Ortak Akıl Politika Geliştirme

Türkiye’nin Yeni Dış Politikası Nasıl Olmalı? – A. Bülent Meriç

Klasik Yunan filozoflarından Aristoteles’in “Politika “ isimli eserinde geçen siyaset felsefesine göre, devlet siyasal bir birlikteliktir, siyasal bir bütündür. Bütün birliktelikler bir iyiyi, yani meşru bir hedefi amaç edindiği için, her siyasal birliktelik ortak bir iyinin peşinde koşar. Bu ortak iyi de devlettir. Aristoteles’e göre, devlet en yüksek iyidir, çünkü devlet herkesin iyi yaşaması ya da ortak mutluluğu için vardır.

Post-Rönesans dönemde Hobbes ve Aydınlanma Çağı’nda Kant ve Rousseau gibi düşünürlere de ilham vermiş bu anlayış, devletlerin politikalarının güçlü ve inandırıcı olabilmesi için gerisinde mutlaka  bir toplumsal mutabakat, bir ulusal birliktelik olması gerçeğini ortaya koymaktadır.

Türkiye’de, devletin politikalarının gerisindeki toplumsal birliktelik ve ulusal ruh maalesef zayıflamıştır.

Ötekileştirilmiş kesimler izlenilen politikaların meşru ulusal hedefler doğrultusunda olmadığı kanaatindedirler.

İslam birlikteliği ve dayanışmasının ulusal çıkarlarla çatıştığı dönemlerde, her zaman tereddütsüz birincisi tercih edilmiştir. Bu, mülteci politikasında ve sınırlı kaynakların kullanımında olduğu gibi, dış politikada da belirgin biçimde görülmektedir. Türkiye’nin dış politikasında temel hedef her zaman ulusal çıkarların korunması değil, ABD’in “Büyük Orta Doğu ve Kuzey Afrika Projesi”in (MENA) estirdiği rüzgar izin verdiği ölçüde, İslam coğrafyasında ihvan rejimlerini tesis etme ve ihvan birliğini sağlama olmuştur. Böylece, dış politikada hedeflerin ulusal güç ile orantılı olması prensibinden de uzaklaşılmıştır.

Dış politikada hedef kadar yöntem de önem taşımaktadır.

Ülkesinin İkinci Dünya Savaşı’ndan bir süper güç olarak çıkmasını sağlamış olan ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt, ‘Politikada hiç bir şey tesadüfen olmaz, olmuşsa öyle planlanmıştır.’ demiştir.

Planlama, izlenecek yöntemin tespit edilmesidir.

Türkiye, özellikle 15 Temmuz 2016 hain darbe girişiminden sonra doğru yöntemlerin bulunmasında da zorlanmaktadır. Öncelikle, dış politika ikinci plana atılmış, iç politikaya malzeme haline getirilmiştir. Diplomaside söylem, yabancı devlet adamlarının şahsiyetlerini ve şöhretlerini hedef alan biçimde keskinleşmiştir. Mesajların verilmesinde uygulanması gereken kademeleşme de ortadan kalkmıştır.

İkincisi, Türkiye yakın çevresinde oyun kurma, bölgesel sorunlarda arabulucu rolü oynama yeteneklerini kaybetmiştir. İçte yaşanan ekonomik sorunlar ve dışarıda imaj kaybına bağlı olarak yumuşak gücü zayıflamış; diplomaside “akıllı güç” olarak tabir edilen, belli sorunlara karşı uygun sert ve yumuşak güç karışımlarını bulmakta zorlanmaya başlamıştır.

Bunun sonucu, dış politikanın ”militerleşmesi” olmuştur.

Yetenekli meslekten kadroları marjinalleştirilmiş Dışişleri Bakanlığı, dış politika yapımında geri plana itilmiştir.

