Sorunlar, Riskler ve Öneriler
- Giriş
Özellikle son 4-5 yıl içinde, ekonomideki sıkıntıların giderek arttığını ve hatta tedbir alınmadığı takdirde fırtınalı denizlere sürüklenebileceğimizi yazı ve analizlerimle ifade etmeye çalıştım. Fakat yapılan hatalardan ders çıkartılmadığı gibi gerek ekonomide gerekse de dış politikada olmaması gereken şeyler yapıldı. Türkiye ekonomisi 2022 yılına ciddi sıkıntılar içinde girmiş bulunuyor. Neden böyle oldu? 2022 yılında ne gibi gelişmeler olabilir? Karşı karşıya olduğumuz riskler nelerdir? Ne gibi tedbirlerin alınması zorunludur? Bu yazımızda bu tür soruları yanıtlamaya çalışacağız.
- 2020 Başındaki Görünüm
İçinde bulunduğumuz durumu daha iyi anlayabilmek bağlamında, 2020 yılı başına, bir başka deyişle salgın öncesine dönelim ve Türkiye ekonomisinin o zaman noktasında sergilediği manzaraya kısaca bir göz atalım. Yaklaşık iki yıl kadar önce yaptığım bir değerlendirmede Türkiye Ekonomisinin karşı karşıya bulunduğu temel sorunları şu şekilde özetlemiştim:
“Birincisi, ülkemizde kişi başına düşen milli gelir son on yıldır artmamış; hatta son iki yıldır kur gelişmelerine bağlı olarak gerilemiştir. Orta Gelir Tuzağı denilen sarmalın içinden çıkamadığımız gibi çıkmamız da giderek zorlaşmaktadır. Türkiye, ne yazık ki, iktisat literatürüne temel günah olarak geçen ekonomi politikası günahını yıllardır işlemektedir. Bir başka deyişle, yabancı para cinsinden gittikçe artan oranda borçlanarak sağladığı kaynakları doğru alanlarda kullanmamıştır. Sadece inşaat sektörüne gaz vererek, gereğinden çok fazla cami dikerek, yeni köprüler inşa ederek, ihtiyacın çok üzerinde AVM’lerin yapılmasına izin vererek, olanları doğru dürüst kullanmayı denemeden yeni havaalanları yaparak, yeni hastaneler dikerek güçlü bir ülke olunamayacağı bir türlü görülememiştir. Kaynaklar/Harcamalar dengesi göz ardı edilmiştir. Bugün geldiğimiz noktada dış borç/milli gelir oranı Cumhuriyet tarihinin rekorunu kırmış vaziyettedir.
İkincisi, işsizlik sorunu yapısal ve sistemik bir boyuta erişmiş bulunmaktadır. Bunun en çarpıcı göstergesi ise ne eğitimde ne de istihdamda olan gençlerin oranıdır. Bu oran, geniş tabanlı veriler bazında yüzde 34 ile OECD ülkeleri arasında birinci sırada yer almaktadır. Bir başka deyişle, atıl olarak sistemin dışına itilmiş gençlerin, tüm genç nüfusun üçte birine ulaştığını göstermektedir. Bu olumsuz görünüm kaynakların iyi kullanılmadığı, istihdam ve yüksek katma değer yaratıcı yatırımların yapılmadığı yönündeki görüşümüzü teyit etmektedir.
Üçüncüsü, enflasyon-faiz ilişkisinin yanlış kurulması ve enflasyon verilerine göre aşırı sert faiz indirimlerine gidilmesiyle kurlarda yukarı yönlü bir dinamiğin harekete geçmesine neden olunmasıdır. Bunun sonucunda hem dış borç servisi hem de rezerv durumu bakımından ciddi sıkıntı yaratılmış, aynı zamanda tasarruf oranının çarpıcı şekilde düşmesine yol açılmıştır.
