SOSYAL KALKINMA MASASI
KOORDİNATÖR: HASAN GEMİCİ
KATKI SUNANLAR: YADİGAR GÖKALP İLHAN
TÜRKİYE’DE SOSYAL DEVLET, SOSYAL YARDIM POLİTİKALARI
En basit tanımı ile sosyal devlet toplumun zayıf kesimlerini gözeten, dar gününde yurttaşının yanında olan devlettir.
Bize göre Türkiye’de Sosyal devletin temel amaçları; dengeli sosyo-ekonomik kalkınma temelinde işsizlik ve yoksullukla mücadele edilmesi, gelir dağılımındaki adaletsizliklerin giderilmesi, tüm yurttaşların eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik haklarına kavuşturulması, hayatın her alanında ve herkes için fırsat eşitliğinin, toplumsal barışın, huzur ve güvenliğin sağlanmasıdır.
Büyük Önder Atatürk‘ün “ kimsesizlerin kimsesi “ olarak tanımladığı Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kuruluşundan itibaren olanakları ölçüsünde sosyal devlet olma çabası içinde olmuştur.
Yoksulluk, tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de hala tamamen ortadan kaldırılamayan ve hatta tekrar mutlak yoksulluğa doğru evrilen en önemli sorunlardan biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Dünya nüfusunun yaklaşık yarısı yoksulluk sınırının altındadır. Asya ve Afrika ülkelerinde yoksulluk çok daha belirgin bir şekilde kendini göstermektedir. Dünyada yoksullukla mücadele eden Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler, Dünya Sağlık Örgütü (WHO), Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Teşkilatı (OECD) gibi çeşitli kuruluşlar bulunmakta, bu kuruluşlar farklı alanlarda ve farklı yöntemlerle yoksullara yardım elini uzatmaya çalışmaktadır. Son yıllarda uluslararası sivil toplum kuruluşları da aynı amaçlarla uluslararası fon kaynaklarından yararlanarak yerelde yardım çalışmalarını artan bir şekilde devam ettirmektedirler.
Sosyal yardımların, hedef kitlesi içerisinde yer alan risk altındaki grupların sürekli yardımlarla yaşayan tüketici bir kitle konumdan çıkartılarak, üretici bir konuma dönüştürülmeleri amacına yönelik kullanılmasına ağırlık vermek gerekmektedir. Bu çerçevede, söz konusu riskli grupların proje destekleri ile iş kurmaları ve üretim sürecine katılmaları sağlandığında, sosyal yardımlara duyulan ihtiyaçlar azalacak ve bu iş için ayrılan mali kaynaklar üzerindeki baskılar da hafifletilmiş olacaktır.
Sosyal yardımların veriliş amacına uygun kullanılıp kullanılmadığı, sosyal yardımın verilmesine neden olan gereksinimin devam edip etmediğinin ve etkinliklerinin kontrol edilmesi gerekmektedir. Bir diğer anlatımla, Sosyal yardımların etkinlik, verimlilik ve yerindelik ilkeleri çerçevesinde yapılıp yapılmadığının; sosyal yardımların gerçek hak sahiplerine ulaşıp ulaşmadığının kontrolünü sağlamak için yerinde sosyal inceleme mekanizmaları geliştirilmelidir. Aksi takdirde, kamu kaynakları israf edilmiş ve mükerrer yardımların artmasına zemin hazırlanmış olur.
Bu alanda yapılan harcamalara bakıldığında, çıkan krizler ve yaygınlaşan yoksulluk için artan riskler karşısında giderek daha fazla kaynağa ihtiyaç duyulmakta ve bunlara azımsanmayacak oranda kaynak tahsis edilmektedir. Ne var ki, söz konusu kaynakların yoksulluk zincirinin kırılmasında ne kadar etkili olduğu takip edilememekte ve dağınıklıktan kaynaklanan mükerrer harcamalar azımsanmayacak miktarlara çıkmaktadır. Bu durum yoksulluğun ortadan kaldırılması açısından daha etkin programların yapılmasını ve sürdürülmesini zorlaştırmaktadır. Sosyal Güvenlik Sisteminin etkin bir şekilde işletilmesi, yoksullukla mücadeledeki başarının temelini oluşturacaktır.
Ülkemizde, sosyal hizmet ve sosyal yardımlar primli ve primsiz sistemler olarak yürütülmektedir. Primli sistem karşılığında bir bedel ödeyerek yararlanılan, primsiz sistemler ise bedel ödenmeden yararlanılan sistemlerdir. Bağkur, Emekli Sandığı ve Sosyal Sigortalar Kurumları‘nca yürütülen primli sosyal güvenlik hizmetlerini tek çatı altında toplayan 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Yasası 01.10.2008 tarihinde yürürlüğü girmiştir.
Sosyal Yardımlar ise, Cumhuriyetin ilk yıllarından başlayarak Türkiye Kızılay Derneği, Darülaceze Kurumu, Çocuk Esirgeme Kurumu ile Türk Hava Kurumu gibi bazıları yarı kamusal niteliğe sahip – bütçeleri kamudan aktarılan kaynaklar ve yurttaşların bağışları ile oluşan – kuruluşlar üzerinden yürütülmüştür.
1960 Anayasası‘nın laik, demokratik, sosyal hukuk devleti olma temel ilkesi doğrultusunda ekonomik ve sosyal kalkınma Anayasal bir kurum olarak Planlamaya bağlanmış, bu çerçevede yapılan beş yıllık kalkınma planları ile “sosyal devletin” görev ve sorumlulukları daha şeffaf ve görülebilir hale getirilmiştir.
