Ortak Akıl Politika Geliştirme

Türk Diplomasisi Ne Ölçüde Akil Ve Müşfik? Soçi Zirvesi Örneği – Dr. A. Bülent Meriç

Bu yıl gerçekleşen Büyükelçiler Konferansı’nın teması “2023 ve Ötesinde Akil ve Müşfik Türk Diplomasisi” olarak seçilmiş! Yani, ne kadar akla ve şefkate dayanan bir dış politika izlendiği Büyükelçilerimiz üzerinden kamuoyumuza anlatılacak. Böylece, sloganlar kullanılarak dış politikanın, seçim atmosferine girmiş iç politikaya alet edilmesine devam ediliyor. Seçimleri kazanmaları sanki kesinmiş gibi, 2023 yılını da ipotek altına alarak!

Resmi rakamlara göre, 4 milyon sığınmacıyı 10 yıldır ülkede barındırmayı, Avrupa’dan para koparmak için zaman zaman bunları sınırlara yığmayı; bayramlar ve diğer tatil süreçlerinde ülkelerine geri dönebilen bu kişiler için kısıtlı kaynaklarımızdan 50 milyar Dolar harcamayı; ayrıca insani yardımlarda dünya birincisi olabilmek için 9 milyar Dolar’a yakın ilave para harcamayı müşfik bir politika olarak tanımlamada zorlanıyorum. Bu durum bana daha ziyade Türklüğü hor gören, aşağılayan, ezen ve Pan-İslamist pota içerisinde eritmeye çalışan Abdülhamitçi siyaseti hatırlatıyor.

Müşfikliği bir köşeye bırakıp, diplomasimizin ne ölçüde akla ve realizme dayandığını tartışalım.

Bir kere akil bir politika için akil kadrolara ve yöntemlere ihtiyaç vardır. Liyakatten ziyade sadakat esas alınarak, dışarıdan toplanan tarihçi, edebiyatçı, mühendis Büyükelçilerle; sadece vatandaşlığı şaibeli mütercimleri yanına alarak, içeriği bilinmeyen baş başa görüşmeler yapmak akil bir politikayı beraberinde getirmez. Ortaya çıkan, kamuoyuna mal edilemeyen, ulusal mutabakattan uzak, elitist bir dış politika olur. Tek adamın etrafında toplanmış elitlerin gizemlerle dolu politikaları da akıldan uzaklaşmayı ve savrulmayı beraberinde getirir. “Sayın Cumhurbaşkanının talimatıyla yangınların söndürülmesi” başlığıyla yapılan açıklamada olduğu gibi…….

Dış politikada akıldan ve realizmden ne kadar uzaklaşmış olduğumuzu, en son Soçi Zirvesi’nde izlenen tutum üzerinden değerlendirelim. Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinden sonra, Türkiye diğer Batılı devletlerin yaptığı gibi ABD ve AB’nin Rusya’ya yönelik yaptırımlarına katılmamıştır. Aksine, isabetli bir biçimde Moskova ile diyalog kapısını açık tutmuş ve Montrö Rejimini işleterek Karadeniz’i Bölge-dışı devletlerin savaş gemilerine açmamıştır. Böylece, Rusya’nın “Düşman Devletler” listesine girmekten kurtulmuştur. Bugün Brüksel’de, Karadeniz’de sürekli bir NATO Deniz Görev Gücü oluşturulması projesinin görüşüldüğü dikkate alınacak olursa, Türkiye’nin, Montrö’ye dayanarak, Rusya’ya ne kadar büyük iyilikte bulunmuş olduğu daha iyi anlaşılır. Bunun karşılığında ise Türkiye, Rusya ve Ukrayna arasında Tahıl Anlaşması’nın gerçekleşmesine BM ile birlikte arabuluculuk yapmış ve böylece Ukrayna savaşının sona erdirilmesinde arabuluculuk için de güzel bir zemin elde etmiştir.

Ne var ki; Türkiye-Rusya ilişkilerinin, zamanla farklı nedenlerle marjinalize olmuş iki liderin, bekaları uğruna dayanışmaları haline geldiği görülmektedir. Liderler arasındaki diyalog gizli tutulduğu için ayrıntıları bilinmemekle beraber, ilişkilerin eşitler-arası ve dengeli olmadığı, gündemi ve sonucunu Putin’in belirlediği, önümüzdeki seçimlerde muhatabının maddi ve manevi desteğini bekleyen Cumhurbaşkanının da adı geçeni takip etmek zorunda kaldığı müşahade edilmektedir. Bu husus Soçi Zirvesinin sonucunda açık biçimde ortaya çıkmıştır.

Cumhurbaşkanı, Astana formatında Tahran’da toplanan zirvenin üzerinden bir ay bile geçmeden Soçi’ye, Putin’in ayağına gitmiştir. Hatırlanacak olursa, Erdoğan-Putin- Reisi arasında gerçekleşen Tahran Zirvesi’nde Türkiye Tahıl Koridoru dışında istediği hiç bir hususu elde edememiştir. Özellikle, Suriye bağlamında dördüncü harekat fikrine yeşil ışık yakılmamış; PYD/YPG’nin açıkça bir terör örgütü olarak tanımlanmasından kaçınılmış;  Türkiye, Esad rejimi ile ilişkilerini normalleştirmesi için teşvik edilmiştir. Kısacası, Türkiye’nin Suriye’den kaynaklanan terör ve sığınmacı sorunlarının çözümlenmesi için Esad’ın Şam’daki sarayının adresi verilmiştir. Cumhurbaşkanı da, kendi politikalarına ters düşen Tahran Bildirisi’ne imzasını atmıştır! Vatandaşımızın algısına sloganlarla enjekte edilmeye çalışılan akil diplomasi bu olsa gerek!

