“Xi Jinping İzinde Bir Çin Öyküsü” başlıklı son yazımızda, Xi’nin yaşam öyküsünden yola çıkarak, başkanlıktaki ilk döneminde ülkesini nereye taşıdığını, önümüzdeki dönemde kendisini ve ülkesini bekleyen fırsat ve tehditleri ortaya koymaya çalışmıştık.
Bu yazımızda da, konuyu bir başka boyutu ile ele alıp, şimdilerde Xi’nin belirlediği karakteristikler üzerinden yürüyen Çin Rejimi’nin tarihi geçmişini ve günümüzde dönüştüğü yapıyı anlamaya çalışacağız.
Buna geçmeden önce, Xi Jinping’in, Parti kademelerinde uzun yıllar boyunca çalışarak deneyim kazandıktan sonra, günümüzde eriştiği konum ve gücü hakkında kısaca bilgi verelim.
Xi’nin Çin’de eriştiği aşama ve gücü…
2012’de Çin Komünist Partisi (ÇKP) Sekreterliğine seçilen Xi Jinping (1982’de yapılan anayasa değişikliği ile iki dönemle sınırlandırıldı) 2023’e kadar görev yapmak üzere 2013’de Devlet Başkanlığına getirildi. Ancak, 2017’de sona eren ilk dönemi ardından, geleneğin tersine sonraki başkan adayını belirlemediği gibi, 2018 Ulusal Kongresinde iki dönem sınırlamasını da kaldırttı. Böylece kendisine, 2023’den itibaren ömür boyu başkan kalmanın yolunu açmış oldu.
ÇKP elitleri de, geçen yılın kasım ayında yaptıkları kapalı toplantıda, Xi’yi göklere çıkaran bir övgü ile, onu yüz yıllık Parti tarihinin çağ atlatan lideri olarak tanımladılar. Yayınlanan resmi bildiride, Xi liderliğindeki Çin’in, ekonomi, dış politika, fakirlik, çevre, pandemi gibi konularda gösterdiği büyük başarıların oluşturduğu muazzam bir dönüşüm sonucu, güçlenerek refaha kavuştuğu görüşüne yer verildi.
Parti’nin 1949’daki kuruluşundan bu yana geçen yaklaşık yetmiş yıl içinde, bir lidere “kutsallaştırma” düzeyindeki bu tür övgülerin, sadece Mao ve Deng Xiaoping için yapıldığı hatırlanırsa, Xi’nin iktidarını korumak için öngördüğü üç araçtan biri (diğer ikisi askeri güç ve kamu üretim güçleri) olan propaganda ayağını çok güçlü bir şekilde çalıştırdığı anlaşılmaktadır.
Böylece ÇKP’nin bu bildirgesi partinin alt kademe liderleri için kılavuz olmakla kalmayacak, okul ders kitaplarında da yer alarak, Xi’nin büyük bir lider olduğu görüşü Çinli çocukların zihinlerine erken yaşlardan itibaren yerleştirilmiş olacaktır.
Xi Jinping’in, çağımızın nesnel demokratik ölçütleri açısından bakıldığında bir “otokrat” olduğu gerçeğini unutmadan, ÇKP’nin kendisine yönelttiği takdir ve övgülerin onu ne tür bir uluslararası siyaset anlayışına yönlendireceği henüz bilinmiyor.
Ancak dünyadaki gelişmelere bakıldığında demokratik ülkeler iktidarlar hızla marjinalleşirken, otokratik yapıların hakim olduğu ülkelerin sayısınınsa giderek artma eğiliminde olduğu gerçeği çok somut biçimde çıkıyor karşımıza.
Hatta öyle ki, kendisini dünyanın en demokratik ülkesi kabul eden ABD’de bile, geçen ocak ayında Kongre’ye düzenlenen saldırının hafta başına denk gelen hatırlatma gününde, Biden’ın yaptığı konuşmada, otokrasi heveslisi siyasetçilerin, ülkesi açısından en büyük tehdit olmayı sürdürdüğünü vurgulaması dikkat çekiciydi.
Kaldı ki, yüzyılların aydınlanma birikimine sahip Avrupa ülkelerinin büyük bölümünün, geçen yüzyılın ilk yarısında içine düştükleri otokratik yönetim fırtınası nedeniyle hem o ülkelerde, hem de bütün dünyada oluşan büyük acı ve tahribatlar sonunda ortadan kalktığı da, unutulmaması gereken tarihi gerçekliktir.