Primsiz Sosyal politikalar açısından belki de en önemli düzenleme 1976 yılında yürürlüğe giren, 2022 sayılı “65 Yaşını Doldurmuş, Muhtaç, Güçsüz ve Kimsesiz Türk Vatandaşlarına Aylık Bağlanması Hakkında Kanun” dur. Zira bu düzenleme ülkemizde doğrudan kamu tarafından finanse edilen, kapsamı belirgin ve bu anlamda çağdaş nitelikli ilk sosyal yardım düzenlemesidir.
Yine 1992 yılında uygulamaya konulan Yeşil Kart, her ne kadar bazı yönlerden tartışılsa da, hak temelli ve çağdaş bir sosyal hizmet olarak nitelendirilebilir.
Yeşil Kart uygulamasından, hiçbir sosyal güvenlik kurumunun güvencesi altında olmayan yoksullar yararlanmış, bunların tetkik ve ilaç giderleri ile ayakta veya yataklı tedavileri Sağlık Bakanlığı’na bağlı hastanelerde ve sevk edilmeleri durumunda üniversite hastanelerinde ücretsiz olarak yapılmıştır. Bu uygulama, 2012 itibariyle yerini Genel Sağlık Sigortasına bırakmıştır.
Devletin yoksullukla mücadelede en önemli aracı ve mali kaynağı olan Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu, 29 Mayıs 1986 tarihinde Turgut Özal Hükümeti tarafından 3294 sayılı yasa ile kurulmuştur. Yasada Fon’un amacı, “fakru zaruret içinde ve muhtaç durumda bulunan vatandaşlar ile gerektiğinde her ne suretle olursa olsun Türkiye’ye kabul edilmiş veya gelmiş olan kişilere yardım etmek, sosyal adaleti pekiştirici tedbirler alarak gelir dağılımının adilane bir şekilde tevzi edilmesini sağlamak, sosyal yardımlaşma ve dayanışmayı teşvik etmek” olarak belirtilmiştir. Yasada Fon için belirlenen gelir kalemleri şunlar olmuştur:
Bakanlar Kurulu Kararıyla diğer fonlardan %10’a kadar aktarılacak ödenekler, gelir ve kurumlar vergisi hasılatının %2,8’i, trafik para cezalarının % 50’si, RTÜK gelirlerinin % 15’i, bütçeye konulacak ödeneklerle her türlü bağış ve yardımlardır.
Fon kaynaklarının 1990 yıllardan itibaren amacı dışında zaman zaman %90 ‘ı aşan oranda genel bütçeye aktarıldığını görüyoruz. 1997 yılında kurulan Anasol-D hükümetleri ile birlikte bu uygulamadan dönülmüş, daha sonraki yıllarda fondan nüfusun en düşük %5 gelir grubuna yönelik eğitim, sağlık, barınma, yakacak giyim vb yardımları ile periyodik ve münferit olarak yaklaşık 2,2 milyon aile desteklenmiştir. Bu dönemde yoksul insanların yoksulluktan kurtulmaları ve başkasına muhtaç halden kurtulmaları için küçük istihdam projelerine ağırlık verilmiştir. 2002 yılına gelindiğinde Fondan 254 bin yoksul üniversite öğrencisine karşılıksız burs (Başbakanlık Bursu) verilmekteydi.
Aynı dönemde Kredi Yurtlar Kurumu’ ndan kredi alan öğrenci sayısı 335 bindir.
17 Ağustos Marmara Depremi ve 2001 ekonomik krizi, ekonomik ve sosyal alanda büyük sıkıntılar oluşturmuştur. Faizler aniden ve rekor düzeyde fırlamış, binlerce işyeri kapanmış, yüzbinlerce kişi işsiz kalmıştı. Türkiye’nin bir sosyal patlamanın eşiğinde olup olmadığı tartışılmaya başlanmıştır. 2001 yılında bu atmosferde krizin yoksul aileler üzerindeki ekonomik etkisini azaltmak ve yoksullukla mücadele eden kamu kurumların kurumsal kapasitelerini güçlendirmek üzere Dünya Bankası’ndan 500 milyon dolar tutarında kredi alınmış ve Sosyal Riski Azaltma Projesi (SRAP) başlatılmıştır. Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu’nun uygulamacı kuruluş olduğu proje, “Hızlı Yardım, Şartlı Nakit Transferi, Kurumsal Kapasitenin Geliştirilmesi ve Yerel Girişimler” olmak üzere, birbirini tamamlayan dört bileşenden oluşturulmuştur.
Bu proje ile çocuk ölümlerini ve hastalanma oranlarını azaltmak, temel sağlık ve beslenme hizmetlerinden yeterli düzeyde yararlanamayan 0- 6 yaş grubunda yer alan çocukları güvence kapsamına almak amacıyla, sağlık muayenelerini yaptırmaları şartıyla ailelere düzenli nakdi para transferi yapılmaya, yine maddi olanaklarının yetersizliği yüzünden çocuklarını okula gönderemeyen ailelere, ilk ve ortaöğretime giden çocuklarını okula düzenli olarak devam ettirmeleri şartıyla her ay nakdi olarak yardım yapılmaya başlanmıştır. Ayni ve nakdi yarımlar ve yararlanan kişi sayısı arttırılmıştır. SRAP projesi ile SYDTF, SHÇEK ve Sosyal Yardımlaşma Vakıfları’nın kurumsal yapıları güçlendirilmiş ve fon tarafından zaten yapılmakta olan sosyal yardımlar ve projeler daha ölçülebilir ve denetlenebilir bir şekilde hak sahiplerine ulaştırılır hale gelmiştir.
