Ortak Akıl Politika Geliştirme

Yeni Küresel Düzenin Şifreleri ve Türkiye- Ali Tigrel

Baş döndürücü gelişmelerin yaşandığı bir zaman diliminden geçiyoruz. Yeni bir küresel düzenin şekillenmekte olduğunu gösteren çok sayıda işaret var. 2020 yılına damgasını vuran,  2021 yılını büyük ölçüde etkileyen ve en azından orta vade de etkisini sürdüreceği  anlaşılan Korona salgınının söz konusu süreci hızlandırdığı hususunda hiçbir kuşkum yok. Küresel oyun değiştiği gibi oyuncular da değişiyor. Yepyeni kurallar ortaya çıkıyor. Bu kurallara uyamayan toplumların daha önce yaşamadıkları zorluklarla karşılaşmaları olası.

Ülkemiz iç içe geçmiş çok sayıda sorunla karşı karşıya. Bu sorunları çözmenin ön koşulu olan toplumsal mutabakat görünürde yok. Daha da kötüsü toplumdaki kutuplaşma adeta teşvik ediliyor. Ülkemizi yönetenler küresel dinamiklerin olası etkilerini yeterince göremiyorlar. Bu da önümüzdeki riskleri arttırıyor. Kısa, orta ve uzun vadeli yepyeni bir yol haritasını oluşturmak ve bunun üzerinde bir toplumsal mutabakat sağlamak zorundayız. Aksi takdirde çok ciddi sıkıntılarla karşı karşıya kalmamız kaçınılmaz hale gelebilir.

 

Değişen Küresel Dinamikler

  • Dünyada ekonomik güç Batı’dan Doğu’ya, özellikle de Asya/Pacific bölgesine kayıyor. Batı ise bu kayışı nasıl yavaşlatabiliriz kaygısı altında yeni stratejiler geliştirme çabası içinde bulunuyor. ABD ve Çin, başat konumunda olan iki ülke olarak kendi müttefiklerini oluşturma stratejisi içindeler. Çin ve Rusya arasındaki iş birliği giderek gelişiyor. Stratejik olarak tanımlanan bu iş birliğinin ileride bir stratejik ortaklığa dönüşmesi olası gözüküyor. İki ülkenin dünyanın değişik bölgelerinde ortak askeri tatbikatlar yapması dikkat çekici. Çin, giderek artan ekonomik gücünü hızla askeri güce tahvil ederken yumuşak gücünü Asya üzerinden dünyanın çeşitli pazarlarına yaymaya çalışıyor. ABD ise yeni Başkan Biden döneminde tüm küresel konularda AB ile iş birliği ve koordinasyon içinde olacağını açıklamış bulunuyor.
  • Yeni dünya düzeninde çatışmaların asimetrik olacağı anlaşılıyor. Yapay zeka, dronlar, ticaret savaşları, yaptırımlar ve teknoloji savaşları büyük ölçüde geleneksel savaşların yerine geçecek. Uzay teknolojisinde büyük aşamalar gerçekleştiren Çin süper bir uzay gücü olma yolunda.
  • İklim değişikliği konusu Biden’in iş başına gelmesiyle ABD’de gündemin tepesine oturdu. Yeşil Mutabakat bağlamında, 2050 yılı itibariyle, küresel düzenin karbon nötralizasyonu hedefleri büyük önem kazanmış durumda. Yeşil Mutabakatı sadece Avrupa Birliği ile ilgili olarak görmemek lazım. Çünkü, Yeşil Mutabakat’ın küresel düzende üç önemli ayağı bulunuyor. Avrupa Birliği Yeşil Mutabakatı Aralık 2019 içinde Avrupa Komisyonu tarafından ortaya atıldı. Joe Biden’ın Beyaz Saray’a gelmesiyle birlikte iklim değişikliği girişimlerinde yeniden küresel liderliği ele geçirmesi ve Yeni Enerji Mutabakatını ABD’de yürürlüğe koyması bekleniyor. Üçüncü ayak ise Çin Başkanı Xi Jinping’in öncülüğünde başlatılan Yeşil Kalkınma Bu üç girişimin önemli küresel sonuçları olacağı, çok uzak olmayan bir gelecekte uluslararası ticaret, finansmana erişim ve çevre standartlarının temelden etkileneceği anlaşılıyor.
  • Enerji sektöründe yenilenebilir enerjiye doğru hızlı bir kayış göze çarpıyor. Biraz da Korona salgınının etkisiyle petrol, doğal gaz ve kömürde büyük bir kapasite fazlası oluşmuş durumda. 2020 yılında dünya genelinde enerji sektörüne yapılan yaklaşık 1.5 trilyon dolar tutarındaki yatırımın üçte ikisi yenilenebilir enerji kategorisinde gerçekleşti. Doğal gaz talebinin 2025 yılından, petrol talebinin ise 2035 yılından itibaren gerilemeye başlayacağı, enerji üretiminde yenilenebilir enerjinin payının giderek artması bekleniyor. Bu bilgiler çerçevesinde Doğu Akdeniz ve Karadeniz’de bulunan rezervlerden kullanılabilir evsafta doğal gaz elde edilmesi için gerekli yatırımların pek fizibilitesi kalmadığı söylenebilir. Sanıyorum bazı siyasetçilerin bu bağlamdaki iddialı, siyasi amaçlı ve büyük ölçüde ekonomik gerçeklerden kopuk söylemlerini gözden geçirmelerinde fayda var.
  • Korona salgınının da etkisiyle 1990’lı yıllardan itibaren küreselleşme ve serbest ticareti ateşli bir şekilde savunan neo-liberalizmin modası artık geçiyor. Sosyal devleti yeniden ön plana çıkartan neo-Keynezyen yaklaşımların birçok ülkede izlenecek ekonomi politikalarının genel yapısını belirlemesi bekleniyor. Bunun, özellikle demokrasinin ve hukuk devletinin ön plana çıktığı ekonomisi güçlü ülkeler için bir sorun olacağını düşünmüyorum. Ancak ekonomisi güçlü olmayan, ekonomik dengeleri kırılgan ve demokrasi kültürü yeterince gelişmemiş veya otoriter rejimlerle yönetilen bazı ülkelerde radikal ve faşist akımların yeşermesi olasılığı var. Bir başka deyişle, neo-liberalizmden neo-faşizme geçiş, en azından bazı ülkeler için, ciddiye alınması gereken bir olasılık olarak karşımızda duruyor.

