşamayı mümkün kılabilecek “Laiklik için Seküler Etik Çerçevesi” adını verdiği bir sistematiği ortaya koydu.

M.Nadir Hoca’nın çalışmasının yazılı metninin son paragrafında, günümüzde başta ABD olmak üzere bazı batılı ülkeler toplumları yanında, bizim toplumumuzu da çok yakından ilgilendiren, kanımca çok önemli bir yöntem önermesi yer alıyordu.

Bilindiği gibi “laiklik”, Atatürk Devrimleri’nin altı temel unsurundan biri olarak vurgulanmasına karşın, aradan geçen yüzyıla yakın bir süre boyunca, geniş kesimlerce hala kavranıp içselleştirilememiş olmasından ötürü, toplumumuzun iç barışının, dolayısıyla “sosyal sermaye”sinin korunabilmesi ve siyasi ahlakın rasyonalizasyonu açısından ağır sorunlara artan bir tarzda neden olmayı sürdürüyor.

 

O yüzden M.Nadir Hoca, inanç sahiplerini “anti-laik” olarak adlandırıp, bunun karşıtı olarak “laikliği” farklı bir “inanç” biçimine oturtmak yerine, “seküler bir etik sistematiği” oluşturup, bu bilince sahip çıkılarak laikliğin korunabileceğine işaret etti. Ayrıca “bunu başarabilmek için, her şeyden önce, kendi içimizdeki “dogma” ile yüzleşmek ve hesaplaşmak ile başlamak en isabetli yöntem olacaktır” diye, ekledi.

Burada kilit sözcük “dogma” olduğuna göre, hemen başlarda , sözcüğün tanımı ile başlamak uygun olur. Sözcüğün orijini olan Grekçe’de, “dogma”, basitçe; “doğru görünen fikir” anlamında kullanılmış.

Fransız felsefeci Luc Ferry’ye göre, insana “öte dünyada yaşam vaat eden” Hristiyanlığın doğuşu ile birlikte, dogma “dini inanç ilkesi” anlamı kazanmış. Daha da ötede Hristiyan doktrininin esasları anlamına gelmeye başlamış.

Sözcüğün sıfat hali olan “dogmatik” de, inancını kibirli bir tarzda ifade eden insan için kullanılmış. Felsefede ise, dinden bağımsız, kendiliğinden doğru veya a-priori ilkeler üzerinde spekülatif akıl yürütme anlamında kullanıldığı da biliniyor.

Dogma, Hristiyanlığın değişmez ilkeleri olarak ortaya çıkmışsa da, ardından gelen İslam’ı da etkilemiş ve onun da “ölüm sonrası çok daha cazip yaşam” vaadinde bulunmasına neden olmuş. İnsanları heyecanlandıran bu görüşler, her iki dinin misyonerleri elinde dinlerini yaymak için kullanılmış.

Ancak Aydınlanma ve sonrasındaki Fransız devriminden bu yana modern dünyada laisizm ve sekülerizm ön almaya başlayınca, dogma spiritüel bir unsur olmaktan çıkarılıp, dinci siyasetin temel unsurlarından biri haline getirilmiş.

Bu duruma günümüzde, farklı boyutlarda da olsa, genellikle modernleşme dışı kalmış İslam ülkelerinde sıkça rastlıyoruz. Ancak ABD gibi, gelişmiş olduğu düşünülen bir ülkede bile siyasetçilerin benzer davranışları sergilemesi son derece düşündürücü.

Öyle sanıyorum ki, bu duruma bir ölçüde  Aydınlanma sonrası ulaşılan uygarlık düzeyinin boyutlarındaki farklılık neden olmuş ve olmayı sürdürüyor.

Peki uygarlık ne demek? Birçok tanım yanında, günümüzde; “sosyal, kültürel, teknolojik açıdan olduğu gibi, zihin gücü açısından da gelişmiş insan topluluklarının ulaştığı düzey” olarak tanımlanabilir.

Bendeniz de bu çalışmamda, M.Nadir Hoca’nın önerdiği “etik sistematiğinin kurulmasında bireyin dogmalarından kurtulması” önermesini irdelemeye katkıda bulunabilir düşüncesiyle, etiğin insanlık tarihi içindeki gelişimini ve önemini ele almak istiyorum.