Dördüncüsü, ülkenin ciddi bir itibar kaybına uğramasının ve yabancı yatırımcıların isteksizliğinin ekonomik ivme kaybının telafisini zorlaştırmasıdır. Uluslararası Şeffaflık Örgütünün 2019 yılı raporu bu durumun yolsuzluk algısı, hukuk devleti ilkeleri, basın özgürlüğü, sivil toplumun gücü, örgütlenme ve ifade özgürlüğü gibi konularla doğrudan ilgili olduğunu vurgulamaktadır. Güçler ayrılığı, yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı, liyakat ilkelerine yönelik ihlaller, kamu ihale kanununa aykırı uygulamalar, KÖİ modeli ile yapılan projelerde ve özelleştirme uygulamalarında kamu çıkarına aykırı ihale süreçleri öne çıkan sorunlar arasında görülmektedir.
Beşincisi, biraz da jeopolitik gelişmelerin etkisiyle kreditörlerin Türkiye’yi ikinci ve hatta üçüncü plana atmasıdır. Tabii özellikle 2011 yılından itibaren yapılan büyük dış politika hatalarının bu gelişmede ciddi rol oynadığını vurgulamak gerekir.”
Evet, 2020 yılı başında yaptığımız değerlendirmenin özeti buydu. Covid-19 salgını öncesinde Türkiye’nin, ekonomisi oldukça kırılgan bir yapı sergileyen, izlediği ekonomi politikaları tartışmalı, yabancı yatırımların ilgisini önemli ölçüde kaybetmiş, kaynaklarını rasyonel şekilde kullanamayan bir görünüm verdiğini anlatmaya çalışmıştık. Bu noktadan hareketle de Covid-19 salgınının Türkiye ekonomisinin zaten var olan sorunlarını daha da derinleştireceğini ve dolayısıyla sıra dışı önlemlerin öncelik ve ivedilik kazandığını vurgulamıştık.
- 2021 Sonu Görünümü
Aradan iki yıl geçti. Yukarıda özetlemeye çalıştığımız sorunlar azalmadı, bilakis arttı. Çünkü, söz konusu sorunların üzerine gidilebilmesi için yapılması gerekenler yapılmadı. Küresel ekonomide yaygın kabul görmüş Ortodoks yaklaşımlar akıllara bile gelmedi.
2021 yılı ikinci yarısında, Merkez Bankası’nın başlattığı faiz indirimlerine gelince, bunların modern iktisat anlayışına, kuramsal ve tatbiki bilgi birikimine ve makul gerekçelere dayandırılabilecek hiçbir mantıki açıklaması yoktur. 2021 yılı sonu itibariyle, on iki aylık resmi tüketici enflasyonu yüzde 36, gerçek tüketici enflasyonu bunun çok üzerinde iken, politika faizinin yüzde 14 olması akla zarar bir durumdur. “Net eksi reel faiz” ürkütücü düzeylere çıkmıştır. Bu akıl dışı durumun sürdürülmesinin matematik sonucu kur-enflasyon sarmalına girilmesidir. Nitekim, enflasyon tetiklenmiştir.
Yeri gelmişken egemen siyasetin anlayamadığı veya göz ardı ettiği önemli bir noktaya kısaca değinmekte yarar görüyorum. Açık bir ekonomide nominal faizler üç bileşenden oluşur. Bunlar sırasıyla doğal faiz oranı, enflasyon beklentileri ve ülke risk primidir. Ülkeler arasında farklılıklar olsa da doğal faiz oranı sabittir. Enflasyon beklentileri ülkenin makro ekonomik dengeleriyle bağlantılı bir sonuçtur. Risk primi ise ülkenin siyasi ve ekonomik istikrarı ile ilgilidir. Faizler emirle indirilmez. Faizler ancak ve ancak enflasyon beklentileri ve ülke risk primi azaltılarak düşürülebilir. Enflasyonun düşürülmesinin ön koşulu makroekonomik istikrardır. Ülke risk priminin azaltılması ise doğru ve şeffaf ekonomi politikalarının varlığına bağlıdır.