 

Dünya Türkiye’yi Nasıl Görüyor

  • Türkiye’nin bugünkü yönetimine dünya genelinde pek güven duyulduğu söylenemez.
  • Türkiye, özellikle Batı başkentlerinde revizyonist, Osmanlı hayalleri içinde ve karıştırıcı bir bölgesel güç olarak değerlendiriliyor. Washington’daki imajımız maalesef hiç iyi değil.
  • Arap dünyası, Katar dışında, Türkiye’yi ortak düşman olarak görüyor.
  • Eskiden ABD’de Türkiye aleyhine faaliyet gösteren sadece Ermeni ve Rum lobileri vardı. Şimdi çok sayıda Türkiye aleyhtarı lobi var. Suudi Arabistan ve BAE bu lobilere para akıtıyorlar. İsrail ile ilişkilerimizin iyi olduğu dönemde Yahudi lobileri bu durumu dengelerdi. Şimdi Yahudi lobileri de aleyhimizde çalışıyor.
  • Komşularımızın neredeyse tümüyle sorunluyuz.
  • Biden ve ekibi iş başına geldikten sonra Washington ve Brüksel, Çin ve Türkiye’ye karşı ortak tavır belirlenmesi konusunda mutabakata varmış durumda. Bu aslında vahim bir gelişme. Bugün için ABD’deki ağırlıklı düşüncenin, Türkiye politikalarının iş birliği (cooperation) ile çevreleme ve kısıtlama (containment) arasında bırakılması yönünde olduğu söylenebilir. Ama esas dikkat çekici olan, artık iki ülke arasında gerçek bir iş birliğinin mümkün olmadığını düşünen gözlemci sayısının az olmaması.
  • Dünyada büyük ittifaklar oluşurken Türkiye her yerden dışlanıyor veya dışlanmaya çalışılıyor.

Uzun lafın kısası tatsız bir dönemin içinden geçiyoruz.

 

Neden Bu Duruma Geldik?