Soçi’de de aynı senaryo tekrarlanmıştır. Küresel reel politik gelişmeler hakkında bilgi sahibi olunmadan, ya da bunlar dikkate alınmadan Soçi’ye gidilmiştir. Bu ayın başlarında Rus Donanması Günü vesilesiyle St. Petersburg’da düzenlenen törende Putin, Rusya’nın yeni Deniz Doktrinini açıklamıştır. ABD’nin dünya denizlerinde hakimiyet kurma çabasında bulunduğunun ve bunun Rusya’nın ulusal güvenliği için büyük tehdit oluşturduğunun vurgulandığı yeni doktrinde, Avrupa’dan Asya-Pasifik’e deniz yollarının açık tutulması için Kuzey Denizi, Karadeniz ve Pasifik filolarının güçlendirilmesi hedeflenmektedir. McKinderci jeopolitik ile değerlendirildiğinde Kalpgahını (Heartland), yani Doğu Avrupa’yı kaybetmiş bulunan kıtasal bir güç bundan sonra mavi sularda sürekli varlık gösteren bir deniz gücüne de sahip olacağının işaretini vermiştir. Yeni doktrinde modern uçak gemilerinin yapımının hızlandırılacağı, donanmanın envanterindeki fırkateynlerin hipersonik Zirkon füzeleri ile teçhiz edileceği, deniz aşırı askeri üslerin sayısının artırılacağı, açık denizlerde Rusya’nın çıkarlarını savunmak için gerekirse askeri güce başvurulabileceği ve savaş durumunda Rus donanmasının sivil gemilerle genişletileyebileceği kaydedilmektedir.

Bu durum, Rus donanmasının bundan sonra hem kuzeyimizde hem de güneyimizde sürekli varlık göstereceğine işaret etmektedir. Ülkemiz için bunun, bugün itibariyle eksileri olduğu gibi, artıları da bulunduğu şüphe götürmez. Zira, Batılı müttefiklerimiz Doğu Akdeniz ve Kıbrıs konularında Yunan/Rum ikilisinin pozisyonunu tartışmasız desteklemektedirler. Ayrıca, en büyük müttefikimiz ABD, Yunanistan’dan elde ettiği askeri üsler kolyesi ile Türkiye’yi ana karaya hapsetmiş olup, komşumuzun Ege ve Doğu Akdeniz’de deniz ve havada üstünlüğü ele geçirmesi için elinden geleni ardına koymamaktadır. Öte yandan Rusya, Yunanistan ve GKRY’ni “Düşman Devletler” listesine koymuştur. Dönem, Doğu Akdeniz’de sürekli varlık göstermeye niyetli olan Moskova’yı gerek Kıbrıs gerek Doğu Akdeniz’de pozisyonlarımıza yakınlaştırmak için en uygun zamandır. Ne var ki; akil dış politika yapıcılarımız bunu görememektedir.

Soçi’de Suriye’de yeni bir harekat yapılması konusu gündemimizin ön sırasında yer almış ve tekrar yanlış adrese gelindiği cevabı alınmıştır. Tahıl Koridoru bağlamında Putin kendi gündemini dayatmış, Türkiye’nin sadece Ukrayna değil Rusya’nın tahılının da uluslararası piyasalara naklinde aracılık yapmasını istemiştir. Bir Yap-İşlet-Devret Projesi olmadığı açıklık kazanan ve müteahhit firmanın değiştirilmesi ile iyice Ruslaşmış bulunan Akkuyu Nükleer Santrali konusu etraflıca görüşülmemiştir. Cumhurbaşkanının,iş işten geçtikten sonra, önümüzdeki günlerde Mersin’e giderek durumu incelemesi söz konusudur! Doğalgaz alımlarında bedelin bir kısmının Ruble ile ödenmesi, Rusya’nın Türkiye’ye bahşettiği bir lütuf değildir. Moskova zaten, yaptırımlar nedeniyle milli parasının çökmesini önlemek için diğer devletlere, doğalgaz alımlarında Ruble ile ödeme şartını getirmiştir. Zirve bildirisinde tekrar “Suriye’nin egemenliği ve toprak bütünlüğüne saygı gösterileceği” gibi Türkiye’nin bu ülkedeki mevcudiyeti ile bağdaşmayan ifadelere yer verilmiştir. Ayrıca,”bütün terör örgütlerine karşı mücadele edileceği” şeklinde muğlak ifade ile kimin kimi terör örgütü olarak gördüğü anlaşılmaz hale getirilmiştir. Özetle, Putin, önümüzdeki seçimlerde destek vaadi ile kendi gündemini Türkiye’ye kabul ettirmiştir. Soçi, Rusya’nın, Türkiye’nin iç politikasına alenen karışmasının ilk adımıdır.

Bu mudur akil diplomasi?

 

Kaynak: www.yurtseverlik.com

A. Bülent Meriç

Sosyal Medya

Bizi takip edin, birlikte daha güçlüyüz...