Artık erken olmasının da bir anlamı kalmadığı seçim yaklaştıkça partilerin uçuk kaçık önerileri havalarda uçuşuyor. Olguyu algıya dönüştürme çabaları, özellikle AKP ve MHP’den oluşan Cumhur İttifakı’nın dün kesin olarak reddettiği önerilere bugün sahip çıkması siyaset dünyasında ilginç görüntüler yansıtıyor. Bazen Sülün Osman’ı bazen de Zati Sungur’u anımsatan vaatler seçmenden oy almak için her çareye başvurma yönteminin somut göstergesi oluyor.
Gün reklâm şirketlerinin günü ya! Demirel’in “Dün dündür, bugün bugündür” tekerlemesi sanırım söylendiği dönemde bile bugünkü kadar geçerli olmamıştır. Olguyu algıya çevirmenin en parlak örneği artık dillere pelesenk olan “Yerli ve Millî” sloganıdır. Bu söylemi deşifre etmek, açığa çıkarmak demokrasimiz için çok önemli bir çabadır kanısındayım. Gelin soğukkanlılıkla yerli ve millî kavramlarını mercek altına yatıralım.
Sözlüklerde yerli sözcüğünün karşılığına bakalım. “Yurt içinde yapılan ya da yurdun kendine özgü niteliklerini taşıyan her türlü mal, kurum, kuruluş” gibi geniş bir anlam taşıyor. Yakın tarihimizin önemli dönemeç noktalarından biri, gelecek yıl yüzüncü yaşını kutlayacağımız İzmir İktisat Kongresi’dir. Burada yurdun bağımsızlığının korunması için yerli mallar üretilmesi ve kullanılması kararlaştırılmıştır. Dağılan Osmanlı İmparatorluğu’nun külleri içinden doğan Türkiye Cumhuriyeti’nin heyecanı, bağımsızlık tutkusu ve ulus devlet yaratma amacı devlet ve yurttaşları yerli olma, yerli mal üretme, kendi kültürünü geliştirme çabalarına yöneltmişti. Türkiye’de yeterli ve gerekli sermaye birikiminin yokluğu zorunlu olarak devletçilik ilkesini öne çıkartmıştı. Bir yandan özel girişimciliği yaratmak isteyen Cumhuriyet yönetimi onun gücü dışındaki ağır sanayi, mal ve hizmet sektörünü kurduğu Kamu İktisadi Teşebbüsleri (KİT) ile gerçekleştirmişti. Yaşları kırkın üstünde olanlar ayaklarımızdaki Beykoz kunduralarını, Sümerbank kumaşlarını, battaniyelerini, pijamalarını, ilkokul önlüklerini nostalji duygularıyla karışık anımsarlar. Sonra Tansu Çiller gibi hasbelkader Başbakan olan politikacılar “Devlet pijama mı yapar?” dediler. KİT’leri ima ederek Türkiye’yi “Dünyanın son komünist ülkesi” olarak nitelediler. Muhteremler 1920’lerde 30’larda özel sektör tekstil endüstrisini kurdu da devlet mi engel oldu?
Gelelim “Millî” sözcüğüne… Eş anlamı ulusaldır. Genel olarak “millete ait olan” anlamını taşımaktadır. Millîden türeyen millîleştirmek ise, “Yabancı yönetim altındaki kurumları, ulusal yönetim altına sokmak, yabancı sermayenin özel ya da kamusal işletme ve girişimlerini ulusal işletme ve girişimlere dönüştürmek” olarak tanımlanmaktadır.
Yakın tarihe dönerek somut örnekler verelim. Emperyalizm Osmanlı’yı yarı sömürge haline getirmişti. Osmanlı sonunda borçlarını ödeyemez oldu yani iflas etti. Sonunda Yeni Osmanlıların yere göğe koyamadığı Sultan İkinci Abdülhamit 28 Muharrem 1299’da (20 Aralık 1881) Muharrem Kararnamesi yayınladı. Buna göre İngiliz, Fransız, Avusturya, Alman, İtalyan, Hollanda hükümet temsilcileri ile Galata bankerleri yedi üyeden oluşan Düyunu Umumiye (Genel borçlar) idaresi kuracaklardı. Devletin temel gelirleri bu idare tarafından toplanacak ve borçlar bu şekilde tahsil edilecekti. Tuz, tütün, alkollü içkiler, damga pulu, İstanbul Balıkhanesi vergileri ile gümrük gelirleri Düyunu Umumiye İdaresine aitti. Düyunu Umumiye devlet içinde devletti. 26 Bölge 720 ilçe müdürlüğü vardı. Genel Müdürlük bugünkü İstanbul Erkek Lisesi’ydi. Memurlar Avrupalıydı ama emeklilik hakları vardı.
En önemli gelir ise tütün üretiminden geliyordu. Onun için ayrıca Reji İdaresi kuruldu. Herkes ürettiği tütünü buraya vermek zorundaydı. Tütünün fiyatını da reji idaresi belirliyordu. Tütünü dışarıya satanlar kaçakçı sayılıyordu. Onları takip için özel bir güvenlik örgütü kurulmuştu. Neferlerin adı kolcu, takip ettikleri köylülerin de ayıngacıydı. Bodrum’un ünlü Çökertme türküsü bunların öyküsünü anlatır…
Lozan anlaşmasında İngiltere, Fransa ve diğer devletler Düyunu Umumiye’nin ve kapitülasyonların devamını istiyorlardı. İsmet Paşa şiddetle direniyordu. Görüşmeler bu nedenle kesintiye uğramıştı. Sonunda Cumhuriyet Hükümetleri Osmanlı’nın borçlarını ödeme koşuluyla bu yabancı kurumdan kurtuldular. Tütün rejisi 1925 yılında dört milyon lira karşılığında millileştirildi ve devletleştirildi.
1923’ten sonraki hükümetler bir yandan Düyunu Umumiye borçlarını öderken, öte yandan da yabancı şirketleri satın alarak millileştiriyorlardı. 1 Temmuz 1926’da ülkemiz denizlerindeki yük ve yolcu taşıma hakkı yabancılardan alındı. Kutladığımız Kabotaj Bayramı son günlerde hatırlanmıyor bile!
Haydar Paşa liman ve rıhtımı, Haydar Paşa- Ankara, Eskişehir-Konya, İzmir-Aydın, Arifiye-Adapazarı, Mersin-Tarsus-Adana, İzmir-Afyon, Manisa-Bandırma demiryolu hatları yabancı şirketler tarafından işletiliyordu. Hepsi satın alındı ve millileştirildi.
Ereğli Liman, İzmir Rıhtım, Ergani Bakır İşletmeleri, İstanbul Tramvay, Telefon, Elektrik, Su, İzmir Rıhtım, Elektrik, Tramvay, Ankara Havagazı şirketleri de ilk ağızda yabancılardan satın alınarak millileştirilen kuruşlardı. Diğer irili ufaklı yerli ve milliye dönüştürülen tesisleri yazmaya bu köşenin satırları elvermiyor!
Yerli ve millî konusunu yazmayı sürdüreceğim. Çakma yerli ve millî uygulamaları açığa çıkarmak demokrasimiz için büyük önem taşıyor kanısındayım. Kimse kimseyi enayi yerine koymasın!
Kaynak :www.egedesonsoz.com