Özellikle son on yılda yapılan vahim hataların birikimli sonuçlarını giderek daha fazla hissettiğimiz açık ve nettir. İhvan eksenli olması yanı sıra ekonomik, jeopolitik ve teknolojik gerçeklerden kopuk dış politika çizgisi ekonomimize zarar verdiği gibi ulusal çıkarlarımızın korunması için elzem olan çok değerli kaynaklarımızın heba edilmesine yol açmaktadır. Bir zamanlar yabancı yatırımcılar için bir cazibe merkezi olan ülkemiz bugün doğrudan yabancı yatırımcı çekemediği gibi olanları bile kaybetmek tehlikesi ile karşı karşıya bulunmaktadır. Jeopolitik konumumuzla uyumlu, Atatürk ilkelerinden esinlenen, ciddi, dengeli ve tutarlı bir dış politika çizgisinden sapılması bizi küresel bir yalnızlığa sürüklemiştir. İsrail ve Mısır ile olan çok iyi ilişkilerimizin anlamsız şekilde bozulması Orta Doğu dengelerinin aleyhimize gelişmesine yol açmıştır. Karşımızda daha önce olmayan şer cepheleri oluşmuştur. Suriye bataklığına bulaşmamızın ekonomik ve sosyal maliyeti giderek artmaktadır. Burada heba olan kaynaklarla ülke yararına nelerin yapılabileceğini düşündükçe adeta kahroluyorum.

Türkiye ekonomisi dışa açık, küresel sistemle bütünleşmiş, yatırım ve ticaret bakımından büyük ölçüde Batı’ya bağımlı, dış finansman ihtiyacını daha çok Batı dünyasından temin eden bir ülkedir. O zaman nasıl oluyor da bu ülkeyi yönetenler özellikle dış politikada bu kadar vahim hatalar yapabiliyorlar? Nasıl oluyor da küresel gerçeklerden kopuk bir ideolojik zihniyet ülkenin çıkarlarını bu ölçüde göz ardı edebiliyor?

Bu ve benzeri soruların cevabını sanıyorum daha çok eğitim sisteminde aramak lazım. Bugün Türkiye’yi yöneten iktidarın eğitime yaklaşımını ibret verici ve kabul edilemez buluyorum. Çünkü, eğitimi dinselleştirmenin, yozlaştırmanın, din motifleriyle donatmanın içinde yaşadığımız dönemin dinamikleriyle bağdaşmadığı, toplumumuzun çağdaş dünyadan giderek kopmasına yol açacağı, bilim ve teknolojide çağın iyice gerisinde kalmasına neden olacağı açıktır. Araştırma ve geliştirmeye yeterince ağırlık vermeyen, yaratıcı olamayan, sorgulama yeteneği oluşmamış, yüksek katma değerli üretimi yapamayan toplumların küresel düzende söz sahibi olması beklenemez. Tedrisatta bilim ve teknolojiyi ön plana çıkarmadan, genç dimağlara dini dogmalardan arındırılmış çağdaş bir eğitim imkanı sağlamadan, onların eleştirel düşünce, iletişim, işbirliği ve yaratıcılık becerilerini teşvik etmeden hedeflerimize ulaşmak mümkün değildir.

Bir başka ciddi sorun, en son Boğaziçi Üniversitesi örneğinde olduğu gibi, üniversitelerimizde siyasi vesayetin ağırlığının giderek artması yanı sıra dini vesayetin de yavaş yavaş yerleşmeye başlamasıdır. Bu bağlamda, egemen siyasetin “hayatımızın merkezine dönemin koşullarını değil, dinimizin koşullarını yerleştireceğiz” söyleminin Anayasamızın laiklik ilkesini ihlal eden ve aynı zamanda üniversite sistemimizi tehdit eden çok sakıncalı bir ideolojik beyan olduğu açıktır.

Bugün Türkiye’deki 69 üniversite rektörünün uluslararası akademik yayını bulunmuyor. Bu rektörlerimiz hayatları boyunca yaptıkları araştırmalardan sıfır atıf alıyorlar. Bunları Türkiye dışında tanıyan da yok. Küresel üniversite sıralamalarında ilk 500’ün içinde olan üniversitemiz kalmadı. Akademik performansı yeterli olmayan kişilerin içinden rektör seçilmesi üniversitenin kalitesini olumsuz etkiliyor. Bu bağlamda rektörlerin atanma yetkisinin tamamıyla Cumhurbaşkanına verilmesi büyük bir hata olmuştur. Nitekim, bunun olumsuz sonuçları çarpıcı şekilde arka arkaya ortaya çıkmaktadır.