Bilindiği gibi, dünyanın soğuk savaş döneminin eski süper gücü Rusya’daki sözde-demokratik rejimin, yaşam boyu başkanlık tanıdığı otokrat Putin’in, Rusya’ya sınırdaş ülkeler yanında, Avrupa ve Ortadoğu’da da istikrarsızlığı körüklemesi, dünya barışı için tehdit oluşturmayı sürdürüyor.
Mao liderliğindeki ÇKP’nin 1949 yılında iktidara gelmesinin 63.yılında yönetimin başına geçip, şimdilerde ülkenin gelmiş geçmiş en değerli üçüncü başkanı olarak nitelendirilen Xi Jinping’in nasıl bir siyasi ortamda yetiştiğini anlamak için, ÇKP’nin yaklaşık yetmiş yıllık tarihinde iş ve işçi ilişkilerinde inişli çıkışlı olaylara kısaca bakmanın yararlı olabileceğini düşündüm.
Çin Komünist Partisi tarihinde
İş ve İşçi ilişkilerinin gelişimine dair kesitler…
ÇKP iktidarının ilk yıllarında, sınıfsal eşitlik sağlamaya dönük kampanyaların hedefi, mevcut sermayeyi daha eşit biçimde radikal olarak hızla bölüştürmekti.
Bu amaçla toprağın yeniden bölüşümü ardından kolektifleştirilmesi tamamlanmıştı. Kentlerde de, zor kullanılarak mülk sahipleri mülksüzleştirilmiş, üretim araç ve tesislerinin mülkiyeti kamuya geçmişti.
Kendilerine “endüstriyel yurttaşlık kimliği” tanınan işçiler, kiralık kol gücü olmaktan kurtarılmış, ömür boyu istihdam, karar süreçlerine katılma, fabrika yöneticilerini hesap verebilir kılma haklarına sahip birer işletme paydaşı haline getirilmişlerdi.(*)
Böylece işçiler arasında görece eşitlikçi bir bölüşüm, işyeri kimliğinin yanı sıra ortaklaşa bir ahlak ile son derece yüksek bir sorumluluk ve katılım iştahı da geliştirebilmişti. Bu sürecin doğal sonucu olarak, işçiler özlük hakları yanında siyasi haklardan da yararlandıkları bir örgütlenmeye sahip oldular. Ancak, işçilere danışılsa da, parti önderleri nihai karar alma hakkını kendilerine saklayıp, işçilerin etkilerini atölye düzeyiyle sınırlandırmaktaydılar.
En baştan beri, “bürokratizm ve buyurganlığı” hedef alan Mao, 1950’de “Parti Düzeltme”, 1951/52’de “Üç Karşı Çıkış ” ve 1953’deki “Yeni Üç Karşı Çıkış” adını verdiği kampanyalar ile, parti önderlerine karşı insanları seslerini yükseltmeye teşvik etti.
Bütün bunlara karşın, Parti’nin kararlara katılımı sıkı bir biçimde denetim altında tutması yüzünden, hedeflere ulaşılamaması karşısında bir deneme daha yapan Mao, 1957’de “görüşleri açıkça dile getirebilmek” anlamına gelen “daming defang” adını verdiği kampanya ile, partiye ve aydın çevrelere çağrıda bulunarak, o yıllarda dünya solcu çevrelerinde slogan haline gelen, “yüz çiçek açsın, yüz düşünce birbiriyle yarışsın” söylemini ortaya attı.
Süreç, üniversitelerde bir hayli bastırılmış öğrencileri ve öğretim üyelerini harekete geçirdi ve fabrikalara da yansıyarak “bürokratizme” yönelen Parti önderlerine ve sendika yöneticilerine büyük eleştirilerin yükseltilmesini sağladı.
Ancak aydınların giderek açık sözlü eleştirileri yaygınlaşınca, Parti önderleri “Sağcılık Karşıtı Hareket” adını verdikleri bir kampanya ile karşı taaruza geçtiler. Sonuçta, Mao’nun o ünlü sloganını istismar amaçlı kullanmakla eleştirilen ve “sağcı” olarak yaftalanan öğrenci ve aydınlar, kırsal bölgelere çalışmaya gönderildi.