Özellikle son on yılda yapılan büyük politika hataları ve söylem bazında ortaya konulan fakat ciddi bir hazırlık altyapısı olmadığı için sonuç vermeyen ve unutulan model çalışmalarından sonra şimdi de iktisadi hiçbir temeli olmayan “faiz sebep enflasyon sonuçtur” anlayışına (!) dayalı yeni ekonomi politikasına gelince, bunun maalesef çok ciddi bir iç tutarlılık sorunu olduğunu düşünüyorum. Şöyle ki;
- Merkez Bankası net rezervlerinin eksi 60 milyar dolar civarında seyrettiği bir dönemde zayıf para birimi politikasına geçişin son derece riskli olduğu kesindir. Türkiye’nin kısa vadede gerçekleştirmesi gereken önemli düzeyde bir dış borç servisi vardır. Ekonomi beklenmeyen şoklara karşı savunmasız durumdadır. 2019-2020 döneminde siyasi kazanç hedefiyle faizler düşük tutulmaya çalışılmış, devasa boyutta kredi pompalamasına gidilmiş, faizler önemli ölçüde negatif reel faiz seviyesinde tutulmuş ve sonuçta dövize olan talep patlatılmıştır. Devasa boyuttaki rezerv erimesinin arkasında yatan temel dinamik bu olmuştur.
- Yapısal nedenlerle enflasyonun kura olan bağımlılığı yüksektir. Yapılan duyarlılık analizlerinin ortalaması kur artışlarının enflasyonu yüzde 40 civarında etkilediğini göstermektedir. 2021 yılında Türk lirası, Dolar-Euro sepetine çok ciddi ölçüde değer kaybetmiştir. Enflasyonun hızla yükselmesinin arkasında yatan temel dinamiğin bu olağandışı kur artışı olduğu açıktır.
- Göz ardı edilen bir başka önemli husus reel sektörün kısa vadeli dış borç servisi yükümlülüğüdür. Türk lirasının, kısa bir zaman diliminde nereden bakılırsa bakılsın tüm dengeleri altüst eden düzeyde bir değer kaybına uğramasının öncelikle döviz cinsinden borcu olan fakat ihracat geliri yeterli olmayan bazı şirketleri çok zorlayacağı açık ve nettir. İhracatı nispeten yeterli olan şirketler bile mecburen harcamalarını kısmak zorunda kalacaklardır. Genel anlamda karlılıkların düşmesi kaçınılmazdır. Bu şartlar altında işsizliğin azalması zordur. Aksine artması daha büyük bir olasılıktır.
- Yukarıda ima ettiğim gibi reel sektörün karlılığının, borç servisi ve ithal girdisi maliyetlerindeki kaçınılmaz artışların etkisiyle önemli ölçüde düşecek olması, ücret artışlarının gerçek enflasyonun daha da gerisinde kalmasına yol açacak, bu durum gelir dağılımının daha da bozulmasına, yoksulluğun artmasına, toplumsal huzursuzluğun derinleşmesine yol açacaktır. Unutulmaması gereken önemli nokta, para birimindeki hızlı değer kaybının, ihraç malları üreticilerinin büyümesinden daha hızlı şekilde enflasyonu besleyeceğidir. Bu, ekonominin mevcut yapısından kaynaklanan matematik bir sonuçtur.
- Kamu maliyesine gelince, 2022 bütçesinin artık hiçbir anlamı kalmamıştır. Bütçe kadük olmuştur. Varsayımları çökmüştür. Bütçede KÖİ projeleri bağlamında yer alan ve kura bağlı garanti ödemeleri büyük ölçüde artacaktır. Bu bağlamda alınması gereken radikal tedbirler vardır. Aksi takdirde, finanse edilmesi giderek zorlaşacak bir bütçe açığı ile karşı karşıya kalma olasılığı yüksektir.