 

ETİK

Kullandığım ana kaynak John David Garcia adlı bir yazarın kitaplarında yer alan Uygarlık ve Etik bölümü. “Society for Evolutionary Ethics-SEE” (Gelişimsel Etik Topluluğu) adlı bir sivil toplum örgütü kurmuş olan Garcia,  yüksek moral bilinci ve yaratıcılık ile insanın gelişmesine katkıda bulunacağını düşündüğü dört kitap yazmış.  Bu kitaplarında, gelişimin mantıksal ekstrapolasyonu ve özellikle de kendi devamlılığını sağlayan ve kendini yeniden üreten sistemler (autopoiesis)) konularını ele almış.

Şöyle başlıyor John David Garcia:

Genellikle uygarlığın ortaya çıkışı, insanın yerleşik düzene geçişi ile başlayan tarımsal faaliyet ile ilişkilendirilir. Halbuki bundan daha önemli neden Etik’tir. Çünkü insanlık tarihi boyunca, büyük insan gruplarının birlikte yaşayabilmeleri büyük ölçüde etik sayesinde mümkün olabilmiştir.

Yerleşik geniş insan gruplarının yaşamlarını sürdürebilmeleri açısından, tarımın önemi gözardı edilemese de, eğer başlangıçta insanları bir arada  tutan nesnel etik kodları olmasaydı, insanların tarımı keşfetmeleri için ortak girişimde bulunmaları da kolay olamayabilirdi.

Dolayısıyla uygarlığın, yaklaşık 10 bin yıl önceki tarımın keşfinden çok daha eski, yaklaşık 50 bin yıl önceki Cro-Magnon ve diğer Homo sapiens türlerinin inançları (din) içinde yer alan etik kodlar ile başladığını söylemek mümkündür.  Büyük gruplar oluşturan o insanlar, bu doğrultuda uygarlığın temelini atmışlardır. O nedenle ne denli ilkel olursa olsun, bir etik koduna sahip olmadan hiçbir uygarlığın yeşermesi  pek olası değildir.

O dönemlerin uygarları ortak etik kodlarıyla birbirlerine bağlanıp yeteneklerini birleştirerek tahmin ve kontrol yapabilenlerdi. Bir ölçüye göre uygar olanlarla,  olmayanlar arasındaki temel fark şudur: Uygar olmayanlar arasında, bütün grubun çıkarına olacak araç gereç üretimi için sistemli bir grup çalışmasına rastlanmaz. Orta ve uzun vadeli planlama ve gelecek nesiller için yaratıcılık kullanma, uygar insanı barbarlardan ayıran niteliklerdir. Gelecek vizyonu ise daima etik kodlar sayesinde oluşur. Etik kodlar da geleneksel olarak din ile ilişkili olduğu için, insanı bir diğerine bağlayan majör kuvvet din olmuştur. Din ve etik kodları, evrimsel (gelişimsel) etik ile uyumlu olmadıkları zamanlarda, uygarlık gerilemeye başlar ve entropik hale gelir. Psiko-sosyolojik bir olgu olarak din, hem bireysel, hem de kolektif zihinleri kapatır.

Zamanına göre ileri bir uygarlık, eğer nesnel etik geliştiremezse, dengesini yitirerek ya kendini yok eder, ya da, nesnel olarak daha gelişmiş etik sahibi olanlarca ortadan kaldırılır veya emilir. Bu nedenle “etik olmadan ilerleme”, yani hominid  aşamasını geçemez. Neredeyse bütün uygarlıklarda etik sistemler, bir din veya din benzeri kapalı çerçevelerde kurumlaşmıştır. Bunlar esnek olmayan ve zaman içinde giderek değiştirilemez hale gelen kapalılıktadır. Entropi onları ortadan kaldırana kadar durumlarını sürdürürler.

 

Neolitik Başlangıç

 Dinler radikal değişimlerle evrilir. Uygarlık ise teknolojik gelişmelere bağlı ve göreli olarak “etik-din” çerçevesinde aşamalı tarzda evrilmiştir.

Homo sapiens 50 bin yıl önce, göreli çok basit teknoloji yanında muhtemelen ilkel sanat ürünleri ve ritüellerden oluşan kompleks bir etik anlayışına sahipti. On iki bininci yıla kadar daha iyi aletler geliştirmek için aşama aşama gelişme gösterdikleri anlaşılıyor. Ürettikleri aletler geliştikçe onların üretimi için gereken iş gücünün de gelişmiş olduğu anlaşılıyor.