Dünya Bankası’ndan alınan kredinin 2002 yılı sonuna kadar 120 milyon doları kullanılmıştır. AKP Hükümetleri iktidara geldiklerinde hazır buldukları 380 milyon dolar kaynakla SRAP projesini sürdürmüşler ve 2003-2010 yılları arasında iyileşen ekonomiye bağlı olarak her sene bu alandaki harcamaları ve yararlanan kişi/aile sayısını arttırmışlardır. Bu dönemle ilgili en büyük eleştiri konusu daha önce sosyal devlet olma sorumluluğu içinde ihtiyaç sahibi insanlara yurttaş olmalarından kaynaklanan hakları olarak yapılan bu sosyal yardımların bir lütuf/iane anlayışı İle verilmesi siyasi propagandalara alet edilmesi olmuştur.
Sosyal Riski Azaltma Projesi’nin tasarlanmasının en önemli amaçlarından bir tanesi her aileye aynı tip yardımların yapılmasından ziyade ailedeki kişilerin sayısı, eğitimleri, kapasiteleri ve ihtiyaçları göz önünde bulundurularak yardım modellerinin geliştirilmesiydi. Ancak, projenin ikinci fazına devam edilmesi o dönemde Devlet Planlama Teşkilatı tarafından engellendiği için projenin bu anlamda sistemi etkilemesi ve devamının sağlanması mümkün olmamıştır. Örneğin, gelir getirici proje destekleri giderek azaltılmış ve DPT’nin SODES projesi altında ortaya attığı projeler yoksulluk döngüsünü kırmaktan ziyade seçim propagandası amacıyla kullanılan göz boyama aktivitelerinden öteye geçememiştir. Dolayısıyla, yıllar itibariyle sosyal yardım amaçlı kullanılan kaynak miktarları yükselmiş, yoksul sayısı her geçen gün artmış üstelik AKP Hükümeti bunu bir övünç meselesi gibi anlatmaya başlamıştır.
Ülkemizin sosyal politika tarihsel sürecinde 1990 yılında Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü, Aile Araştırma Kurumu ve 1997’de Özürlüler İdaresi Başkanlığı Kurulması ve bu Kuruluşların Başbakanlığa bağlanması, konuya verilen önem ve sonuçları itibarı ile ciddi gelişmeler sağlamıştır. Başbakanlığa bağlı olarak kurulan bu kurumların daha sonra Aile Bakanlığı bünyesinde birer genel müdürlüğe dönüştürülmesi ise performanslarını olumsuz yönde etkilemiştir.
KSSGM, kadın sivil toplum örgütleri ile yakın işbirliği içinde ülkemizde kadın erkek eşitliği ve kadının insan hakları alanında gelişmelere, yasal düzenlemelere öncülük etmiştir.
Aynı süreçte Özürlüler İdaresi Başkanlığı, toplumda engellilerle ilgili geniş bir duyarlılık yaratılması ve önemli yasal düzenlemeler yapılmasına öncülük etmiştir. Türkiye, özellikle 1997-2010 yılları arasında doğal afet ve ekonomik krizlerin hemen sonrasında gerekli tedbirleri alarak sosyal koruma alanında yapılan harcamaları artırmış, bunun yanı sıra yoksullukla mücadelede yeni modeller geliştirerek ya da uyarlayarak ülkemizde sosyal patlamanın, ya da mutlak yoksulluk sınırı altında kalan kişi sayısının artması gibi risklerin oluşmasını engelleme yolunda önemli adımlar atmıştır. Ancak özellikle 2008 yılı sonrasında siyaset ve bürokraside liyakat dışında göreve getirme ve atamalar neticesinde başarılan olumlu çalışmalar da son bulmuştur. Bu bağlamda yoksullukla mücadele açısından planlı politika demetleri sürdürülemediği için, çok daha yaygın ve derin bir yoksulluk dalgası, daha geniş toplum kesimlerini etkisi altına almaya devam etmektedir.
Ayrıca, 2007 yılına kadar, yoksullukla mücadelede Türkiye’de uygulamaya geçirilen yeni bazı programların etki değerlendirme araştırmalarının son derece objektif ve bilimsel yöntemlerle etki değerlendirme araştırmalarının yaptırılmış olması, konunun çözümüne son derece ciddi ve kararlı adımlarla bir yaklaşımda bulunulduğu görüntüsü vermiştir.. Ancak, elde edilen araştırma sonuçları uygulamaya yansıtılamamış ve mücadeleye kararlılıkla devam edilmesi sekteye uğramıştır.
Bu nedenle, ülkemiz için sosyal yardım politikalarının belirlenmesinde sosyal hukuk devleti ilkesinden hareketle yoksullukla mücadele hedeflerinin gerçekleşmesinde devletin asli sorumluluğunu önde tutarak, sivil toplum kurumları ve özel sektör ile sorumluluğun paylaşıldığı bir model geliştirilmelidir. Yoksullukla mücadelede devletin temel sorumlu olması ve sosyal yardımların öncelikli olarak bir lütuf veya hayırseverlik değil ‘insan hakları’ temelinde yapılması anlayışı Türkiye’de mutlaka yerleştirilmeli, esas olmalıdır.