Ekonomiye gelince, 2021 yılı başı itibariyle çok ciddi sıkıntılarla karşı karşıya olduğumuz açıktır. Türkiye ekonomisi gerçekten zordadır. İşsizlik endişe verici boyutlara yükselmiş, yoksulluk artmış, gelir dağılımı bozulmuştur. Korona virüsünün yol açtığı salgın sorunları daha da derinleştirmiştir. Ülkenin borcu milli gelirini aşmış, dış borçluluğumuz tehlikeli mıntıkaya ulaşmıştır. Toplam dış borcumuzun gayri safi milli hasılamıza oranı yüzde 60’a ulaşmıştır. Ekonominin katma değer yaratma gücü neredeyse dibe vurmuştur. Büyümeye, toplam faktör verimliliğinden katkı gelmez olmuştur. Dış politika alanında yapılan vahim hatalar yüzünden ülkeye doğrudan yabancı sermaye yatırımı gelmez olmuş, ayrıca Batılı kaynaklardan makul koşullarda dış finansman sağlama olanakları çok ama çok daralmıştır.

 

Bundan Sonra Ne Yapılmalıdır?

Esas odaklanmamız gereken alan da budur. Çünkü olan olmuştur. Ülkeye zarar verilmiştir. Ama önemli olan söz konusu tahribatı telafi etmek ve ileride yeniden olmasını engellemektir.

Çok kısa olarak, Türkiye şunları yapmalıdır:

  • Türkiye son yıllarda izlediği ihvan eksenli ve dengesiz dış politikasına yeni bir ayar vermeli, kendisini yalnızlığa iten hataları telafi edici adımlar atmalı, geleneksel dostluklarını yeniden inşa etmelidir. Bu bağlamda, İsrail’le olan ilişkilerin öncelikle ve kalıcı olarak düzeltilmesi, karşılıklı saygı ve güven temeline oturtulması çok önemlidir. Bu konuda başarılı adımların atılması ABD ile olan geleneksel ilişkilerimizin düzeltilmesine katkı sağlayacak ve Orta Doğu dengelerini lehimize değiştirebilecek bir ortamın yaratılmasına yardımcı olacaktır.
  • İngiltere ve Rusya Türkiye için çok önemli ülkelerdir. İngiltere ile yapılan serbest ticaret anlaşması zamanlaması çok doğru bir adım olmuştur. Bazı anlaşmazlıkların bulunmasına rağmen Rusya ile olan ilişkilerimiz iyidir ve diyalog kanalları çalışmaktadır.

Her iki ülke ile ilişkilerimizin daha da geliştirilmesi, uzun dönemli çıkarlarımız bakımından fevkalade yararlı olacaktır.

  • Liyakatın neredeyse yok sayılması, atamaların ideolojik saplantılar ve sadakat temelinde yapılmasıyla Türkiye’nin kurumsal kapasitesi aşırı zayıflamıştır. Bu durumun telafi edilmesinin ön koşulu Ankara’da zihniyetin ve ekibin değişmesidir. Eğer yeniden saygı duyulan yumuşak bir güç olmak istiyorsak kurumsal yapımızı güçlendirmek zorundayız. Ancak bu şekilde, Batı ile eşitlik temelinde müzakere edebilecek, sonuç alabilecek ve ulusal çıkarlarımızı layıkıyla koruyabilecek bir konuma ulaşabiliriz.
  • Türkiye, yeşil mutabakattan en fazla etkilenecek ülkeler arasındadır. Bu etkiler sadece enerjide değil tüm sektörlerde hissedilecektir. Özellikle AB’ne ihracat yapan şirketler, gerekli adımları atmadıkları takdirde, ticari kısıtlamalar veya yaptırımlarla karşılaşacaklardır. Çok taraflı ya da ticari finansman kuruluşlarından fon sağlamak çok zorlaşacaktır. AB ile Gümrük Birliği’nin güncelleştirilmesi neredeyse olanaksız hale gelecektir. Türkiye’nin Paris’te imza attığı ama henüz TBMM’den geçirmediği İklim Değişikliği Sözleşmesini bir an önce onaylamamız, enerjideki Yeşil Mutabakat bağlantılı dönüşümün yaratacağı risk ve fırsatları belirlememiz, hükümetin ve şirketlerin izlemesi gereken stratejileri masaya yatırmamız şarttır. Zira karşımızda rekabet gücümüzü, dış ticaretimizi ve jeopolitik konumumuzu derinden etkileme potansiyeli olan bir durum vardır.