Birbirleriyle en uyumlu örgütlenmeleri kurup, planlamada bir hayli uzak görüşlü tarım topluluklarının ortaya çıkışında, öyle görünüyor ki, gelişimsel etik desteğin bir hayli etkisi olmuş. Sonuçta, avcılık ve balıkçılık, Avustralya, Amerika  ve Sahra Altı Afrika kıtalarındaki izole grupların işi olmayı sürdürürken; Avrasya’nın büyük bölümü ve Kuzey Afrika’da göçerler ve tarımcılar veya bunların karışımından oluşan topluluklar ortaya çıkmış.

Başkalarının sırtından geçinme (human parasitism) nedeniyle yüksek mobilizasyon avantajına sahip göçerler, tarım topluluklarının bilgi birikimine sahip olamadılar. İnsanlık son on bin yıl boyunca da, göreli düşük kültürlü, savaş sever göçerler ile, daha kompleks kültürlü, barışçı, yerleşik, fakat toplumun çoğunu sömüren dejenere liderliklerin yönetimindeki tarımcıların kavgalarına tanık oldu. Sonuç olarak uygarlığın, yerleşiklerin göçerlere karşı kendilerini test ettikleri inişli, çıkışlı mücadele ile evrildiğini (geliştiğini) söylemek mümkündür. Uzun erimli bakıldığında, tutarlı bilgiyi uyumla bütünleştirmiş yerleşiklerin genellikle kazandığı aşikardır.

 

UYGARLIĞA GEÇİŞ

 Sümerler

Barbarlıktan uygarlığa geçişin ne zaman gerçekleştiğini tam bilemesek de, Sümerlerin beş bin beş yüz yıl önce bu geçişi başardıklarını anlıyoruz. Ardından bir başka üç bin yılla karşılaştırılamayacak denli bir yaratıcılık patlamasının yaşandığını öğreniyoruz. Her alanda başardıkları büyük işlere bakılırsa, yüksek etik kodlu örgütlenmeye sahip olduklarını söylemek yanıltıcı olmaz.

Nitekim Sümerlerin yazdığı etik kodların iyilik ve gerçek; yasa ve düzen; adalet ve özgürlük; merhamet ve acımayı yücelttiği;  kötülük, yasasızlık, adaletsizlik, baskı, sapıklık, zulüm ve acımasızlıktan ise nefret ettikleri dikkate alındığında, dönemlerine göre çok ciddi etik kodlara sahip olduklarını düşünmek mümkündür. Dini inançlarıyla;  mesela köleliği sadece kadınlara uygulayıp, onları değersizleştirmek gibi bugünden bakıldığında etik dışı örnekler de sergiledikleri görülüyor.

Mezopotamya’da Sümerlerin kurduğu uygarlığın ardından, büyük ölçüde, bu uygarlık üzerinde yükselen çoğu semitik kökenli insanların kurduğu imparatorluklar geldi. Bunların sonuncusu ve önemlisi Asurlardan sonra kurulan 2. Babil İmparatorluğu’dur. Önemi şuradan gelir. Kurucu imparator Nebuchadnezzar İ.Ö.589’da, Filistin’deki İbrani ülkesini ele geçirip, mabedlerini yıktıktan sonra, çoğu din adamı olan büyük bir İbrani grubunu esir aldı ve Babil’e götürdü.  Esaretteki İbraniler kendi kavim tanrıları Yahweh ve ritüellerini, Babil mitleri ve etiği ile birleştirip, ilk tek tanrılı dini yarattılar. Hatırlanacak olursa semavi dinlerin kutsal kitaplarında yer alan Cennet Bahçesi ve Nuh Efsanesi gibi mitik öykülerin kökü Sümerlere dek uzanır.

Persler Babil’i işgal edip İbranileri serbest bıraktıklarında, düalistik temelli Zerdüştlük inancına sahiptiler. Bu inanç biçimi tek tanrılı İbrani inancından farklı olmakla birlikte, Babil döneminde birbirlerinden hayli etkilendikleri anlaşılıyor.