Uluslararası sistemdeki belli başlı merkezler arasında oynanarak, getirinin azamileştirilmesi olarak iftiharla lanse edilen politika, bugün Türkiye’ye karşı yöneltilen yaptırım tehditleri ve ültimatomlar neticesi, ‘ne yardan… ne serden ‘, sürekli taviz verilen; ülke içinde ise, algı yönetimiyle başarı olarak tanıtılan, Pirik Zaferlerle sonuçlanmaktadır. Türkiye’ye yaptırım uygulanmasını ya da ültimatom verilmesini gerektirecek durumların ne olduğu da toplumun zihninde net değildir. Bugün dış politika kararları, diplomaside “Tutarsız Aşamalık “ denilen metodla, Türkiye’ye karşı oynanan oyunlara ve yapılan tehditlere reaksiyon veren şekilde alınmaktadır.

Dış Politikanın yapımı olduğu gibi yürütülmesi de el yordamıyla götürülmektedir.

Büyükelçi makamı zayıflamıştır.

Devlet ile cemaatler de dahil olmak üzere, yurt dışında faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşları arasında koordinasyon son derece zayıftır. Her biri kendi görüşlerine göre değişik mesajları hedefe yöneltebilmektedir. Büyükelçiler, Merkez’in doğrudan iletişim kanallarını kullanarak yaptığı görüşmeler hakkında da yeterince ve zamanlıca bilgilendirilmemektedir.

Türkiye maalesef uluslararası toplumda marja atılmış ve yalnızlaştırılmıştır.

İlkbaharın çiçekleriyle süslediği Ankara’da pencereyi açıp, ülke dışına baktığımızda şöyle bir manzara ile karşılaşmaktayız:

  • Uluslararası sistemde ABD’in hegemonyası artık sona ermiştir. Sistem adım adım çok merkezliliğe doğru evrilmektedir. Merkezler arasındaki ilişkilere, küreselleşme nedeniyle, İkinci Dünya Savaşı sonrası Soğuk Savaşı’ndan farklılaşan, bu nedenle ‘Yeni Soğuk Savaş’ olarak isimlendireceğimiz gerginlik hakim olmuştur. Bu yeni ortamda, merkezler, ‘Melez Savaş’ olarak isimlendirilen, barış-savaş durumlarının ayrışmadığı şartlarda nüfuz alanı mücadelesi vermektedirler. Geçmişten farklı olarak, çok merkezli koşullarda, Yeni Soğuk Savaş, Türkiye gibi bölgesel güçlerin manevra alanını daraltmamıştır.
  • ABD’in MENA Projesi’nin yeni ortadoğu için hazırladığı Ilımlı Siyasi İslam Modeli, Mısır’da Temmuz 2013 askeri darbesinden sonra uygulanabilirliğini kaybetmiştir. Anılan proje, Rusya’nın Suriye ve Libya iç savaşlarına müdahale etmesiyle birlikte iyice çıkmaza girmiştir. ABD’in, MENA Projesi kapsamında, İsrail ile müttefik, Batı-yanlısı bir Kürt Devleti yaratma hedefinin olduğu zamanla belirginlik kazanmıştır. Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi’nin sağladığı merkez üzerinde kurulacak ve sınırları alandaki gelişmelere göre belirlenecek bu yeni devlet inşası projesi de, ABD’in Suriye bataklığına saplanmasıyla çıkmaza girmiştir. Bu bağlamda, ABD’in 1990’lı yıllarda Türkiye’ye ‘Federalizm’ fikrini dayatmış olduğu toplumsal hafızada canlıdır.
  • Uluslararası kazanımlarını, yükselen Çin ve militerleşen Rusya’ya karşı korumaya öncelik veren ABD, ilk defa Orta Doğu’da plansız, projesiz kalmıştır. Bölgede kendisine karşı olan devletlerin istikrarını bozmak için, bilinçli biçimde yarattığı etnik ve mezhepsel kırılmalar kökten dinciliği körükleyerek, aleyhine evrilmektedir. ABD bugün iki hedefe odaklanmıştır: İran ve Türkiye’nin çevrelenmesi ve İran’ın nükleer programının bir şekilde kontrol altına alınmasıdır. Türkiye’nin uzun yıllar kayıtsızlığının neticesi ortaya çıkan Doğu Akdeniz sorunu bu çevreleme politikasının bir uzantısı olmuştur.
  • Doğu Akdeniz’de İsrail-Yunanistan-GKRY üçlüsüne dayanan ABD’in partönerleri zayıftırlar. Bunlar arasında birliktelik henüz bir stratejik işbirliğine dönüşmemiştir. Bunlar kendi aralarında bir stratejik ortaklık tesis etseler bile, bölgedeki statükoyu değiştirebilecek imkan ve kabiliyetlere sahip değillerdir.
  • ABD ayrıca ‘Kanal İstanbul Projesi’ ile Montrö engelini aşarak, Karadeniz’de kalıcı varlık göstermeyi hedeflemektedir. Söz konusu devletin son yıllarda Yunanistan’da tesis ettiği üslerin sadece Türkiye’yi çevrelemenin araçları değil; Karadeniz’deki gücü besleyecek ara ikmal istasyonları olacağı netlik kazanmıştır.
  • Biden Yönetimi Transatlantik İlişkileri tamir etmeye çalışmaktadır. Bununla birlikte, Türkiye’ye yaklaşım hususunda ABD ve Avrupa arasında fikir birliği mevcuttur. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılım ortaklığı vizyonu ortadan kalkmıştır. Türkiye’yi mültecileri depolayan istikrarlı bir komşu olarak elde tutmak isteyen AB, ABD’nin ‘havuç ve sopa’ yaklaşımını desteklemektedir.
  • NATO’nun ortak savunma boyutu ve caydırıcılığı zayıflamıştır. 2008 Gürcistan ve 2013 Ukrayna savaşları İttifak’ın, üyelerinin değişik stratejik öncelikleri nedeniyle kolayca karar alamadığını göstermiştir. NATO, bir güvenlik diyaloğu ve acil kriz yönetimi formuna dönüşmektedir.
  • Rusya ise, 1993 yılından bu yana takip ettiği “Yakın Çevre Doktrini “ bağlamında, batı ve güney kuşağındaki nüfuz alanını pekiştirmektedir. Geçen yıl Kırgızistan ve Belarus’da seçimlerin yol açtığı olaylar, Rusya’nın yakın çevresindeki tampon alanı elinde tutma kararlılığını göstermiştir. Halihazırda Ukrayna ile devam eden gerginlik, Batı yanlısı bu devletin Karadeniz’e çıkışının kesilerek bir kara devletine dönüşmesine yol açacak savaşa evrilebilir. Rusya ayrıca, Suriye ve Libya’daki iç savaşlardan yararlanarak, Akdeniz’in sıcak sularına inmiştir.
  • Rusya’nın Türkiye’nin yakın çevresinde yarattığı donmuş ihtilaflar kolaylıkla sıcak çatışma alanları haline gelebilir. Buna Dağlık Karabağ da dahildir. Bu bölgede, geçen yıl Azerbaycan’ın lehine değişen statüko, hukuken bir barış güvencesine kavuşamamıştır.
  • Çin ise, “Yol ve Kuşak Projesi “ ile yumuşak gücünü kullanarak nüfuz sahasını Batı’ya doğru genişletmektedir. Avrasya Kuşağı Çin’i Türkiye’nin yakın çevresine indirecektir. İran ile yapılan 25 yıllık işbirliği anlaşması, Çin’e Orta Doğu’nun kapısının açıldığının habercisidir. Söz konusu devlet, Rusya ile birlikte yaptığı ortak askeri harekatlarla NATO’nun etki alanlarında varlık göstermeye başlamıştır.

Görüldüğü üzere, küresel siyaset sahnesinde önemli gelişmelerin çoğu Türkiye’nin yakın çevresinde meydana gelmektedir.

Bu coğrafyada aktif olan küresel, yarı-küresel ve bölgesel güçlerin bazıları doğrudan Türkiye’yi hedef almıştır.