Bütün bu süreçte Fon merkezli olarak yürütülen tüm çalışmalar adeta yoksulluğu sürdürülebilir – sosyal patlamayı önleyecek – düzeyde tutmaya yaramıştır. Bunun temel nedeni bazı projeleri istisna tutmakla birlikte yoksulları bütünüyle yapıya bağımlı kılmaktan kurtaracak bir mekanizmanın yakın zamana kadar tam olarak geliştirilememiş olmasındadır. AKP hükümetlerinin bu alandaki politikalarına paralel olarak yoksul vatandaşların önemli bir bölümünü düşük miktarlı ayni ve nakdi yardımlarla bir bakıma bağımlı hale getirilmiş olması da bir sorun olarak karşımızda durmaktadır.
Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıflarının kurumsallaşamaması sorunlardan birisidir. Bu vakıfların mekan, araç, gereç ve elaman yetersizlikleri hizmetlerin görülmesinde önemli sorunlar yaratmaktadır. Vakıflarda çalışan personelin nitelik ve özlük sorunları da personel rejimi üzerinde yapılan birçok düzenlemeye rağmen bu düzenlemelerin dışında bırakılmış ve çözüme kavuşturulmamıştır. Oysa, yerelde ihtiyaç sahibi olan kişilere ilk uzanan el bu vakıflarda fedakarca çalışan personelin elidir. Bu personelin emeklerinin karşılığını hakettiği şekilde almalarının yanı sıra, il ve ilçelerde yoksulluk, sosyal yardım ve hizmetlerin ağırlıklı olarak Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı‘na bağlı uzman kuruluşlarca ve alanda uzman kişilerce sayılarının artırılarak desteklenmesi ve bireylere ve ailelere yapılan yardımların sadaka değil hak temelli olarak ve hak ettiği şekilde aynı zamanda yoksulluk zincirini kırmayı sağlayacak şekilde yapılmasının sağlanması gerekmektedir.
Yoksullukla mücadele ve sosyal yardım alanında dünyanın her ülkesinde yerel şartlara uyarlanmış çeşitli uygulamalar mevcuttur. Örneğin Brezilya’daki Fome Zero (Sıfır Açlık) programının bir parçası olan Bolsa Familia (Aile Ödeneği) uygulamasında yaklaşık 7,5 milyon aileye şartlı nakit yardımı yapılmıştır. Yine dünyanın çeşitli bölgelerinde benzer şekilde kırsal yoksulluğun azaltılması için; kırsal alanda ücretli iş ve istihdamı artırıcı programlar, işle beraber sağlanan gıda desteği, kırsal kesimdeki evsizlere barınma ve ev sağlanması, ulusal sosyal güvenlik sistemini geliştirme, toprak reformları, kendi işinin sahibi olmak isteyenleri parasal olarak ve bilgi açısından güçlendirme (başarılı mikro-kredi sistemi uygulaması) gibi uygulamalar daha da geliştirilmelidir.
Diğer bazı ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de sosyal yardım programlarının sosyal yardım alanların işgücü piyasasına katılımını engellediği, üretkenliğin önünde engel teşkil ettiği ve tembelliğe sevkettiği yönündeki tartışmalar zaman zaman yaşanmaktadır. Ancak, temel bazı ihtiyaçların karşılanamadığı durumlarda kişilerin üretken olabilmesi zaten son derece güçtür. Altyapı olanaklarının yetersiz olduğu yerlerde desteklenecek iş kurma projeleri sürdürülebilir olamayacağı gibi eğitim, mesleki rehabilitasyon, kişilerin iş yapabilme kapasitelerinin artırılmasına yönelik birtakım faaliyetlerin yer almadığı durumlarda gelir getirici projelerle destekleme ya da işgücü piyasasına dahil etme çabaları başarısızlıkla sonuçlanacaktır.
Ayrıca, ülkemizde normal koşullarda bile iş kurma maliyetleri çok yüksek ve iş kurma bürokratik süreçleri uzun bir vakit aldığı için, ekonomik ve sosyal yoksunluk içerisindeki kişilerin girişimcilik özelliklerini öne çıkarabilmeleri riskli ve zor görünmektedir. Sosyal yardım kapsamında bulunan kişilerin kayıtlı sistemde kendi ayakları üzerinde durabilir hale gelebilmeleri için bazı ek teşvikler faydalı ve destekleyici olabilir. Örnek olarak, bir işyerinin açılmasındaki süreçler ve ortalama maliyetlere bakacak olursak; işyeri açma işlemi ortalama 3-5 gün sürmektedir. (Geçmiş dönemlerle kıyaslandığında burada hızlı bir ilerleme kaydedildiğini görmekteyiz. Toplam maliyet ise 2500 TL civarında olmaktadır.)
İş kurma desteklerinden yararlanan kişilerin, kendileri ve yanında çalışan kişiler için ödeyecekleri sigorta primleri ile gelir vergisi ödemelerinin en azından aldıkları destek miktarının geri ödemesi tamamlanana kadar işsizlik fonundan karşılanması yardım alan kişilerin işgücü piyasasına katılımlarının sağlanması açısından önemli bir teşvik olacaktır.