- Önemli gördüğüm bir başka risk unsuru Varlık Fonudur. Bugünkü görünümü itibariyle Türkiye Varlık Fonu, faaliyet raporları ve mali tabloları paylaşıma açık olmayan, Sayıştay denetimine tabi tutulmayan ve şeffaflıktan uzak bir borçlanma fonudur. Bu görüntünün ise ciddi bir devlet anlayışı ile hiçbir şekilde bağdaştırılamayacağı ortadadır. Çünkü Varlık Fonu denetim dışı bir paralel hazine gibidir ve ekonominin çok zor bir dönemden geçtiği bir zaman diliminde para ve maliye politikalarının koordinasyonunu ve etkinliğini daha da bozacağı açıktır.
- İhracata odaklanmış bir ekonomi politikasının başarılı olmasının ön koşullarından bir tanesi de sağduyulu ve dengeli bir dış politika çizgisinden sapılmamasıdır. Türkiye’nin bu bağlamda başarılı olduğunu söylemek mümkün değildir. Küresel finans dünyasını büyük ölçüde kontrol eden ABD ile ilişkilerimiz gergindir. İhracatımızın yarısını yaptığımız AB ile ciddi sorunlarımız vardır. İhvan ekseninden bir türlü kurtulamayan dış politika çizgisi bazı önemli Arap ülkelerini bile karşımıza almıştır. AİHM kararlarını yok saydığımızı ortaya koyan popülist siyasi söylemler Avrupa Konseyi üyeliğinden çıkarılmaya kadar gidebilecek yaptırımlarla karşı karşıya kalabileceğimizi göstermektedir. Bu alandaki sorunlar akılcı bir şekilde çözülmeden ve dengeli bir dış politika çizgisine kalıcı olarak dönmeden ihracat hedeflerimize ulaşmak kolay değildir.
- Ekim ayı içinde, Türkiye’nin OECD’ye bağlı Mali Eylem Görev Gücü tarafından “gri listeye” alınmasına gelince, bunun fevkalade olumsuz ve endişe verici bir gelişme olduğunu düşünüyorum. Çünkü ülkemizin “kara paranın aklanmasını ve terörizmin finansmanını engellemede” eksiklikleri olduğu öne sürülmüştür. Türkiye, bu listeye 2011 yılında da alınmış, ancak 2013’de çıkartılmıştı. Unutmayalım ki, son 19 yıl içinde, Merkez Bankası bilançosunda yer alan “net hata ve noksan” kaleminden yola çıkarak hesaplanan toplam kayıt dışı para trafiği yaklaşık 300 milyar dolardır. Söz konusu “gri liste” kararının ülkemize yönelik mali ve ticari yaptırımları gündeme getirebileceği, banka transferlerinde zorluklara yol açabileceği ve yabancı sermaye girişlerini caydırabileceği unutulmamalıdır.
Yukarıda sıraladığım nedenlere bağlı olarak egemen siyasetin değersiz para birimi yoluyla ihracatı arttırarak ve ithalatı azaltarak ekonomik büyümeyi ve istihdamı arttırmayı amaçlayan yeni ekonomi politikasının çelişkili olduğunu düşünüyorum. Ekonomi politikalarının inandırıcılığının ön koşulu uygulamanın başarısı için şart olan siyasi, ekonomik, sosyal ve hukuki altyapının yeterli olmasıdır. Bu yeterlilik olmadan ortaya konan bir modelin başarılı olması zordur. Şu anda içinde bulunduğumuz koşullarda kuramsal ve zamanlama olarak yanlış bir faiz politikasına dayandırılmış bir modelde ısrar edilmesi faydadan çok zarar getirebilir. Aralık sonunda bankacılık sektörüne getirilen ve bana göre örtülü faiz içeren bir mevduattan başka bir şey olmayan kur korumalı mevduat hesabı uygulaması ise esas sorunu çözme kapasitesine sahip değildir. Unutmayalım ki ekonomik mucizeler popülist siyasal söylemlerle gerçekleşmez. Liyakat sahibi kadrolar, iyi planlanmış ayrıntılı ve tutarlı bir program, ülkenin tüm katmanlarının desteği yanı sıra dengeli uluslararası ilişkiler gerektirir.