1957 sonlarında Parti Düzeltme Hareketini tekrar ele alan Mao, işçiler ve parti üyelerini etkilemek üzere, “Üç Rüzgar ve Beş Hava ile Mücadele” adını verdiği, “bürokratizm, sekterlik, öznelcilik” ve “işgüzarlık, uyuşukluk, savurganlık, müşkülpesentlik, kibirlilik” gibi tavır ve davranışlar ile savaşma ilkelerini dile getirdi.
1958 başlarında da bunlara, “israf ve muhafazakarlıkla mücadele” boyutlarını ekledi. Böylece fabrika yöneticilerinin aldıkları etkileyici sonuçların niceliksel ölçümü üzerinden başlatılan yarış, çalışanların sayısının ve endüstriyel üretimin büyük ölçüde artmasını sağladı.
Bu dönemde, Çin Komünist Partisi’nin devlet ve parti kadroları arasındaki yolsuzlukları denetim altına almada son derece etkili olduğuna da işaret etmek gerekir. Çünkü kurulan endüstriyel ilişkiler rejimi, işyeri birimi üyeleri arasında kolektivist yurtsever ahlak geliştirmeye ve bu ahlakın kadrolar ve işçiler arasında devamlı telkin ve takviye edilmesine dayanıyordu.
1962’ye kadar süren ve Büyük İleri Atılım olarak adlandırılan bu dönemde, şiddetli iniş çıkışlara karşın, Komünist İktidarın etkileyici bir endüstriyel kalkınmayı gerçekleştirdiği söylenebilir. Böylece ekonomi, savaş yıkımından sonra görece hızlı bir şekilde düzelmiş, 1952/62 arasında sanayi üretimi yılda ortalama %12.3 büyümüştü. Endüstriyel istihdam da 12 milyondan 18 milyonun üzerine çıkarak %50 artmıştı.
Endüstriyel kalkınmada bu başarıya karşın, Parti’nin tarım politikalarındaki yetersizlikler, kentlerde yükselen işçi ihtiyacını karşılamak için kentlere göç olgusu gibi unsurlara hava koşullarındaki anomaliler de eklenince, ülkede 1958/61 yılları arasında Büyük Kıtlık yaşandı. Sonraları “Üç Acılı Yıl” olarak adlandırılacak bu dönemde kırsal kesimde milyonlarca kişi açlıktan yaşamını kaybetti.
Kıtlıktan çıkışın ardından ülkeyi toparlamaya çalışan Mao, kadroların denetimi için, daha öncekileri gölgede bırakacak çapta kapsamlı, “Dört Temizlik” adını verdiği yeni bir kampanya başlattı. Kentsel ve özellikle de kırsal bölgelerdeki on milyonlarca köylü ve işçiyi köylerindeki ve fabrikalarındaki yöneticileri eleştirmek için harekete geçirdi. Konu yine, “bürokratizm, yolsuzluk, hırsızlık, vurgunculuk ve spekülasyon” üzerineydi. Ne var ki; dört yıl süren kampanya Mao’nun beklediği türden bir sonuç vermemişti.
Demokratikleştirme amaçlı deneylerle bir hayli inişli, çıkışlı süren on beş yılın sonunda, kendi kurduğu kadroların yeni bir “bürokratik sınıfa” dönüştüğünü gören Mao, kışkırttığı öğrenciler, işçiler ve köylülerin içinde olduğu “isyancı gruplar” ile 1966 yılında Kültür Devrimini başlattı.
Deneylerinin sonuncusu olan bu devrimi “Büyük Demokrasi” olarak adlandıran Mao, parti örgütünden bağımsız ve kendinden başka kimseye sadakat göstermeyen isyancı grupları kışkırtarak kitle denetimine özerklik getirmeyi başaracağını düşündü. Ancak ne var ki; parti örgütü felce uğrayınca, üretim tesisleri isyancı ve muhafazakar kamplar arasında ikiye bölündü ve şiddetli çatışmalar yaşanırken, içlerinde öğretim üyeleri de olan çok sayıda eski beyaz yakalılar, tarlalar, fabrikalar ve madenlerde çalışmaya zorlandı. Diğer bir deyişle bu dizginsiz süreç, ülkenin birçok yerindeki üretim tesislerini, iki kutup arasında adeta savaş alanı haline getirdi.
Bu duruma çözüm bulmak için Mao, askeri yetkililer, emektar sivil kadrolar ve kitle örgütleri temsilcilerinden Üçlü Bileşim oluşumuna izin verdi. Bunların her birinin ayrı rollere sahip olmasını bekliyordu. Ne var ki, öyle olmadı. Her üç gruptaki radikal ve muhafazakar hizipler iki ayrı kampa bölündü ve çatışmalar şiddetlendi.