Bunlardan bir kısmı Türkiye ile ya müttefiklik ya da stratejik işbirliği içerisinde olanlardır. Öncelikle, bu hipokrasiye son verilmelidir. Bunun için de dış politikada gizli gündemler ortadan kaldırılmalı ve Türk kamuoyu müttefikler ve stratejik işbirliği partönerlerinin Türkiye’ye karşı tavır almalarının arka planındaki gerçekler hakkında fikir sahibi olmalıdır. Bir diğer ifadeyle dış politika elitist çerçeveden çıkarılmalı, milletten güç alır hale getirilmelidir.

Buna bağlı olarak atılması gereken ikinci adım, dış politikanın toplumsal mutabakata dayanan bir Büyük Strateji’ye ya da Doktrin’e dayandırılması gereğidir. Bu konudaki görüşlerimi yurtseverlik.com sitesindeki köşemde 23 Şubat 2021 günü yayımlanan “Türkiye’nin Dış İlişkilerinde Nasıl Bir Büyük Strateji” başlıklı makalemde yer vermiş bulunuyorum.

Nasıl Bir Dış Politika?

Türkiye’nin yeni dış politikası Batı dünyası işbirliği anlayışı üzerinde kurgulanmalıdır. Kurucu liderimiz Atatürk’ün “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh Doktrini”in, demokrasinin, özgür yaşamın ve çağdaş medeniyetin kaynağı Batı ile işbirliği felsefesine dayandığı unutulmamalıdır. Ancak, köprünün altından çok su geçmiştir. Amerika olsun, Avrupa olsun, Batılı ortaklarımız, Orta Doğu’yu kendi küresel çıkarlarına göre yeniden dizayn edebilmek için, AB üyeliği hedefimizi de suistimal ederek, iç siyasetimize müdahale etmişler; üzerimizde sosyal mühendislik uygulayarak, etnik ve mezhepsel yapımızdaki fayları harekete geçirmişlerdir. Batı, güvenilir müttefik olmadığını Türkiye’ye göstermiştir. Bundan sonra Türkiye’nin Batı ile işbirliğini tek taraflı jestler ve tavizlerle değil, çıkarcı temelde yürütülmesi şarttır. Bir başka değişle Batı, Türkiye’nin kendisinden beklentilerini ne kadar karşılarsa, Türkiye de işbirliğine o kadar açık olmalıdır.

Bu çerçevede, AB ile ilişkilerimizde katılım ortağı statüsüne geri dönülmeli ve katılım müzakerelerine bırakıldığı yerden devam edilmelidir. Geri Kabul Anlaşması tamamen feshedilmelidir. Mülteciler alanında işbirliği, yük paylaşımı esasına dayanan 1954 BM Cenevre Sözleşmesi düzlemine çekilmelidir. Vize serbestisi katılım müzakerelerinin bir parçası haline getirilmelidir. Aleyhimize işleyen Gümrük Birliği Anlaşması da yenilenmelidir.

Brexit’ten sonra Türkiye’yi AB’e götürecek yol Almanya ve Fransa’dan geçmektedir. Başta Berlin ve Paris olmak üzere, bütün Avrupa başkentleri ile ilişkiler karşılıklı çıkar temelinde iyileştirilmelidir. Muhakkak ki; Avrupa’daki vatandaşlarını korumak Türkiye’nin hakkıdır. Ancak bu hak, ev sahibi ülkelere ideolojik müdahalelere zemin olmamalıdır.  AB ülkelerinde kamuoylarının tekrar kazanılabilmesi için modern, laik Türkiye Cumhuriyeti imajını tazeleyecek, yoğun kamu diplomasisi çalışması yürütülmelidir.

ABD, sürekli ikazlara rağmen, hala bir terör örgütü ile siyasi ve askeri işbirliği yapmak suretiyle sadece müttefiki Türkiye’nin çıkarlarına değil, uluslararası hukuka da aykırı davranmaktadır.

Bu küresel güç ile ‘Özel Stratejik Ortaklık’ ilişkisi artık ortadan kalkmıştır.

ABD, ülkemizin bütünlüğünü ve rejimini hedeflemiş terör örgütleri üzerindeki koruyucu rolünü ve bunlarla işbirliğini sona erdirmediği; Türkiye’ye karşı kuşatmayı kaldırmadığı takdirde, bu devlet ile ikili siyasi ve askeri işbirliğine derhal son verilmelidir.