Türkiye’de de sosyal güvenlik alanında yapılan mevzuat düzenlemeleri ve reform çalışmalarının bir benzerinin yoksullukla mücadelede gösterilen tüm çabaların daha etkin yürütülebilmesi açısından, sosyal yardımlar alanında da gerçekleştirilmesi kaçınılmaz görünmektedir. Türkiye’de halen farklı kuruluşlar tarafından yürütülmekte olan sosyal yardım faaliyetlerinin; yapılacak düzenlemeler ile kurumsal olarak tek çatı altında toplanması, bu alanda etkin bir koordinasyon sağlanarak kurumlar arası iletişimin güçlendirilmesi, muhtemel mükerrer yardımların önüne geçilmesi, sosyal dışlanmanın giderilmesi, kurumsal denetimin etkin bir şekilde yapılması, yardımların dağıtımında eşitlik ilkesinin göz önünde bulundurulması, kayıt dışı sosyal yardımların kayıt altına alınması ve yardım yapılan hanelerin primli sisteme geçişlerinin teşvik edilmesi, sosyal yardım sisteminde yapılması zorunlu olan reformun temelini oluşturmalıdır. Sadece kamu kaynaklarının değil bağış mekanizmalarının da geliştirilmesi için şeffaflık koşununda ciddi çalışmaların yapılması gerekmektedir. Aksi halde kamu kaynakları her geçen gün artan yoksulluk karşısında yetersiz kalacaktır. Örneğin, afetler sonrası toplanan yardımların dağıtılıp dağıtılmadığı eğer dağıtıldı ise hangi yöntemlerle dağıtıldığı konusunda muhalefet partileri ve toplumun büyük bir kısmında şüpheler mevcuttur. Soma maden faciası sonrasında toplanan bağışların, ki en kolay dağıtılabilecek bir durum söz konusu iken, aradan yıllar geçmiş olmasına rağmen halen tartışılan bir konu olması insanları daha güvendikleri başka yol ve yöntemlere sevk etmektedir. Oysa en güvenilir olanın devlet olması gerekmez mi?
Yapılacak düzenlemeler ile sosyal yardımları bir lütuf değil “hak” olarak ele alan, toplumsal cinsiyet, etnik köken, engellilik ve yaşa bağlı olarak ortaya çıkabilecek yoksulluk ve sosyal dışlanma ile topyekûn mücadele eden ve etkinliği sağlıklı izleme değerlendirme programları ile ölçülebilen bir sistem kurulmalıdır. Kurulacak bu sistemde, ülkemizde yardım yapan kamu idareleri ile diğer kuruluşların farklı kriterlere göre belirlediği hak sahipleri objektif ve bilimsel yöntemler baz alınarak belirlenmelidir. Yine 2001-2007 yılları arasında kurulan hak sahibi belirleme puanlama sistemi revize edilmeden, yeni ekonomik parametreler ve mutlak yoksulluk sınırları baz alınmadan aynı şekilde kullanılmaya devam edilmektedir. Ayrıca, daha sonra entegre edilmesi planlanan ancak entegre edilmeyen ya da edilemeyen belediye yardımları da hala sistem dışı tutulmaktadır. Oysa gerçek hak sahiplerini belirlemede ya da daha etkin rakamlarla yoksulluğu geçici çözümlerle geçiştirmek yerine daha adil ve kalıcı ve tamamen ortadan kaldırmaya yönelik bütüncül bir sistem kurulabilirdi.
Mevcut sistemde uzun ve bazen kamu vicdanını zedeleyici boyutta olan sosyal yardım yapma süreci, bilişim teknolojilerinin etkin kullanılması suretiyle kısaltılmalı, bürokratik işlemler azaltılmalı ve seyrek aralıklarla verilen yardımlar düzenli nakdi yardımlar haline getirilmelidir.
Yapılacak reformun amacı, sosyal korumanın sağlanması için sosyal güvenlik sistemi ile bütünleşik yapı oluşturularak mükerrerliğin ve diğer istismarların önlenmesi, kaynakların etkin kullanımı, ortak veri tabanı ile uluslararası standartlara uygun veri toplanmasının sağlanması, bilimsel yöntemlerle geliştirilmiş muhtaçlık ölçümü ile tüm muhtaç ve savunmasız kesimin belirlenerek sosyal içermenin sağlanması, vatandaş odaklı sosyal yardım anlayışı ile bürokrasinin azaltılması, kısa, basit ve uygulanabilir iş süreçlerinin geliştirilmesi, ortak veritabanı sayesinde insandan bağımsız, şeffaf, standart ve kurumsal denetim mekanizmalarının kurulması, sade ve toplulaştırılmış mevzuat sayesinde vatandaşın sisteme erişilebilirliğinin artırılması, sosyal yardımların düzenli periyotlarla ve ihtiyacı karşılayacak ve yoksulluk zincirinin kırılmasını sağlayacak düzeyde verilmesi, farklı kurumlara başvurularak yapılabilen sosyal yardımların tek bir başvuru noktası ile sonuçlandırılması, “bireye yardım” modeli yerine “haneye yardım” modeline geçilmesi, Sosyal Güvenlik Reformu ile merkezde kurulan tek çatının devamı ve son ayağı olarak yerelde sosyal yardım uygulamalarını yürüten kamu idarelerinin “tek çatı” altına alınması, mahalli idarelerin sosyal yardım konusunda disipline edilmesi, sivil toplum kuruluşlarının bağış toplama ve dağıtmadaki usül ve esaslarının belirlenmesi ve özel sektörün sosyal sorumluluk alanında gerçekleştirdiği yardımların izlenebilmesi, mahalli idarelerin belirtilen standartlara uygun yönergelerle sosyal yardım yapmaları ve bunları ortak veri tabanına zorunlu olarak girmeleri, sosyal incelemelerin tek kamu idaresi tarafından standart yöntemlerle yapılması, sosyal yardım tavanı uygulamasının getirilerek işgücü piyasasına imkan oluştuğunda katılımın teşvik edilmesi olmalıdır.