Öyle ki; Henan ve Hubei eyaletlerinde karşıt hiziplerin çatışmalarında çoğu radikallerden binlerce kayıp verildi ve sanayi üretimi durma aşamasına geldi. Parti önderliğinin yeni bir manevrası ile isyancıları bastıran askeri yöneticiler görevden alındı ve askeri ekipler isyancıları desteklemek üzere bölgeye sevk edildi.
1968 temmuz ayına gelindiğinde, çoğu eyalette devrimci komiteler kurulmuş bulunuyordu. Diğer bazılarında ise şiddetli hizip çatışmaları sürüyordu. Mao bu aşamada, bizzat serbest bıraktığı asi hareketi dizginlemek için orduyu tekrar görevlendirdi ve “Sınıf Saflarını Temizleme” kampanyası adı verilen bu süreç içinde birçok eyalette yine kan döküldü.
Ardından gelen üç yıl boyunca, isyancı önderler ve eylemciler bir dizi sert cezalandırma ile karşı karşıya bırakıldılar. 1970’deki “Bir Saldırı, Üç Karşı Çıkış” kampanyası ile yerel askeri yetkililer isyancı örgütlerin gücünü kırarak düzeni yeniden tesis ettiler. Böylece birçok eyalet 1971’in sonuna kadar, ordunun hakimiyeti altında kaldı.
1971 kasım ayında Mareşal Lin Biao ölünce Parti’nin sivil önderliği, askeri kışlalarına çekti ve emektar kadrolar eyaletler düzeyindeki fabrikalar ve hükümet dairelerinde yönetimi yeniden ellerine aldılar. Sonuçta on yıllık Kültür Devrimi’nin geri kalan bölümünde yönetim “eski kadrolar” ve “yeni kadrolar” arasında zoraki bir şekilde paylaşıldı.
Ancak Pekin’de iktidarın tepelerinden, kentlerdeki fabrika ve devlet kadrolarına dek uzanan bu görev dağılımı, “radikal kamp” ve “idari kamp” olarak adlandırılabilecek iki ayrı ve birbirine diş bileyen hizbin ortaya çıkmasına neden oldu. Radikal kamp, “Dörtlü Çete” olarak adlandırılan siyasetçilerin önderliğine, “İdari Kamp” ise, Deng Xiaoping ve Zhou Enlai’nin liderliğine tabi oldular. Böylece çatışma, Kültür Devrimi’nin ilk yıllarında yaşanan hizip savaşlarının farklı düzlemde devamı şekline dönüştü.
İki kamp arasındaki temel fark sanayi politikalarındaki görüş ayrılığı olarak ortaya çıktı. Radikal Kamp sürekli istihdamı ve “sosyalist yeni düşünceleri” öne sürerken, “İdari Kamp” ise “endüstriyel kalkınmayı, verimliliği, merkezileştirilmiş yönetimi, çalışma disiplini ile parti normlarının yeniden canlandırılmasını” vurguluyordu.
Mao, 1974 ekim ayında, daha önce, “kapitalizm yolcularından biri” olmakla suçladığı Deng Xiaoping’i başbakan Zhou Enlai’nin birinci yardımcılığı görevine getirmek zorunda kaldı. Deng’in 1975 ocak ayında başlattığı “Düzeltme Kampanyası” sırasında, ülke çapındaki fabrika ve madenlerdeki kadrolar gözden geçirildi, bir bölümü başka yerlere sürüldü, pek çoğu da tutuklandı. Ancak yılın sonuna doğru “Radikal Kamp” önderleri Mao’yu, Deng’in çok ileri gittiğine ikna ettiler ve kampanyaya son verildi.
Bu defa Radikaller başlattıkları kampanya ile Deng’i “ülkenin iflah olmaz baş kapitalist yolcusu” olarak ilan ettiler ve “Sağ Sapmacı Rüzgara Karşı” adını verdikleri kampanyayı hızlandırmak için hasta yatağındaki Mao’nun onayını aldılar.