Babil Esaretinin, böylece, sadece ritüelistik davranış ve din yasalarına uymanın kendi başına herhangi bir fayda sağlamadığı konusunda İbranileri ikna etmiş olduğu anlaşılıyor. Çünkü Babil’de gözlemledikleri insan kurban edicilik, mabet fahişeliği vb bereket ritüellerinin Babil’in kötü talihini geri çeviremediğine ilk elden tanık oldular. Böylece İbraniler, kendilerini, tanrı tarafından sadece dünyevi yaşam için değil, bütün insanlık için etik doğruluk örnekleri vermek üzere seçilen spiritüel varlıklar olarak yeniden tanımladılar. On Emir ve diğer emirleri (imperatives)  ortaya koydular. İşte bu aşamadan itibaren Yahudiler, insan sosyal evriminin (gelişiminin) hızının artmasında katalitik etki yaratmaya başladılar.

Nitekim, Hristiyanlığın ve İslamın sentezinde etiğin (Spinoza), modern bilimin (Einstein) ve nihayet komünizmin (Marks) ortaya çıkmaları süreçlerinde bu katalitik etkiyi görmek mümkündür.

 

 

İ.Ö. 6.Yüzyıl

 Bu yüzyılda dünyanın birçok yerinde birbirinden elli yıl ara ile etik açısından devrim niteliğinde olaylar oldu. Zihinleri çerçeveleyen moralite kavramı, yeni bir boyut ortaya çıktı.

Çin’de fakir bir asil olan Konfiçyüs,  bilginin en iyi şey olduğunu ve ancak bilgili ve etik insanların diğer insanları yönetmesi gerektiği şeklinde bir çerçeve çizdi. Bilgilerin en önemlisinin de, “insanların diğer insanlar ve doğa ile ahenk içinde yaşayabileceği bilgisi” olduğunu ortaya koydu. Konfüçyüs’ün beş kitabında ortaya koyduğu bu etik anlayış, Çin uygarlığının son iki bin yılının temeli olmuştur.

Hindistan’da bir Hindu prensi olan Buda, bütün bilginin içten geldiğini; self disiplin ve meditasyonla insanın evrenle bir olacağını; kendisini kozmik kuvvetler içinde yoğuracağını; böylece sonsuz doğum ve ölüm döngüsünden kurtulacağı, şeklinde ifade edilebilecek bir etik anlayışı geliştirdi.

Pers ülkesinde bir Aryan peygamber olan Zerdüşt, dünyanın “yaşam, ışık, hakikat, düzen ve iyilik kavramlarının yer aldığı cephe ile; ölüm, karanlık, düzensizlik ve kötü kavramlarının yer aldığı cephenin sonsuz mücadelesi olduğunu” bildirdi. Aslında aradığı kişisel etikti.

Antik Grekler’in kurduğu uygarlık, o dönem için psiko-sosyal olarak yakalanan bir zirveydi. Bu kültüre benzersiz karakterini verenlerin başında bir tacir olup, ortadoğu ve Mısır’ı gezip görmüş Thales gelmektedir. Ona göre insanlık hiçbir kutsal vahye veya rehberliğe ihtiyaç duymaksızın, Doğa ve kendisi hakkında sorgulama ve akıl yoluyla bilgi sahibi olabilirdi.

Ardından gelen Sokrates akılcı sorgulamayı etik üzerinde yoğunlaştırdı. İnsanın etik doğasının, akılcı yoldan gelişmesine yol açacak insan davranışlarına yön veren moral değerlere sahip olabileceğini ortaya koydu. Ancak Grekler “hakikati” bireysel üstünlüğe ulaşmayı başarmak olarak algıladılar. Diğerleri için çok az sevgi ve merhamet hissi duyarlardı. O yüzden kendilerinden olmayanları barbar olarak kabul etmeleri yanında, birbirlerine bile saygı göstermedikleri için siyaset olarak uzun dönemli bir araya gelmeleri pek az mümkün olabildi.

 

Roma

 Roma’nın Grek kültürüne katkısı, sadece onu yönetmesi ve yayması ile sınırlıdır. Romalılar “halk” olmakta becerikliydiler. İlk Romalılar yüksek şeref ve ödev anlayışına sahiptiler. Ancak sonrakilerin, devletin güçlü olması dışında herhangi bir etik anlayışlarından söz edilemez. İ.S.4.yüzyılda, büyük ölçüde siyasi nedenlerle Hristiyanlığı kabul ettiler.

 

Hıristiyanlık

Yahudilik yanında Zerdüştlüğün de kısmen katkıda bulunduğu ve Grek felsefesinden de esinlendiği için gerçek bir füzyon olan Hristiyanlığın, Batı uygarlığının temelini oluşturduğunu düşünmek mümkündür.

