Rusya’nın , Birleşmiş Milletler Sözleşmesi, uluslararası hukuk ve sözleşmeleri hiçe sayarak 24 Şubat’ta Ukrayna’ya açtığı ve halen süren savaş, birçok yaşamsal sorunun (enerji, gıda vb.) yanısıra , dünyanın kaderini etkileyebilecek tehlikelerin yeniden gündemin ön sıralarına yerleşmesine yol açtı. Bu bağlamda, özellikle insan türünün varlığına son verebilecek nükleer silahlardan ve ileri teknoloji ürünlerinin savaş aracı olarak kullanılmasından söz etmek istiyorum.
Nükleer silahlar, Rusya Devlet Başkanı Putin’in 2022 Mayıs ayının ilk günlerinde yaptığı bir konuşmada, Batı’ya dolaylı uyarısı ile yeniden gündeme geldi. Dışişleri Bakanı Lavrov da “nükleer savaş riskini önlemek için elimizden geleni yapıyoruz” mealinde konuştu. ABD kaynaklı haberlerde, daha savaşın ilk haftalarında Rus nükleer caydırıcı kuvvetlerine “yüksek alarma” geçme emri verildiği öne sürüldü. Putin son olarak haziran 2022 de St. Petersburg’da düzenlenen Uluslararası Ekonomi Forumunda, “Biz kimseyi tehdit etmiyoruz, ama herkes neye sahip olduğumuzu bilmeli” demek suretiyle, Rusya’nın nükleer silah kullanabileceğini üstü kapalı biçimde dile getirdi. Ukrayna’daki savaş bağlamında büyük endişeye yol açan bir başka gelişme bu yıl ağustos ayında Rus ordusunun, Avrupa’nın en büyük nükleer santralı olduğu belirtilen Zaporinjiya santralının yakınlarında askeri eylem yapması olasılığı oldu. Bunun bir felaket olacağı sadece Ukrayna Cumhurbaşkanı Zelensky değil, BM Genel Sekreteri ve Batılı liderler tarafından da dile getirildi. Bu bağlamda, Zelensky’nin daveti üzerine T.C. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve BM Genel Sekreteri Guterres Ukrayna’nın Lviv kentinde bir araya geldiler ve olası bir nükleer felaket hakkında uyarıda bulundular.
New York’ta ağustos 2022 ayı başında düzenlenen “Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması” (NSYÖ) 10. gözden geçirme konferansında açış konuşmasını yapan Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Guterres, ” gezegenimizde yer almaması gereken kıyamet günü silahları için yüz milyarlarca doların sözde güvenlik için harcandığını” belirtti ve halen dünyadaki askeri tesislerde yaklaşık 13 bin nükleer silah bulunuyor” diyerek, durumun vahametine dikkat çekti.
1968 yılında yürürlüğe giren NSYÖ antlaşması olumlu bir adım olmakla birlikte, nükleer tehdidi ortadan kaldırmıyordu. Bu yetersizliği gidermek üzere Birleşmiş Milletler çatısı altında iki önemli antlaşma üzerinde çalışmalar yapıldı.
1996 yılında BM Genel Kurulu’nda kabul edilen ve imzaya açılan “Kapsamlı Nükleer Silahların Denenmesinin Yasaklanması Antlaşması” (Comprehensive Test Ban Treaty – CTBT)) dünyanın nükleer silahlardan arındırılması hedefine yönelik önemli bir adımdı; ancak 174 devlet tarafından onaylanmakla birlikte, yürürlüğe girmesi mümkün olmadı.