Ancak Mao’nun ölümünden birkaç ay sonra 1976 ekim ayı başlarında, Radikal Kamp’ın Pekin’deki en üst düzey yöneticileri tutuklandı ve eyaletlerdeki başlıca önderler yakalandı. Sonraki birkaç yıl boyunca, 1983’e kadar süren bir dizi tasfiye dalgası ile radikal kadrolar ülke çapında parti ve devlet kadrolarından uzaklaştırılarak, Mao’nun iki kamp arasında örmek istediği iş bölümü tamamen yürürlükten kaldırıldı
1978’de Çin Komünist Partisinin önderliğini ele geçiren Deng Xiaoping merkezi planlamayı gevşetti ve işletmelerin elde ettikleri gelirlerin gittikçe artan bölümünü alıkoymalarına izin verdi. Böylece 1990’lara kadar uzanan aşamalı bir piyasa reformları dönemine geçilmiş oldu. Bu arada, 1980’lerin başında sanayi işçilerinin aldıkları ücret ve sosyal yardımların ciddi artış gösterdiğini, istihdamın sabit kaldığını ve fabrikalarda hala saygı gördüklerini de, yeri gelmişken not etmek gerekir.
Geride kalan otuz yılı aşan sürede, Marksist ideoloji ve kalkınmacı yaklaşımların etkisiyle, devasa bir sanayi sektörü inşa edilmiş ve sanayi işçiliği güçlü bir toplumsal taban haline gelmişti. Böylece fabrika işçileri, hem kendi işyeri birimlerinin üyeleri, hem de sosyalist yapılanmanın öncüsü ve “fabrikanın efendileri” olarak övülen işçi sınıfının birer parçası olarak, güçlü bir kolektif kimlik düşüncesi geliştirmişlerdi.
Bu tarihsel geçmiş, Parti yöneticileri gözünde, sanayi işçilerini ürkütücü, sınıf bilincine sahip, potansiyel olarak isyancı bir güç haline getirmişti. Nitekim Çalışan İşçi Konseyi (ÇİK) 1980’li yıllar boyunca son derece etkin bir kurum haline gelmişti.
Bütün bunlara karşın, aynı dönemde ÇKP’nin eğitimli ve teknik seçkinlerle bağlarını güçlendirmek adına, giderek proleter tabana yüz çevirerek teknokratik dönüşe geçmeye başladığını da hatırlamak gerekir. Nitekim 1986’ya kadar alınan kararlarla ÇİK delegeleri içinde asgari işçi oranları düşürülerek, sonunda bu koşul kaldırıldı.
Piyasalaşmayı destekleyen iktisatçılar, devlet işletmelerinin kar-zarar bilançolarını iyileştirmek için kalıcı işgücünün getirdiği yükten kurtarılmaları gerektiğini ileri sürmeye başladılar. Sonuçta, 1986’da Devlet Konseyi, bütün yeni işçilerin süreli sözleşmelerle işe alınmasını karara bağladı. Bu değişim, endüstriyel işyeri birimlerinin yapısını da değiştirmeye başladı. En başta, kadrolara “kitleler ile birlikte yaşamayı, çalışmayı” öğütleyen slogan, Mao döneminin modası geçmiş bir kalıntısı olarak görülmeye başladı ve işçiler ile yöneticiler arasındaki iletişim bir hayli zayıfladı.
Komünist iktidarın başından bu yana işyeri birimlerinde yerleştirilen kolektivist ahlak, 1980’lerin sonlarında büyük ölçüde çöktü. Bunda dönemin başkanı Deng Xiaoping’in, “bırakın önce bazıları zengin olsun” yaklaşımın da etkisi olduğu söylenebilir.
1994 tarihli Şirketler Yasası ile, bütün işyerleri sermaye ortaklıklarına dönüştürülerek, gerek küçük ve orta ölçekli fabrikalar ile stratejik öneme sahip olmayan büyük işletmeler özelleştirildi. Bunların çoğu şirketlerin yöneticilerine, bazıları da yerli özel ve yabancı yatırımcılara satıldı. Stratejik önem ve değere sahip olan büyük işletmeler devletin elinde kaldı. Devlet de bu varlıkları yönetmek üzere güçlü yeni kamu yönetimleri oluşturdu. Bu politikalar halka “Mülkiyet Haklarına Açıklık Getirilmesi” başlığı altında satılıyordu. Böylece eskiden fabrikalar üst yönetimlerini oluşturan “parti, sendika ve işçi üçlü komiteleri”, yerine “ortaklar, yönetim ve denetim kurulları” geçti.