Altın Kural  olarak adlandırılan; “Sana yapılmasını istemediğin şeyleri başkasına yapma” yaklaşımı Hristiyanlığın temel etik anlayışıdır.

 

İslam

 Hristiyanlığa  olumsuz görüşler yönelterek ortaya çıkan İslam, eski Grek ve Çin bilgisi yanında Hintlilerden öğrendiği matematiği de aktararak Batı uygarlığının gelişmesine önemli katkıda bulundu. Daha sonraları Endülüs’te Yahudiler ile birlikte geliştirdikleri yüksek düşünce atmosferi Batı dünyasında bilginin ilerlemesini sağlayarak Rönesansın yolunu açtı.

İslamın  inanç iddiası basitti. Sadece tanrı Allah vardı ve Muhammed onun peygamberiydi. Kuran daha çok Yahudilikten olmak üzere Hristiyanlık ve Zerdüştlükten türetilen yalın etik ve teolojik ilkeleri iyi bir şekilde bütünleştirip anlatmaktaydı. Bütün sadık dindarlar kayıtsız şartsız ona inanmalıydı. En ilginç yönü de, her iman sahibine ve de özellikle dini yayma yolunda yaşamını kaybeden iman sahiplerine, ölümden sonra sınırsız zevk içinde yaşayacakları sonsuz cennet vaat etmesiydi.

 

Rönesans

 Rönesans, “insan herşeyin ölçüsüdür” çerçevesinde hümanistik inancı esas alan bir kavramdır. Rönesans, ne yaptıklarının pek farkında olmasalar da Avrupalıların gelişimsel etiği kucaklayıp, onu ortak zihinlerinin önemli bir parçası haline getirmelerini sağladı.

Rönesans ile başlayan özgür ruh ve araştırmanın yaratıcılığı durdurulamadı. 16.yüzyılda Martin Luther çok mantıklı ve ikna edici bir şekilde Papa’nın otoritesine meydan okudu.

Etik açısından bakıldığında, Rönesans sonrası en önemli düşünür  olarak Spinoza’yı görüyoruz. Hatırlanacağı gibi, insanın kendisini tanıma ve kontrol etme yeteneği olarak tanımlanabilecek kişisel etik (moral) konusundaki ilk dersler, İ.Ö.6.yüzyıldaki etik peygamberleri sayılabilecek filozoflar tarafından ortaya konmuştu. Ancak onların öğütleri elbette rasyoneldi ama büyük ölçüde de mistikti. Aynen Konfüçyüs’ün öğütlerinde olduğu gibi. Spinoza ise bir ölçüde bilimsel sayılabilecek etiği keşfederek, mistisizm ve bilimin ilginç bir sentezini ortaya koydu.

Spinoza düşüncesinde Tanrı öyle bir şeydir ki; her birimiz onun birer modifikasyonlarıyız. Spinoza, teorilerine mantık ve geometri ile birleştirdiği mistik sezgisi ile ulaşmıştır.

Göethe, Einstein ve Russel gibi düşünür ve bilimcilerin yaratıcılıklarının gelişmesinde Spinoza’yı yeterli düzeyde anlamış olmalarının payı büyüktür. Bazı ünlü düşünürler de, onu yanlış anlayıp öğretilerini saptırmışlardır.

Spinoza öncelikle, cumhuriyetçi özgür bir toplumun maksimum yaratıcılığa nasıl ulaşabileceğini göstermiştir. Ancak, Sokrates gibi demokratik süreçlere pek güvenmez. Çünkü önünde sonunda popülizme kaymaktan kurtulamayan demokrasilerde, demagoglar kitlelerin korku ve önyargılarını kullanarak onları kolaylıkla manipüle edebilirler. Başta ABD’nin kurucusu Thomas Jefferson olmak üzere bu konuda örnek çoktur.

Halbuki Spinoza’nın öğretileri, bazı eksik ve yanlışlıklarına karşın, niyeti ve yaklaşımı itibariyle yüksek etik değerlerle yüklüdür. Gelişimsel etiği iyi anlamak için bir taban oluşturmak isteyenlerin yaratıcılığını güçlendiren unsurlara sahiptir. Ancak bütüncüllüğü yerine, bir kısmı izole edilirse, ABD,SSCB ve başka birçok ülkede rastlandığı gibi yanlış anlaşılarak gelişimsel etiğin saptırılmasına yol açılabilir.