Böylece, kamu kuruluşları tarafından yapılan süreli ve sürekli yardımların tamamı yeni yapıya devredilecektir, yeni yapıda yerelde işlemler aile sosyal yardım merkezleri haline getirilerek, tüm muhtaç ve savunmasız kişilerin belirlenmesi amacıyla bilimsel yöntemlerle geliştirilmiş muhtaçlık ölçümü yöntemi kullanılacak ve ulusal boyutta sosyal yardımlar ile ilgili tüm verileri içeren ortak veri tabanı kurulması uygun olacaktır.
Mevcut sosyal yardım türlerinin tamamı kaldırılarak “Aile Yardımı” adı altında tek bir yardım türü getirilmesi, illerde sosyal yardım faaliyetlerini yürütecek, oluşturulacak örgütsel yapıya bağlı “Aile Sosyal Yardım Merkezleri”, ilçelerde ise bu merkezlere bağlı olarak hizmet verecek olan “Aile Sosyal Yardım Büroları” kurulması işlemlerin daha etkin yürütülmesini sağlayacaktır.
Oluşturulması öngörülen örgütsel yapı tarafından; hanede yaşayan kişilerin sayısı, yaşı, cinsiyeti, sağlık ve psiko-sosyal durumu, eğitim düzeyi, her türlü gelir-gideri, harcamaları, taşınırları, taşınmazları ve maddi değeri olan hakları, yaşam şartları ile çevresel unsurlar göz önüne alınarak başvuru sahipleri puanlamaya tabi tutularak, muhtaçlık ölçümü puanlaması sonucunda, belirli bir kesme noktasının altında puan alan ailelerin muhtaç olduğuna karar verilebilir. Bu yöntem zaten Şartlı Nakit Transferi programı için geliştirilmiş ve halen kullanılmaya devam edilmektedir. T.C Kimlik numarası temelinde, ihtiyaç sahibi hanede yaşayan tüm bireylerinin bilgilerini içeren, “Muhtaçlık Ölçümü” ve sosyal inceleme sonucu elde edilen bilgileri içeren, verilen sosyal yardımlara ilişkin idari bilgiler ve benzeri bilgilerden oluşan, ulusal boyutta bir ortak veri tabanı oluşturulması, sivil toplum kuruluşlarına sosyal yardım yapmak amacıyla topladıkları bağış ve yardımları ve bunların kullanım bilgilerini ortak veri tabanına girme zorunluluğu getirilmesi, kamu idareleri ve mahalli idareler tarafından yapılan yardımlara ilişkin bilgilerin veri tabanına girilmesi zorunluluğu, yardımların etkinliğini ve mükerrer yardımların yapılmasını önleyeceği gibi sosyal içermeyi artıracak, sosyal dışlanma riskini de ortadan kaldıracaktır.
Aile yardımlarından yararlanma kriterleri, mevcut kriterler ve yoksulluk verileri üzerinde yapılacak incelemelerle yeniden belirlenebilir veya mevcut kriterler geliştirilerek uygulanmaya devam edilebilir. Örneğin, hanede yaşayan tüm fertlerin her türlü yıllık net gelirleri toplamının kişi sayısına bölümüyle bulunacak miktarın aylık ortalamasının, brüt asgari ücretin yarısından az olması, hane reisinin (başvuru sahibinin) sosyal güvenlik kuruluşlarının herhangi birisinden bir gelir veya aylık hakkından yararlansa bile gelirinin belirlenen asgari gelir tutarından az olması, Muhtaçlık Ölçümü Puanlaması sonucunda muhtaçlık durumunun tespit edilmesi ve bu sonucun sosyal inceleme ile doğrulanması sonucunda oluşturulabilir. Bu tespit çalışmalarının yanısıra hanelerin başvuru ve değerlendirme süreçlerinde bir psikolog, psikolojik danışman veya sosyal hizmet uzmanı ile yüzyüze ve diğer iletişim yöntemleri ile sürekli destekleniyor olması da son dere önemlidir. Bu sebeple Aile Sosyal Yardım Merkezlerinde bu bölümlerden mezun uzmanların birden fazla istihdamının sağlanması sadece yardımın ulaştırılması açısından değil yardımın hak temelli insani yaklaşımlarla ulaştırılması açısından gereklidir.
Aile Yardımı tutarları ise, TÜİK verilerine göre açlık sınırı ve yoksulluk sınırının ortalaması dikkate alınarak, net asgari ücret ile bağlantılı olarak hesaplanabilir. Net asgari ücreti geçmeyecek şekilde bir tavan yardım miktarı belirlenebileceği gibi teknik uzmanlar ve akademisyenler tarafından oluşturulacak bir komisyon marifetiyle belirlenebilir. Örneğin, yalnız yaşayan ve 18 yaşından büyük olanlara bağlanacak aylık miktarı net asgari ücretin % 30’u, iki kişiden oluşan ailelere bağlanacak aylık miktarı net asgari ücretin % 40’ı, üç kişiden oluşan ailelere bağlanacak aylık miktarı net asgari ücretin % 60’ı, dört kişiden oluşan ailelere bağlanacak aylık miktarı net asgari ücretin % 80’i, beş ve daha fazla kişiden oluşan ailelere bağlanacak aylık miktarı net asgari ücretin % 90’ı gibi oranlarda ödemeler yapılabilir.