Kur Korumalı Mevduat uygulamasına gelince, bunun muhtemel sorunları olan ve gereksiz bir yaklaşım olduğunu düşünüyorum. Çünkü, ekonomide konulan her hedef için dolaysız bir enstrüman gerekir. Kurun yükselişini dizginlemek için faizlerin arttırılması ve eş zamanlı olarak da tutarlı bir ekonomik programın açıklanması gerekirdi. Finansal mühendislik oyunlarıyla temel unsurların değişebileceği beklenmemelidir.
Kur Korumalı Mevduat, vadeli mevduata karşılığı olmayan ve kur hareketine bağlı bir opsiyon vermektedir. Opsiyon vade sonunda değer kazanırsa, maliyetini Hazine ödeyecektir. Aksi olursa, Hazineye gelecek bir maliyet olmayacaktır. Kurun, büyük sermaye hareketleri olmadığı sürece, enflasyona bağlı olarak yükselmesi beklenmelidir. Bir başka deyişle, bu uygulama vadeli mevduatı dövize ve dolaylı olarak da enflasyona endekslemektedir. Vadeli mevduatın döviz mevduatına kaymasını bir süre önlemeye veya yavaşlatmaya faydası olabilir. Ancak yanlış politikalarda ısrar edilirse esas sorunun çözülmesi mümkün değildir.
İçinde bulunduğumuz zor dönemden çıkabilmemiz için yukarıda sıralamaya çalıştığım tüm hususların mercek altına alınması ve politikaların bunlara göre şekillendirilmesini gerekli görüyorum. Düzlüğe çıkmanın önkoşullarından bir tanesinin de yozlaşmanın engelleneceği ve yolsuzluğa bulaşanların işinin çok zor olacağı bir sistemin kurulması olduğunu düşünüyorum. Tüm bunların yanı sıra ekonomi ve dışişleri yönetimlerinde iş bilen liyakat sahibi kişilerin kilit görevlere getirilmesinin, Merkez Bankası ve TÜİK gibi kurumların bağımsızlığı konusunda hiçbir kuşku bırakılmamasının, kuvvetler ayrılığına işlerlik kazandırılmasının, yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığının teminat altına alınmasının şart olduğuna inanıyorum.
Tüm bunlar yapılmazsa ne olur veya olabilir?
Bu noktada, karşımızdaki önemli risklere kısaca göz atmakta yarar vardır.
- Riskler
- Faiz, kur, enflasyon sarmalının yarattığı belirsizlik sonucunda 2022 yılının ilerleyen aylarında sabit sermaye yatırımları durma noktasına gelebilir. Yılın ilk aylarında, bireylerin enflasyondan korunma içgüdüsüyle tüketimlerini öne çekme eğiliminin güçlenmesiyle güçlü seyretmesi olası talebin daha sonraki aylarda zayıflayacağı beklentisi yatırım eğilimini hızla yavaşlatabilir.
- Özellikle yüzde 80’e ulaşan üretici fiyat artışının tüketim maddelerine yansıması ve 2022 başındaki elektrik, doğal gaz ve benzeri zamlar sonucunda yılın ilk çeyreğinde enflasyon hızının 2021 sonu değerinin oldukça üstüne çıkması olasıdır.
- Sade yurttaşın satın alma gücü yılın ilerleyen aylarında düşmeye devam edebilir. Bu durum sosyal huzursuzluğu arttıracaktır.
- Satın alma gücünün düşmesine bağlı olarak harcamaların yapısının değişmesiyle hizmetler sektöründe ciddi sıkıntılar ortaya çıkabilir.