Bu bağlamda, başta İncirlik üssü ve Kürecik radarı olmak üzere, ABD’in ülkemizde bulunan bütün tesisleri kapatılmalıdır.

Kanal İstanbul Projesi’nden behemehal vazgeçilmelidir.

Batı’nın küresel hakimiyetine karşı Rusya ve Çin arasında gelişen stratejik ortaklık dikkatlice takip edilmelidir. Her iki devlet ile ilişkilerimiz, ABD ve AB ile ilişkilerimizin gelişimine göre, dengeleyici birer faktör olarak kullanılmalıdır. İlişkiler, Batı ile tersine orantılı biçimde geliştirilmelidir. Bir alanda kayıp, simetrik olarak diğer yerde kazanç hanesine yazılmalıdır. Türkiye, Hindistan gibi, Rusya ve Çin’in Avrasya ve Asya-Pasifik coğrafyalarında oluşturdukları bütün uluslararası örgütlere en azında gözlemci üye statüsünde katılmalıdır. Bununla beraber NATO’dan kesinlikle ayrılınmamalıdır. Zira, oybirliği esasında çalışan bu teşkilattan ayrılma, NATO’yu, GKRY’nin de katılmasıyla bir Türkiye-karşıtı ittifak haline getirebilir.

Her hal ve koşulda, Rusya’nın Batı ve Güneyindeki tamponu pekiştirme; Çin’in ise Avrasya Kuşağı’nı oluşturma çalışmalarına engel olunmamalıdır.

Türkiye, oyun sahasını değiştirmeye yakın çevresinden başlamalıdır. Bu kapsamda Orta Doğu başta gelmektedir. Suriye ve Libya’daki iç savaşlara müdahale edilmesinden vazgeçilmelidir. Suriye’de şartlı olarak Esad rejimi ile ilişkiler yeniden tesis edilmelidir. Bunların başında da yeni anayasal düzenlemede federalizmden kaçınılması olmalıdır. Esasen Suriye rejimi de federalizme sıcak bakmamaktadır.

Yine, PYD/YPG ile işbirliği yapılmaması şartıyla, İdlib de dahil olmak üzere, Suriye’de Türkiye’nin kontrolü altındaki bölgeler aşamalı biçimde merkezi hükümet kuvvetlerine devredilmelidir.

Böylece, ABD’in Suriye’de oyun alanı tamamen ortadan kalkmış olacaktır. Libya’da ise, ulusal mutabakat hükümetinin desteklenmesine  devam edilmelidir.

Orta Doğu’da ABD tarafından, İran-Suudi Arabistan ekseninde ortaya çıkarılmış bulunan Şii-Sünni çatışmasına taraf olunmamalıdır. Ayrıca, Araplar arası meselelerde de taraflara eşit mesafede kalınmalıdır. İran’ın nükleer programı, İsrail’in “nükleer belirsizlik” politikası altında elinde tuttuğu, miktarı bilinmeyen nükleer yeteneklere cevap niteliğindedir. Bu sorun ancak, Orta Doğu’nun “Kitle İmha Silahlarından Arındırılmış Bölge” yapılmasıyla kalıcı çözüme kavuşabilir. Türkiye, taraf tutmadan böyle bir rejimin tesis edilmesi için çalışmalıdır. Bunun yanı sıra, Bölgede güvenlik ikilemi psikolojisinin kırılması için, bir Güvenlik Diyaloğu Formu ve bir Güven ve Güvenlik Artırıcı Önlemler rejimi oluşturulmasında ön alınmalıdır.