Ayrıca, yardım tutarları belirlenirken, hanede özürlü olması halinde özür oranı ve özürlü sayısına göre belirlenecek ek bir ödeme yapılabilir. Özellikle, Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinde, genelde okullaşma oranlarını, özelde kız çocuklarının okullaşma oranlarını ciddi düzeyde artıran, ancak kanuni güvencesi olmayan şartlı eğitim ve şartlı sağlık yardımları kanun kapsamına alınarak aile yardımı haricinde bir yardım türü olarak değerlendirilebilir. Verilecek aile yardımı her aileden aynı çatı altında yaşayan bir kişiye verilir. Aile içerisinde kadın varsa, aile yardımı öncelikli olarak kadına verilir. Aile yardımı bağlanan kişiler veya aileler ile ilgili bilgiler Türkiye İş Kurumu’na bildirilerek, her türlü meslek edindirme eğitimlerinden ve istihdam olanaklarından yararlandırılmaları öncelikli olarak sağlanabilir.
Ülkemize 2011 yılından itibaren yoğun bir göç yaşanmaktadır. Özellikle Suriye, Afrika ülkeleri ve Afganistan’ dan gelen göçmenlerin sayısı 6-7 milyon olarak ifade edilmektedir. Afganistan’ daki siyasi gelişmeler sonrası daha kitlesel göçler beklenmektedir. Ne yazık ki bir göç ve İskan politikamız yoktur; bu insanlar son derece düzensiz ve kontrolsüz bir şekilde ülkemize dağılmışlardır. Bu durumun gelecekte demografik yapımızı değiştireceği ve çok ağır sosyolojik sorunlara sebep olacağı açıktır.
2019 yılı Unicef verilerine göre;
Türkiye’de çoğu Suriyeli olmak üzere yaklaşık 4 milyon mülteci yaşıyor (bu sayı bugün 6-7 milyon olarak ifade ediliyor) ve onların yaklaşık 1.74 milyonu çocuk. 2019 itibarıyla okula kayıtlı olan 680 bin çocuğa karşı, yaklaşık 400 bin çocuk hala okul dışında. Göçmen nüfusun %40’ ının 18 yaş altı olduğunu düşündüğümüzde bu nüfusun 2 milyondan fazlası çocuktur. Ve bu çocuklar son derece olumsuz koşullarda yaşıyorlar ve eğitim olanakları yok. Bu eğitimsiz çocukların ileride ekonomimize getireceği yükü ve sosyal barışımız için oluşturacağı tehdidi şimdiden görmemiz gerekiyor. Tabii ki uygun ve insani koşullarda bu insanları kendi ülkelerine dönmelerini sağlamalıyız. Ama dünyada göçmenlerin kendi ülkelerine dönme oranının en iyimser oranla %70 olduğu bilimsel bir gerçek. Çok acil olarak bu insanların kendi ülkelerine dönüşü, iskanı, eğitimleri ve entegrasyonları için politikalar oluşturmalı ve bu politikaları uygulamak üzere “Göç Nüfus ve İskan Bakanlığı” kurmalıyız.
Birçok Avrupa ülkesinde sosyal yardım tutarları hanede yaşayan kişi sayısı ile orantılı olarak artmaktadır.
Örneğin, Belçika’da çocuksuz bir çifte, tek başına yaşayan bir kişiye verilen sosyal yardım tutarının yüzde 33 fazlası verilirken, iki çocuğa kadar her çocuk için yardım miktarı yüzde 25, üç çocuktan itibaren her çocuk için yüzde 43 artırılmaktadır.
Almanya’da ise bu artışlar sırasıyla yüzde 57, yüzde 39 ve yüzde 50 oranında olmaktadır.
Geçmişte planlanan ve haneleri sürekli yoksulluktan kurtaracak gelir getirici faaliyetlerin desteklenmesi amacıyla kurulacak Sosyal Kalkınma Ofislerinin kurulmayıp yerine DPT tarafından kurulan Kalkınma Ajanslarının yoksulluğu önlemekten ziyade zaten kurulu işyerlerine destek verdiğini, ya da üniversite ve STK’ lara görünürlüğü artırıcı destekler vererek amaçlarından saptığını ve yoksul ailelerin yoksulluk zincirinin kırılmasında bir fayda sağlamadığını görmekteyiz.
Yerelde periyodik paylarla yapılan nakdi ve ayni yardımlar, ayrıca belediyelerin ve sivil toplum kuruluşlarının yaptıkları yardımlar da dikkate alınırsa çok ciddi bir kaynağın aktarıldığını ancak yine de yoksul hanelerin sayısının azalmak yerine her geçen gün arttığını görmekteyiz. Bu da yardımların etkin yapılmadığını ve yoksulluğu tamamen ortadan kaldırmaya yönelik olmadığını ve kamu kaynaklarının aslında israf edildiğinin bir göstergesidir.