- Mecliste kabul edilen 2022 yılı kamu bütçesi gerek varsayımlarının çökmesi gerekse de dolaylı vergi gelirlerinin düşmesiyle öngörülenden çok daha yüksek bir açık verebilir. Kur korumalı mevduat hesaplarının kur farkı ödemeleriyle açık daha da büyüyebilir. Politika faizinin enflasyonun çok altında tutulması saçmalığının devamı halinde kamu maliyesi daha da bozulabilir.
- Başta Amerikan Merkez Bankası (FED) faiz artırımları olmak üzere küresel faiz oranlarının yükselmesiyle Türkiye benzeri ülkelerin yerel paraları büyük basınç altında kalabilir.
- 2022 yılı içinde küresel büyümenin yavaşlamasıyla Türkiye’nin ihraç ürünlerine olan talep gerileyebilir.
- Dış borçların döndürülmesinde sıkıntılar olabilir. Yenilenen krediler mevcut CDS primleri ve Euro Tahvil Faizleri göz önüne alınırsa daha maliyetli hale gelebilir.
- Yukarıda özetlemeye çalıştığım riskleri azaltmaya yönelik ciddi politika tedbirleri alınmadığı takdirde Türkiye ekonomisi durgunluk içinde enflasyon anlamına gelen bir stagflasyon dönemine bile girebilir.
- Öneriler
Önce hemen belirteyim. Kanaatimce Türkiye Ekonomisi yukarıda özetlemeye çalıştığım riskleri azaltacak ve dengeli bir büyüme sürecine girebilecek potansiyele sahiptir. Yeter ki doğru ve şeffaf politikalar izlenebilsin. Bu bağlamda ilk akla gelen hususlar şunlardır:
- Merkez Bankasının politika faizi, enflasyon verileri hesaba katılarak yükseltilmeli ve ölçüsüz derecede eksi olan reel faiz sorunu çözülmelidir.
- Her türlü savurganlık, şatafat ve gereksiz harcamaya son verilmelidir. En tepeden başlayacak bir tasarruf seferberliği esas olmalıdır.
- Tüm mega altyapı projeleri ertelenmeli, üzerinde toplumsal mutabakat olmayan, yapılabilirliği tartışmalı ve birçok yönden sakıncalı projelerden vazgeçilmeli, döviz kuruna endeksli ödemeler ve bütçeden verilen gelir garantileri ertelenmeli veya azaltılmalı, bu bağlamda mevcut sözleşmeler içinde bulunduğumuz koşulların ışığında gözden geçirilmelidir.
- Savunma harcamalarının, ulusal güvenliğimizi göz ardı etmeden azaltılması için ne mümkünse yapılmalıdır.
- Bireylerin satın alma gücünün düşmesiyle olumsuz yönde etkilenebilecek ÖTV ve KDV gibi dolaylı vergilerin oranlarını belirlerken iktisat literatüründeki Laffer eğrisi mutlaka göz önünde bulundurulmalıdır. Aşırı ve ölçüsüz vergilendirme faydadan çok zarar getirir.
- Ülkenin kredi notunun düzeltilmesi için ne mümkünse yapılmalıdır.
- Yatırımcıya güven telkin edecek, olumsuz beklentileri olumluya çevirecek bir iklimin yaratılması şarttır.
- Gücün, aşırı otoriter rejimlere benzer bir yoğunluk ile yürütme erkinde ve tek elde toplanması gerek yatırımcılar ve gerekse de kreditörler açısından önemli bir sorun olarak görülmektedir. Bu nedenle, iç ve dış siyasetin normalleşmesi, parlamenter demokrasiye geri dönüş adımlarının atılması, hukuk ve yargı sisteminin tarafsızlık ve bağımsızlığının teminat altına alınması, kuvvetler ayrılığı ve denetim mekanizmalarının çalışır hale getirilmesi ve nihayet, atamaların liyakat esasına göre yapılması büyük önem taşımaktadır.
- Toplumu kutuplaştırarak birlik ve beraberliğimize zarar veren söylemlerden vazgeçilmelidir.