 

 

 SONUÇTAN ÖNCE

 Batı uygarlığı öncesindeki bütün uygarlıklar yaratıcı bir patlama ile başlamış, sonrasında dini, siyasi, ekonomik ve toplumsal açılardan gereksiz yoğunlukta bürokratik hale gelmişlerdir.

Bu toplumlar, nesnel gerçeklik, din ve bürokrasi adına edindiklerini yüzyıllar boyunca çevrelerindeki barbar veya yarı barbar topluluklara aktarmışlardır. Çoğu zaman aktarılan bilgileri daha iyi kullanmaya başlayan eski barbarlar, eski uygarlıkları ya hükümranlıkları altına almış,  ya da onların içinde eriyip yönetimi ellerine geçirdikten sonra daha güçlü hale gelip kendi uygarlıklarını kurmuşlardır.

Amerika ve Rusya, Avrupa uygarlıklarının yarı barbar formları olarak düşünülebilir. Öyle ki, bunlar Avrupa Aydınlanmasından  aldıkları bilim, teknoloji ve Spinoza’dan (yanlış bir şekilde) türettikleri psiko-sosyal model ile Avrupa uygarlığının bir mutantını oluşturmuşlardır. Bu şekilde kurdukları modeller daha sonra Avrupa’ya geri dönmüş ve onu farklı düzeylerde hibritleştirmiştir.

Amerika demokratik etiği alıp, onu psiko-sosyal devriminin temeli yapmıştır. Rusya ise daha çok Batı Avrupa kökenli materyalistik etiği alıp, İslamın ortaya çıkışını takiben yaptığına benzer, ideolojisini güç kullanarak Doğu Avrupa ülkelerine yaymıştır.

Spinoza, Locke ve Hume’dan esinlenen demokratik etik, Fransız rasyonalistler Voltaire ve Diderot yanında, tipik bir irrasyonalist olan  Rousseau’yu da etkilemiştir. Bu etiğe göre, özgürlüğün maksimize edilmesinde, özgürlük zorunlu ama yeterli değildir. Bir sonuca varmak için özgürlük araç olarak kullanıldığında, bizatihi kendisi sonuç olur ve disiplinsiz, suni bir eşitlikçi toplum ortaya çıkar.

Böyle bir toplumda ise yaratıcılık farkları gözardı edilir ve vasatlık başat olur, hatta yaratıcılarla alay edilir. Entelektüel karşıtlığı, sonunda fiziksel, biyolojik ve psiko-sosyal bilimler açısından toplumu entegre  edecek düzeyde uzman yetişmesini engeller. Böylece bilgisiz çoğunluğun, daha yaratıcı olma potansiyeli taşıyan azınlık üzerinde hakim olduğu bir durum ortaya çıkar.

Bu fenomenin en net oluşumunu,  demokratik etiğe diğer ülkelerden daha çok önem verdiği söylenen ABD’nin kültürel yapısında görmek mümkündür. Bu konuda ilk net ve açık belirleme ABD’nin siyasi yapısında gözlenen olgu ile ortaya konabilir.

Çünkü başta siyasi liderler olmak üzere (seçimi kaybetmesine karşın seçmenlerin yarısına yakın 74 milyon dolayında oy alan Trump örneğindeki gibi) siyasetçilerin çoğunun cehaletleri ile seçmenleri aldatmaktan başka hiçbir yetenekleri olmaması çok tipik bir göstergedir. Onların en büyük becerileri, seçmenlerin ön yargı ve korkularını manipüle eden yalanlara başvurmaktan kaçınmayan siyaset teknisyeni olmakta gösterdikleri “başarı”dır.

Ayrıca, yine ABD’de benzer yozlaşmalara, yaptıkları işin bürokrasinin elinde hangi etik sonuçlar üreteceği ile ilgilenmeyen yüksek düzeyde iş yapan bazı mühendislerde; başka hiçbir şeyle ilgilenmeyip sadece dar ve küçük bir alanda öğrendiklerini yaratıcılıktan yoksun kalıplar halinde öğrencilerine aktaran akademi mensuplarında da rastlanır.

ABD’de bir diğer spektaküler meslek mensupları da parazit avukatlardır!

Bunların tasarlayıp oluşturdukları hukuk sistemi, gerçeklik ve adaletten uzak, cahil jüri üyelerinin korku ve önyargılarını manipüle eden tekniklerle yürüyen bir yapı halindedir.