Sonraki adım, nükleer silahların tamamen ortadan kaldırılmasını amaçlayan bir antlaşmayı hayata geçirmekti. Nükleer silahların nihai hedefte bütünüyle yasaklanmasını öngören hukuken bağlayıcı bu antlaşma (The Treaty on the Prohibition of Nuclear Weapons-TPNW) 7 Temmuz 2017’de kabul edildi ve 22 Ocak 2021’de yürürlüğe girdi. Bununla beraber, aralarında nükleer silah sahibi devletlerin ve NATO üyelerinin tümünün dahil olduğu 69 üye devlet Genel Kurul’daki oylamaya katılmadı. Oylamaya katılmayan ülkeler arasında İran’ın da bulunması dikkat çekiyor. Bu durumun basit anlamı, oylamaya katılmayan devletler tutumlarını değiştirmedikçe, bu antlaşmanın hedefine ulaşamayacağıdır.
Halen dünyada nükleer silahlara sahip dokuz ülke var. ABD, Rusya Federasyonu, İngiltere, Fransa, Çin, Hindistan, Pakistan, Kuzey Kore ve İsrail. Bu dokuz ülkenin ilk beşi aynı zamanda BM Güvenlik Konseyi daimi üyesi ve veto hakkına sahip. ABD ve Rusya, dünyadaki nükleer silahların yaklaşık yüzde 90’ına sahip bulunuyor. Hindistan, Pakistan, Kuzey Kore ve İsrail NSYÖ antlaşmasını imzalamıyorlar. İsrail devleti ise resmî olarak nükleer belirsizlik diye tanımlanan bir siyaset izlemekte. Bilinçli olarak uluslararası kamuoyu ile bilgi paylaşmıyor, resmî olarak nükleer silahlara sahip olduğuna ilişkin açıklama yapmıyor. İran için bir parantez açmak gerekirse, BM Güvenlik Konseyi daimi üyesi beş ülke ve Almanya, ile İran arasında uzun süren müzakereler sonunda 2015 yılında bir anlaşmaya varılmıştı. Bu anlaşmaya göre, İran’ın nükleer faaliyetleri 15 yıl süreyle Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı denetiminde yürütülecek ve böylece İran’ın nükleer bomba imal etmesi engellenecekti. Ancak, ABD’nin 45nci Başkanı Donald Trump mayıs 2018’de anlaşmadan çekildiğini açıkladı ve böylece, anlaşma öncesine dönülmüş oldu. İran’a yönelik yaptırımlar yeniden yürürlüğe girdi, İran da ara vermiş olduğu uranyum zenginleştirme faaliyetlerini sürdürme olanağına kavuştu. İran’ın nükleer etkinliklerini denetim altına alan ingilizce kısa adı JCPOA (Joint Comprehensive Plan of Action) olan anlaşmanın yenilenmesi için taraflar, halen Viyana’da UAEA gözetiminde müzakerelerini sürdürüyor. Bu konu ile ilgili olarak, vurgulanması gereken bir husus, Israil’in İran nükleer anlaşmasının yenilenmesini baltalamak için yoğun gayret sarfediyor olması.
Birleşmiş Milletler çatısı altındaki küresel nükleer antlaşmalar (NSYÖ, CTBT ve TPNW ) dışında, bölgesel anlaşmalar (Afrika, Orta Asya nükleer silahlardan arındırılmış bölgeler) ve ABD – Rusya (eski Sovyetler Birliği) arasındaki ingilizce kısa adları SALT ve START olan ikili anlaşmaları da kaydetmek yerinde olur.
Bütün bu antlaşma ve sözleşmeler kitle imha silahlarının yasaklanması başlığı altında yer alıyor. Ayrıca, 1899 ve 1907 Lahey Sözleşmeleri ve 1925 Cenevre Protokolünün bugün yürürlükte olan antlaşmaların öncülleri olduklarını göz ardı etmemek gerekiyor. Lahey Sözleşmelerinde ve Cenevre Protokolünde savaşla ilgili sınırlamalar bağlamında kimyasal ve biyolojik silahların kullanılmasını yasaklayan hükümler de yer almıştı. Ancak, bu sınırlamalar ve yasaklar birinci ve ikinci dünya savaşlarında ihlal edilmiş ve anılan sözleşmeler ve protokol tarihin tozlu raflarına kaldırılmış bulunuyor.