Doğu Akdeniz’de Yunan/Rum oyunlarının bozulması için, Mısır ve İsrail başta olmak üzere, kıyıdaş devletlerle geleneksel işbirliği ortaklıkları canlandırılmalıdır. Bu noktada İsrail’e nasıl yaklaşılacağı önemlidir. ABD’de Biden Yönetimi ile birlikte Evangelist-Siyonist dayanışması ortadan kalkmıştır. Bunun neticesi, İsrail’de Binyamin Netanyahu zayıflamıştır. İsrail ile bir yanda normalleşme sağlamaya çalışırken, diğer yanda Netanyahu ile birlikte Siyonistlerin ‘Büyük İsrail’ planına karşı çıkan, sol eğilimli siyasi gruplarla daha derinlemesine bir işbirliğinin zemini hazırlanmalıdır.

Ayrıca, AB’nin Akdeniz ortaklığı devletleriyle ilişkiler ikili çerçevede geliştirilmeli ve mümkün olduğu ölçüde, Münhasır Ekonomik Bölgeler oluşturulması temelinde deniz yetki alanları anlaşmaları yapılmasına devam edilmelidir. Bölgede Yunan/Rum ikilisinin son 18 yılda elde ettikleri üstünlüğün kırılabilmesi ve AB’in bu sorun karşısında tarafsız hale getirilebilmesi için, özellikte Fransa ve İtalya ile ilişkilerimizin derinleştirilmesine odaklanılmalıdır.

İtalya ile özel ilişkiler, Balkanlar’daki Yunan nüfuzunun kırılması için de yararlı olacaktır. Balkan devletlerinin çoğu, Türkiye gibi AB’nin kapısında bekletilmektedirler. Bunlarla, bir siyasi diyalog formu potasında birliktelik sağlanmalıdır.

Karadeniz’in, Montrö Antlaşması ile tesis edilmiş özel statüsü özenle korunmalıdır. Ayrıca, Karadeniz Ekonomik İşbirliği Konseyi (KEİ), Blackseafor, Karadeniz’de Güven ve Güvenlik Artırıcı Önlemler rejimi gibi, geçmişte Türkiye’nin öncülüğünde oluşturulmuş bulunan işbirliği forumları aktif halde tutulmalıdır.

Dağlık Karabağ’da statükonun Azerbaycan’ın lehine değişmiş olması, Güney Kafkasya’da yeni fırsatlar ortaya çıkarmıştır. Bundan yararlanılarak, Kafkaslar’da Türkiye ve Rusya’nın da üye olacakları bir Güvenlik ve İşbirliği Formu kurulması için ön alınmalıdır. Bunun için Ermenistan ile bir diyalog kanalı açılması şarttır. Dağlık Karabağ savaşından sonra siyasi istikrarsızlık yaşayan ve ekonomik güçlükler içerisinde girmiş bulunan Ermenistan’ın, sözde soykırım saplantısına saplanmış olan diasporaya bağımlılığının zayıflatılması hedeflenmelidir.

Orta Asya Cumhuriyetleri arasındaki sorunlara taraf olunmamalıdır. Türk soyu temelinde birlikteliğin, jeostratejik gerçekler karşısında ancak belli sınırlar içerisinde sağlanabileceği unutulmamalıdır. Bölge ile ilişkilerimizin daha ziyade ikili temelde geliştirilmesine gayret gösterilmelidir.

Böylece, yakın çevremizde bir barış ve istikrar kuşağı, Türkiye’ye muhasım çevreler izole edilerek, adım adım tesis edilmiş olacaktır.

Latin Amerika, Afrika ve Asya-Pasifik coğrafyaları Türkiye için, stratejik bakımdan iç kuşaktaki gelişmeleri etkileyebilecek dış kuşağı oluşturmaktadırlar. Türkiye, söz konusu bölgelerdeki gelişmeleri de takip etmek zorundadır. Ayrıca, bu üç bölgenin yükselen ekonomileri ile serbest ticaret anlaşmaları yaparak ya da mevcut bölgesel serbest ticaret rejimlerine katılarak, pazarlarını çeşitlendirmelidir.

Ve son söz: Türkiye’nin yeni dış politikası, toplumsal mutabakat temelinde  şeffaf ve ulusal olmalıdır.

Kaynak : yurtseverlik.com

A. Bülent Meriç

Sosyal Medya

Bizi takip edin, birlikte daha güçlüyüz...