ABD’nin ideolojik zafiyeti, seçmenlerin çoğunluğu tarafından alınan kararların her zaman doğru ve etik olduğuna dair düşünceden kaynaklanmıştır. Bu anlayışa göre “özgürlük” temel hedeftir. Ancak tarih göstermiştir ki; kompleks değerlendirme ve karar almada, çoğunluklar çoğu zaman yanlış kararlar alabilmiştir. Çoğunluk tiranlığı, en az azınlık tiranlığı kadar yıkıcı ve etik dışıdır.

ABD’de seçmenlerin büyük çoğunluğu kalıplaşmış eğitim sistemi yüzünden cahil, analitik düşünceye karşı önyargılı ve yaratıcı olmaktan uzak bireylerden oluşmaktadır.

Aslında benzer duruma, ideolojilerden bağımsız olarak birçok ülkede rastlanmaktadır. Bu durumun doğal sonucu olarak birçok ülkede olduğu gibi ABD’de de, seçmenler, biraz daha zeki, fakat etik dışı siyasetçi ve bürokratlar tarafından kolayca manipüle edilebilmektedirler. Bu durumda da, “siyasi tercih özgürlüğü” söylemi illüzyondan öteye geçememektedir. Ayrıca çoğunluğun akıl dışı korku ve önyargılarını yalanlar ile kontrol eden bu sistemde, bu işler için milyarlarca dolar harcanmaktadır. Bu manipülasyonun baş aracı da, seçmenlerin çoğunun haftada ortalama elli saatlerini karşısında geçirdikleri televizyonlardır.

Amerikan yetişkinlerinin büyük çoğunluğu, bırakın değerli kitapları,  gazeteler dahil pek bir şey okumaz. Böylece televizyon ve verimsiz eğitim sistemi yüzünden Amerikalılar entelektüel olarak pasif insanlardır. Yani, yaratıcılık bir yana, analitik olarak düşünme yetilerini bile büyük ölçüde kaybettikleri söylenebilir. Öyle olunca da, seçmenlerin çoğu, kendi duymak istediklerini söyleyerek, onları yalanlarıyla uyutan siyasetçilere oy vermektedirler. Öte yandan doğruları söyleyen etik ve yaratıcı insanlar aday bile olamadan sahneden çekilmek zorunda kamakta bir daha denemeye bile yeltenmemektedirler. Belki de bu yüzden, Bertrand Russel “demokratik seçmenler sonuçta sadece aptal ve hipokritik insanları seçerler” demiş olmalıdır.

Russel’ın bu görüşünün, istisnalar dışında, genel geçerliliğe sahip olduğunu düşünmek için,  20.yüzyıl boyunca yaşanan bazı  örnekler yanında özellikle son yirmi yılın batı demokrasilerindeki tabloya bir göz atmak  yeterli olabilir, diye düşünmekteyim.

Bu çerçevede bakıldığında, batı demokrasilerinde seçilen hükümetlerin çoğuna güvenmenin güç olduğu açıktır. Çünkü çok az istisnası ile   hükümetler genellikle, Russel’ın da işaret ettiği gibi, yaratıcılığa değil güce değer veren kişilerin eline geçmektedir.

 

SONUÇ

İnsana gelişimsel etik açısından değer veren ve bunu sürdürmek isteyenlerin dünyayı değiştirebilmesi için önce kendilerini değiştirmeleri  gerekir.

Ne yazık ki, 1970’lerde ABD’nin kendi sosyo-ekonomik sıkışmasını aşmak için bütün dünyaya dayattığı neo-liberal düzenin ardından geçen yarım yüzyıl sonra, bütün dünyanın içine düştüğü, nükleer tehdit yüklü savaşlar ve küresel iklim tehdidi ile karşı karşıya kalındı.

Bu süreçte, başta ABD olmak üzere çoğu ülkede, ülkelerinin ve toplumlarının başına geçen siyasetçilerin kimlikleri ve uygulamalarına bakıldığında, umutlu olmak güç görünmektedir.

Ancak, önceki tarihi süreçlerin hepsinde olduğu gibi, insanlığın, dönüştürücü yaratıcılık sürecini başlatma sorumluluğu ile, gelecek nesillere sürdürülebilir bir yaşam sürecekleri dünya bırakmak için  küresel etiğe sahip olmalarının tam zamanıdır. Hem de gecikmeden!

 

Kaynak : www.yurtseverlik.com

Ortak Akıl Politika Geliştirme

Sosyal Medya

Bizi takip edin, birlikte daha güçlüyüz...