Bu kısa hatırlatmadan sonra, kitle imha silahları ile ilgili iki küresel sözleşmeye kısaca değineceğim: Biyolojik ve toksik maddeler sözleşmesi (BWC) ve Kimyasal Silahlar Sözleşmesi (CWC). 26 Mart 1975′ de yürürlüğe giren Biyolojik ve Toksin Silahlar Sözleşmesi ile biyolojik silahların üretimi, depolanması ve temin edilmesi tümüyle yasaklanıyor. Uygulamaya gelince, sadece dokuz ülkenin nükleer silah sahibi olmasına karşın dünyada binlerce biyoloji laboratuvarı var. Bunların arasında beş kıtaya dağılmış çok tehlikeli virüsler üzerinde deneme yapmaya yetkili onlarca laboratuvar mevcut. Üç yıldan bu yana süregiden corona virüsü salgınında kanıtlandığı üzere, virüs ya da bakteri insanlara bulaştığında bunu durdurmanın çaresi maalesef yok. COVİD-19’un laboratuvardan sızan bir virüsten kaynaklandığı iddiaları, hem bilimsel çevrelerde hem de uluslararası ilişkiler bağlamında ciddi tartışmalara yol açtı. Bu sözleşmenin yirmi birinci yüzyılın en önemli silah denetim antlaşması olduğu bazı uzmanlarca ifade edilmesine karşın, soruşturma (verification) mekanizmasına yer verilmemiş olması önemli bir eksiklik. Ayrıca, taraf ülkelerin bazılarının katkı paylarını ödememeleri çalışmaların aksamasına neden oluyor.
Tam adı “Kimyasal Silahların Geliştirilmesi, Üretimi, Depolanması ve Kullanılmasının Yasaklanması ve Bunların İmha Edilmesi hakkında Sözleşme” olan antlaşma 29 Nisan 1997 tarihinde yürürlüğe girmiş bulunuyor. Süresiz olarak geçerli olan sözleşmeye 193 devlet taraf. Sözleşme hükümlerine göre, taraf devletlerin kimyasal silahları kullanması yasaklanıyor ve mevcut kimyasal silahların belirli bir süre içinde imha edilmesi gerekiyor. Şubat 2021 tarihli son verilere göre, taraf ülkelerce beyan edilen kimyasal silahların yüzde 98’i imha edilmiş. Kimyasal Silahlar Sözleşmesine taraf olmayan ülkeler, Israil, Mısır, Kuzey Kore ve Güney Sudan. Sözleşmede, iletilen ihbarların ve iddiaların araştırılması ve değerlendirilmesine ilişkin düzenlemeler mevcut. Sözleşmede öngörülen işlevleri yerine getirmek üzere, bir Örgüt (OPCW) kurulmuş bulunuyor. Örgüt üç ana organdan oluşuyor: Taraf Devletler Konferansı, Yürütme Konseyi ve Teknik Sekretarya. Taraf Devletler Konferansı her yıl Lahey’de toplanarak, Sözleşmenin uygulanmasını denetliyor. Kimyasal Silahlar Örgütü (OPCW) ile Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (IAEA) arasında yapısal benzerlik olduğu uzmanlarca ifade ediliyor. Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü’nün, 2013 yılında değerli meslektaşım Büyükelçi Ahmet Üzümcü’nün Genel Direktörlüğü döneminde Nobel Barış Ödülüne layık görüldüğünü vurgulamak istiyorum.
Kitle imha silahları ile mücadelede önemli bir aşama kaydeden Kimyasal Silahların Yasaklanması Sözleşmesinin başarılı çalışmalarına karşın, kimyasal silah kullanımı önlenebildi mi? Buna olumlu yanıt vermek maalesef olanaksız. 1980- 1988 İran-Irak savaşında Irak’ın, İran hedeflerine, ayrıca kendi ülkesindeki kürt kökenli yurttaşlarına, 1988 Halepçe’de olduğu gibi kimyasal silah kullandığı biliniyor. Suriye’deki iç savaşta, 2013 yılında Guta ve Han al-Assal yerleşimlerinde sarin gazı kullanıldığı, tarafların -Suriye hükumeti ile muhalefet güçleri birbirlerini suçladığı kayıtlara geçti. 2014’te Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü uzmanlarının seçili Suriye köylerinde yaptıkları incelemelerde sarin gazı kullanıldığı doğrulandı, ancak bu ihlalin hangi tarafça yapıldığı belirlenemedi.