 

  • Para, maliye, yatırım ve ticaret politikalarının bir bütün oluşturduğu ve bunlar arasındaki eşgüdümün çok önemli olduğu unutulmamalıdır. Aşırı kırılgan yapıda olan Türkiye ekonomisinin çok ciddi ve tutarlı tedbirlere, yapısal reformlara ve gerçek bir tasarruf anlayışına ihtiyacı vardır. Üzerinde toplumsal mutabakat olmayan, yapılabilirliği tartışmalı mega altyapı projelerinden mutlaka vazgeçilmelidir. Ayrıca, savunma harcamalarının, ulusal güvenliğimizi göz ardı etmeden, azaltılması için ne mümkünse yapılmalıdır.

 

  • İstihdamın arttırılması ve işsizlikle mücadele için Korona sonrası dönemde sektörler ve projeler bazında, kaynaklar/harcamalar dengesini layıkıyla göz önünde bulunduran akılcı politikalara ve doğru tercihlere ihtiyaç vardır. Ekonomik gelişmeye sanayi öncelik etmelidir. Üretim sürecinde yüksek katma değerli aşamalara geçilmesi şarttır. Ancak bu şekilde ücretlerde reel bir yükselme sağlanabilir ve gelir dağılımında göreli bir iyileştirme sağlanabilir.

 

  • Ülkemizin gıda güvenliği bakımından büyük önem taşıyan Tarımın yepyeni bir anlayışla ele alınması zorunluluğu vardır. Bunun başarılması aynı zamanda istihdama çok olumlu bir etki yapacaktır.

 

  • Türkiye’nin küresel rekabet liginde üst sıralara taşınabilmesi genç nesillerin doğru ve çağdaş eğitimine, sağlık ve mutluluğuna, sosyal güvencesine ve doğru yerde istihdam edilmesine bağlıdır. Tüm bunlar gereğince yapılmadan sürdürülebilir kalkınma sağlanamaz, bireysel gelişme olamaz ve eşitsizlik azaltılamaz. Bu nedenle Milli Eğitim Politikamız, geleceğin teknolojik gelişmelerini ve ülke ekonomisinin uzun dönemli taleplerini göz önünde bulundurarak yeniden yapılandırılmalıdır.

 

  • Bugün ülkemizin uluslararası itibarının ciddi bir erozyona uğramasının arkasında yatan nedenlerin arasında yargının tarafsızlığı ve bağımsızlığı üzerine gölge düşürülmesi, insan hakkı ve özgürlüklerinin baskı altına alınması ve hukukun üstünlüğüne gereken saygının gösterilmemesi önemli bir yer tutmaktadır. Bu konularda yapılan hatalardan ders alınmalı ve gerekli düzeltici adımlar mutlaka atılmalıdır.

 

  • Yasama, yürütme ve yargı erklerinin birbirinden bağımsız çalışması çağdaş bir anayasanın olmazsa olmazıdır. Bugün ülkemizde kuvvetler ayrılığı diye bir şey kalmamıştır. Sonuçta, iktidar gücünün denetimi yapılamamaktadır. Bu gerçekten vahim bir durumdur. Çünkü iktidar gücü yolsuzluğa açıktır. Lord Acton, “Güç yozlaştırır; hele mutlak güç mutlaka yozlaştırır” demiştir. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Türkiye, bu temel sorunu çözmek zorundadır.

Sonuç

Karşı karşıya olduğu tüm sorunlara rağmen Türkiye büyük, çok önemli ve potansiyeli yüksek bir ülkedir. Türkiye, Doğu Akdeniz’in en büyük ekonomik, siyasi ve askeri gücü olması yanı sıra Doğu Akdeniz sahili en uzun olan ülke konumundadır. Ülkemizi hesaba katmadan, denklemde göstermeden, haklarına saygı duymadan ve onunla iyi niyetle müzakere etmeden herhangi bir bölgesel sorunun kalıcı olarak çözülebileceğine inanmıyorum. Ancak, Türkiye’yi yönetenlerin yapılan hatalardan ders almasını, ideolojik saplantıların bir tarafa bırakılmasını ve ülke çıkarlarının her şeyin üzerinde tutulmasını beklemek hepimizin hakkı.

Unutmayalım. Ülkeyi yönetenlerin öncelikle yapması gereken, karşı karşıya olduğumuz sorunları aşarak geleceğin Türkiye’sini yaratma yolunda toplumsal mutabakatı sağlamak, ülke içindeki birlik ve beraberliğe özen göstermek, siyasi çıkarlar uğruna toplumu bölücü ve kutuplaştırıcı söylemlerden kesinlikle kaçınmaktır. Bunu yapamadıkları sürece işimiz gerçekten zordur.

 

Ali Tigrel

Sosyal Medya

Bizi takip edin, birlikte daha güçlüyüz...