- İçinde bulunduğumuz sıkıntılı dönemde iktidarın, muhalefetin, tüm yerel yönetimlerin, özel kesimin ve tüm vatandaşlarımızın bir birlik, beraberlik ve dayanışma ruhu içinde olmalarının bir zorunluluk ve tarihi sorumluluk olduğunu herkesin idrak etmesi gerekir. Böyle bir dönemde siyasi hesapların ve oyunların yeri olmamalıdır. Özellikle CHP’li belediyelerin iş yapmalarını engellemek amacıyla yapılan bazı tasarruf, uygulama ve girişimleri doğru bulmuyorum. Unutulmamalıdır ki belediyeler, görev ve yetkileri anayasada açıkça belirtilmiş, organlarını halkın seçtiği, kamu adına yetki ve imtiyazlar kullanan bir yönetim biçimidir. Yasaları eğip bükerek, belediye yönetimlerini rahatsız veya taciz ederek iş yapmalarını engellemeye çalışmak anayasayı ve yasaları ihlal etmekten başka bir şey değildir. İçinde bulunduğumuz kritik dönemde ileriye dönük siyasi çıkar hesaplarının kimseye fayda sağlamayacağını idrak etmek gerekir.
- Türkiye ekonomisinin istihdam yaratma gücü azalmaktadır. Endişe verici bir husus da mevcut işgücünün niteliğinin işgücü talebinin ihtiyaç duyduğu mesleki beceriyi sağlamaktan uzak olmasıdır. Bu durum, eğitim sisteminin ekonominin talebini karşılayacak şekilde yeniden düzenlenmesini gerektirmektedir. Bir başka deyişle, eğitim sistemimiz mutlak surette ülkemizin uzun dönemli ihtiyaçlarını esas alacak şekilde yeniden yapılandırılmalıdır.
- Toplam istihdamın yaklaşık üçte birinin kayıt dışı çalışıyor olması bir başka sorundur. Bu durumun, bölgemizdeki rahatsız edici jeopolitik gelişmelerin sonucu olarak ülkemize giriş yapan ve toplam sayısının altı-yedi milyon aralığında olduğu tahmin edilen göçmen nüfusu ile de bağlantılı olduğu açıktır. Bu bağlamda kapsamlı politikalar geliştirilmesinin şart olduğu izahtan varestedir.
- Türkiye ekonomisi, üretim sürecinde yüksek katma değerli aşamalara geçmek zorundadır. Ancak bu şekilde ücretlerde ve satın alma gücünde yükselme sağlanabilir ve gelir dağılımında göreli bir iyileşme gerçekleştirilebilir. Turizm gibi yüksek katma değerli hizmet sektörlerinin ve ülkemizin gıda güvenliği bakımından yaşamsal önem taşıyan Tarımın da yeni bir anlayışla ele alınma zorunluluğu vardır.
- Sonuç
Türkiye Ekonomisinin bir kriz içinde olduğu açıktır. Fakat şeffaf, doğru ve güven verici politikalarla bu krizin aşılması mümkündür. Yukarıda özetlemeye çalıştığım öneriler ekonominin düzlüğe çıkabilmesi adına aklıma gelen ve Türkiye’yi yönetenlerin dikkatine sunmayı bir görev olarak telakki ettiğim hususları içermektedir.
Unutmayalım ki sermaye ile barışık olmayan, toplumsal mutabakatı göz ardı ederek sağlayamayan ve toplumsal mutabakatı evrensel mutabakat düzeyine çıkartamayan toplumların refaha ulaşmaları ve yarının dünyasında saygın bir yer edinmeleri mümkün değildir.
Not: Bu yazıya yaptıkları gönderimlerle katkı sağlayan değerli hocalarımız Prof. Dr. Aziz Konukman’a, TCMB eski başkanlarından Prof. Dr. Bülent Gültekin’e ve değerli plancı arkadaşım Latif Tuna’ya teşekkür ederim.