1995 tarihli Çalışma Yasası ise benzer tarzda işgücünün dönüşümüyle ilgiliydi. Bu yasaya göre ileriki yıllarda on milyonlarca işçi isten çıkarılacaktı. Halbuki geçmişte on yıllar boyunca işçilere “fabrikanın efendisi” oldukları için işyerlerini evleri gibi düşünmeleri fikri işlenmişti. Nitekim 1993-2003 arasında devlet sektöründe 50 milyonun üzerinde işçi işini kaybetti.
Sonuçta, büyük ölçüde özel girişimcilerin elinde toplanan ihracat odaklı imalat sektörü, düşük ücretler, aşırı emek yoğunluğu ve son derece zorlayıcı bir çalışma disipliniyle, yüksek işgücü devir hızına sahip bir istihdam modeliyle “dünyanın atölyesi” haline geldi.
Bu duruma karşı, ülkenin dört bir yanında yoğunluğu artan protesto eylemleri ortaya çıktı. Yetkililer buna karşı, bazen protestoculara ödün vererek, fakat aynı zamanda örgütleyenleri cezalandırarak karşılık verdiler. Daha büyük fabrikaları yeniden yapılandırma girişimlerinin gündeme geldiği 2001/2 yıllarında, daha kapsamlı protesto gösterileriyle direniş bir hayli tırmandı. Yetkililer de işi ağırdan alıcı birtakım düzenlemeler ile süreci geçiştirdiler.
2007’de yeni bir İş Sözleşmesi Yasası çıkarıldı. Yasa, sözleşmeli ve en azından asgari ölçüde yardım alan işçilerin sayısını bir hayli arttıran etki yaptı ama işverenler yasasının etrafından dolanmanın bin türlü yolunu buldular. Sonuçta kırsaldan ve taşradan gelen işçilerin oranı 2009’daki %43 oranından, 2016’da %35’e geriledi.
SONUÇ
1980’lerde Deng Xiaoping’in başlattığı Reform ve Dışa Açılma sürecinin, Çin’de işçiler ile yöneticiler arasındaki çelişkileri giderek büyüttüğü anlaşılmaktadır. Öyle ki, yöneticiler ve işletmeciler daha çok para kazanırken, işçiler ise onlardan daha çok para kazanır hale geldiler. Bu süreçte ücretlerin ve iş bölüşümüne dair kararları artık yöneticiler veriyor. Halbuki, işçilerin tam istihdamı, ücretleri ve diğer çıkarlarının belirlenmesi için yönetime katılmaları ÇKP’nin ideolojik temelinin en başta gelen unsuruydu.
Bu durum işçilerin işletmelerine ve Parti’ye karşı yabancılaşmalarına yol açtı. Çünkü, günümüzde yeni işçilerin, kendilerini çalıştıkları fabrikalar ile özdeşleştirmeleri için pek bir neden bulunmuyor. Ayrıca, özel fabrikalardaki emek yönetimi açısından bakıldığında, yaklaşık 1.5 milyona yakın işçinin çalıştığı Tayvan merkezli, dünyanın en büyük elektronik firması Foxconn örneğinde görülen türden sert bir disiplin ve çalışma yoğunluğu dikkate alındığında, işletmeler ile işçiler arasındaki ilişkinin büyük ölçüde bir piyasa işlemine indirgendiği açıktır.
Yani, basitçe, Reform dönemine kadar uygulanan örgütlü işçilikten çıkarılan işçiler, kapitalizmin öngördüğü “kal veya git” tarzında ekonomik varlıklara dönüştürülmüş bulunuyorlar. Çin’li iktisatçı Qian Yingqi, bu yöntemle “kiralık işçiler” konumuna düşürülen ülkesindeki işçilerin durumunu “de-sosyalize edilmek” terimiyle anlatıyor.
Bu yazımızda, dünyanın 1 numaralı ülkesi, kapitalizmin kalesi ABD ile, adındaki “komünist” terimini koruyan bir Parti’nin otokrat lideri Xi Jinping’in önderliğinde, hemen hemen her alanda rekabet eden Çin’in tarihinden önemli bir kesiti ele aldık.
Bundan sonraki yazımızda, Çin’in öne çıkması veya en azından bir süre daha rekabeti nasıl sürdürebileceği açısından ülkenin gelmiş geçmiş en büyük üç başkanından biri olan Xi Jinping’in izlediği politikaları anlamaya çalışacağız.
(*) Andres, J., Haklarını Yitirenler (Çin’de Endüstriyel Yurttaşlığın Yükselişi ve Çöküşü, KÜY (Koç Üniversitesi Yayınları) 246, İstanbul, 2021.
Kaynak:www.yurtseverlik.com