Son dönemde, siber teknolojinin özellikle büyük devletler arasındaki rekabette önemli rol oynadığı gözlemleniyor. Siber saldıralar propaganda amacıyla yapıldığı gibi, savaşta ulusların güvenliğini tehdit edici boyutlara ulaşabilmekte. Siber savaş, bir devletin, başka bir devletin bilgisayar sistemlerine veya ağlarına hasar vermek ya da kesinti yaratmak üzere gerçekleştirdiği teknik müdahaleler olarak tanımlanıyor. Örneğin, hava kontrol sistemlerine müdahale edilmek suretiyle, uçaklar havada çarpışabilir, nükleer tesislerde, petrol ve doğal gaz hatlarında sorunlar çıkabilir, elektrik dağıtım şebekelerinde elektrikle çalışan cihazlar kullanılamaz hale gelebilir.
Teknolojinin son dönemde insanlığa bir başka armağanı Yapay Zeka (İngilizce kısaltmasıyla AI- Artificial Intelligence). Yapay zeka da diğer teknolojik buluşlar gibi iki tarafı keskin bıçak misali. Özetle, söz konusu olan yapay zeka uygulamalarının meyvelerinden toplum refahı ve esenliği için yararlanırken, bunun insan haklarına ve demokratik değerlere zarar verecek şekilde kullanılmasını önlemek gerekiyor. Teknolojinin bu alanında da ABD-Çİn rekabeti giderek önem kazanıyor. Avrupa Birliği ve Rusya Federasyonu da bu yarışta haliyle geri kalmak istemiyorlar.
İktisadi İş birliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) ABD’nin öncülüğünde bir çerçeve kabul ederek, yapay zeka alanında insan odaklı ve güven verici ilkeleri belirledi. Bu ilkeler daha sonra G-20 grubu üyelerince ve sayısı 50’ye ulaşan diğer devletlerce de benimsendi. ABD’nin tutumu açık: çok katmanlı, açık toplumların ilerlemesine yönelik teknolojilerle, gücü merkezde toplayan, denetimci toplumlara yardımcı olan teknolojiler arasında kesin bir ayrım yapılmalı.
Dünyamızın bekasını tehdit eden diğer iki büyük tehlikeye de kısaca değinerek, konuyu bağlayalım. Virüslerin neden olduğu salgın hastalıklar ve iklim değişikliği/küresel ısınma. COVİD-19 olarak nitelenen pandemi dünyanın her yanında can kaybına yol açıyor. Küresel ısınmaya neden olan sanayi etkinliklerinin başka bir deyişle karbon ve fosil yakıt gazlarının salımını kontrol altına alarak azaltmayı öngören 2015 Paris antlaşmasının uygulanması ile ilgili çalışmalar devam ediyor. Bu konuda yeni ANA dergisinin Eylul-Ekim 2021 sayısında yer alan makaleme başvurulabilir.
Dünyamızı tehdit eden çeşitli tehlikeler karşısında ümitsizliğe kapılmamalıyız. Yeni teknolojilere sırtımızı dönmek, eski düzeni yeğlemek çözüm olabilir mi? Teknolojileri insanlığın onurlu ve hür yaşamasına uygun biçimde kullanmak, zararlı olabilecek gelişmeleri mukabil teknolojik buluşlarla nötralize etmeye çalışmak hedef olmalıdır. Bu nasıl sağlanacak? Formül basit: ulusal çıkarları dar çerçeveye hapsetmeyerek küresel iş birliği ve küresel mücadeleye öncelik vererek.
E. Büyükelçi Önder Özar