Yukarıdaki bölümlerde de değinildiği üzere, Sosyal koruma ağının önemli bir ayağını oluşturacak olan iş kurma hedefleri gözetilmeli, özürlü ve diğer risk altındaki grupların istihdam ve mesleki eğitimlerini geliştirici araştırma ve projeler konusunda işbirliği ortakları oluşturularak, gerektiğinde risk altındaki gruplardan gelecek proje önerilerine destek verilmelidir. Elbette, uygulamalarda derhal adam kayırmacı yaklaşımlardan uzaklaşılmalı, yoksulluğun din, dil, cinsiyet, milliyet, ırk ve siyasi görüşlerden bağımsız olarak yoksul kişi ve hanelerin desteklenmesi sosyal demokrat ve insan odaklı yaklaşımların temelinde yer almalıdır.
Daha bütünleşik bir sistemle kaynakların tek elden ve aile sigortası adı altında düzenli ve bu hanedeki kişilerin istihdama dahil edilmelerini nihai hedef olarak belirleyerek ek eğitim ve destek programlarıyla desteklenmeleri orta ve uzun vadede yoksulluk zincirinin kırılmasını sağlayacak ve ülkemizi müreffeh toplumlar seviyesine çıkaracaktır.
Gelinen mevcut noktada, Türkiye’de her türlü olumlu veya olumsuz değerlendirme yapabilecek bilgi birikimine ve veriye sahip bulunulmasının ötesinde, daha mükemmel bir sistemin oluşturulmasında tüm ilgili tarafların koordinasyonu ile diğer dünya ülkelerine bile model teşkil edecek bir sosyal yardım mekanizmasının kurulmasının mümkün olduğu bilinmelidir.
Türkiye ve Türkiye’nin beşeri sermayesinin sosyal ve ekonomik kalkınmaya yapacağı katkılar açısından son derece önem arz etmektedir. Cumhurbaşkanlığı 2020 Yıllık Programı’na göre ise belediyeler dışındaki kamu kuruluşlarının sosyal yardım harcamalarından 17 milyona yakın kişi yararlanmış gözükmektedir. Aynı rapor, belediyelerin tüm sosyal yardımlarının 2016’da 2,1 milyar TL, 2017’de 3,2 milyar TL ve 2018’de 4,9 milyar TL’ye ulaştığını belirtiyor. 2019 yılı bütçesinden sosyal harcamalar için ayrılan kaynak miktarı 62,1 milyar TL’ye ulaşmış; 2020 yılında daha da artmıştır.
Bir şekilde (periyodik ya da münferiden) sosyal yardımlarla desteklenen insan sayısı ülke nüfusunun % 30’unu aşmış durumdadır.
Öte yandan, bir gerçeğin daha vurgulanması gerekir:
Türkiye’deki insanların yüzde 42’sinin asgari ücretle geçinmekte ve düzenli geliri olmayan milyonlarca insan bulunmaktadır. Kamuda ve özel sektördeki ortalama ücretler açlık sınırının altındadır. Başka Bir anlamla çalışanların yoksulluğu söz konusudur. Sosyal güvencesi olmayan İşisizler ve yoksullara ek olarak çalışan insanların çok büyük bir kısmı, esnaflar, köylüler ve emekliler de temel ihtiyaçlarını karşılamakta zorluk çekmektedirler.
SONUÇ:
Son İLO verilerine göre Türkiye sosyal güvenlik harcamalarında Arnavutluk’la birlikte Avrupa’nın en zayıf iki ülkesinden biri konumundadır.
Dünyada toplam sosyal güvenlik harcamalarının GSYH’ye oranla en yüksek olduğu ülkeler arasında Fransa yüzde 32,2 ile ilk sırayı alırken, Danimarka yüzde 30,6 ile ikinci sırada, Finlandiya yüzde 29,3 ile üçüncü sırada, İsveç yüzde 28,8 ile dördüncü sırada ve Almanya yüzde 28,3 ile beşindi sırada yer alıyor. Türkiye’nin sağlık dahil toplam sosyal koruma harcamalarının GSYH’ye oranı ILO’ya göre yüzde 13,1’dir.
Pandemi, dünya genelinde sosyal koruma kapsamı, kapsayıcılık ve yeterlilik konularındaki kemikleşmiş eşitsizlikleri, açıkları ortaya çıkardı. Yüksek düzeyde ekonomik güvencesizlik, süregelen yoksulluk, yükselen eşitsizlik, geniş çaplı kayıtdışılık gibi yaygın görülen zorluklar Covid-19 ile daha da ağırlaştı, korunmaya muhtaç milyarlarca insanın kırılganlığı daha da açığa çıktı, görünür hale geldi.
Ülkemizde de gelir dağılımının aşırı bozulması, yüksek enflasyon, artan gıda fiyatları, pandeminin yarattığı yeni sorunlar sonucu toplumun büyük çoğunluğunun geçim sıkıntısı daha da artmıştır.
Yaşanan sorunların toplum, aile, kadınlar ve çocuklar üzerindeki olumsuz etkilerini azaltmak için ülkemizdeki sosyal politikaları yeniden gözden geçirmek zorundayız. İşsiz, yoksul, çalışan, emekli, göçmen vb. toplumun zayıf kesimlerini kapsayacak, destekleyecek yeni sosyal politikalar, sosyal hizmet ve yardım projeleri geliştirmek; sosyal kalkınmayı istihdamla birlikte ele alıp, yoksulluk zincirini kıracak programlara ağırlık vermek; yapılan yardımları hak temelli ve insan onuruna yakışır şekilde gerçekleştirmek; insanı esas alan kamucu ve toplumcu politikaları hayata geçirmek zorundayız.