Birleşmiş Milletler’in Genel Sekreterliğini de yapmış olan İsveçli diplomat Dag Hammarskjold “Önleyici Diplomasi” kavramını siyasi terminolojiye kazandırmıştır. Önleyici Diplomasi sadece devletler arasındaki gerginliklerin sıcak bir çatışmaya dönüşmesini önlemek için diplomasi alanında yürütülen faaliyetleri kapsamına almakla kalmamaktadır. Çok kültürlü, çok etnisiteli toplumların iç gerilimlerini de incelemekte ve bunların bir depreme dönüşmemesi için gerekli önlemlerin alınması amacıyla da kullanılmaktadır. Önleyici diplomasi sayesinde, özellikle Soğuk Savaş sonrası dönemde toplumsal kimlik ve bunun ne şekilde inşa edildiğine yönelik çalışmalar Uluslararası İlişkiler disiplinin merkezine konulmuştur. Ayrıca diplomasi; siyasal psikoloji, sosyal psikoloji ve iletişim gibi yan disiplinlerin desteğine ihtiyaç duyar olmuştur. Bugün bir Büyükelçinin başarılı olabilmesi için ilk aşamada görev yaptığı ülkenin toplumunun kimliğinin, tarihsel boyut içinde nasıl evrilmiş bulunduğu hususunda bir fikir sahibi olması gerekmektedir.
Zamanımızda Avrupa Birliği ile ulus-ötesi nitelikte kurumsallaşmış bulunan Avrupa’nın Türkiye ile ilişkileri, altmış yıllık bir yerine getirilmeyen vaatler ve hayal kırıklıkları hikayesidir. Bu altmış yıl içerisinde, siyasi ve ekonomik standartlar açısından fersah fersah geride bulunan ülkeler üye yapılırken, neden Türkiye kapıda bekletilmiştir? Neden Kopenhag ve Maastricht kriterleri, hazmetme kapasitesi, referandum şartı gibi ucu açık engeller hep ülkemizin önüne getirilmiştir? Neden Türk dünyasındaki diğer devletlerin vatandaşları AB sahasına nispeten daha kolay girebilirken, Türk vatandaşlarına, üç günlük vize alabilmek için Başkonsolosluklar önünde çile çektirilmektedir? Sayıları daha da çoğaltılabilecek bu soruların sağlıklı bir biçimde yanıtlanabilmesi için öncelikle Avrupa Kimliği sorununun gerçekçi biçimde değerlendirilmesi yerinde olacaktır. Türkiye’nin AB ile ilişkilerinin geleceği de bu değerlendirmeye göre şekillendirilmelidir. Yoksa Bekleme Odasında geçirilen bunca yıl, bir altmış yıl daha uzayabilir.
Günümüz dünyasında Avrupalıları diğerlerinden ayıran; ulusal kimliklere ek olarak bir Avrupa kimliğinin varlığından söz edilebilir. Nitekim, bir ulus toplumlar demetinden oluşan Avrupa Birliği’nin yapı taşları, içerik itibarıyla somut bir tanımlanması olmayan bu ortak kimlik üzerinde döşenmektedir. Tarihsel boyuttan bakılacak olursa, Avrupa kimliği sabit ve statik değil, esnek ve şartlara göre dönüşebilen bir özellik göstermektedir. Bu, Türkiye’nin Avrupa ile ilişkilerinde göz önünde tutması gereken çok önemli bir husustur.
Avrupa toplumlarının sahip oldukları ortak yönler kadar, “öteki” olarak görülen farklılıklar da Avrupa kimliğinin ortaya çıkışında önemli rol oynamıştır. İslamın, Avrupalılığın ötekisi olduğuna dair bidayetten bugüne kadar gelen yerleşik bir algının bulunduğu yadsınamaz. İslam, tarihsel süreçte çoğu zaman birlikte hareket etmeyi başaramayan Avrupalıları birleştiren ve onlara ortak aidiyet duygusunu aşılayan bir güç olarak belirmiştir. İlk aşamada medeniyet olarak kendisinden ileri konumda bulunan İslam dünyasına hayranlık ve korku olarak tanımlanabilecek öteki imajı, hasmın güçten düşmesi ile birlikte giderek yerini sadece korkuya bırakmıştır. 11. yüzyılda, Haçlı Seferlerine tesadüf eden bu erken aşamada Türkofobinin, ötekileştirilmiş İslam içerisinde önemli paya sahip olduğu Papa Urban II’nin Clermont Konseyi’ndeki konuşmasında belirgindir. Esasen, Haçlı Seferleri yapılması düşüncesi, Bizans İmparatoru Alexius’un Anadolu Selçukluluklarına karşı Papa’dan yardım isteyen mektubu üzerine, Urban II tarafından geliştirilmiştir. Urban II, 1095 yılındaki Clermont Konseyi’nde şunları söylemiştir:
“Doğuda, son 24 yılda Bizans İmparatorluğu’ndan büyük topraklar almış olan Selçuklu Türkleri Konstantinopolis’i tehdit etmektedir. İmparator Alexius, pagan Türklerin Batıya doğru daha fazla ilerleyişini durdurmak ve onları Hristiyan topraklardan defetmek için yardımımızı istemiştir. Selçuklu Türkleri, cehennemin zebanilerinden daha vahşi işkence alimleridir. Birçok Hristiyanı katletmişlerdir. Yaşlı, kadın, çocuk bakmadan kardeşlerimizin karınlarını yarıp altın ve mücevher aramaktadırlar, kiliseler yakılmaktadır, Konstantinopolis işgal tehlikesi altındadır. Bu şehir düşerse Türkler giderek içimize girecekler ve inancımızı yok edeceklerdir. Şimdiye kadar kardeşlerine ve akrabalarına karşı savaşan Hristiyanlar artık Allahsızlara karşı birlik olmalıdır. İnançlı Hristiyanlar tereddüt etmeyin. Kış bitip, bahar geldiğinde silahlarımızı kuşanıp, Allah’ın rehberliğinde yola koyulalım. Bu Allah’ın iradesidir!”
Papanın bu konuşması üzerine coşan katılımcılar “Savaş Allah’ın iradesidir” diye bağırmaya başlamışlardır. Dikkat edilirse Papa, konuşmasında Müslümanlardan değil, Pagan Türklerden ve Allahsızlardan söz etmiştir. Avrupa’da Türkofobinin, Bizans’ın da desteğiyle çıkış noktası olan bu tarihi an, ötekileştirmenin ilk aşamada Türkler üzerinde yapıldığına ve tarih içerisinde değişerek, İslam’a dönüştüğüne karine teşkil etmektedir. Nitekim, Avrupalı kavramının ilk kez belgelere geçmesi 15.yüzyılda Endülüs Emevileri’ne karşı yürütülen mücadele neticesinde olmuştur. 1492’de Müslümanların Endülüs’ten kovulmaları ile Avrupa çok dinli ve çok kültürlü bir medeniyet olma şansını kaybetmiştir. İslam, bir zamanlar Avrupa’ya özgü olan entellektüel birikimin saklanıp, Antik Çağdan, Rönesans’a taşınmasını sağlamış; özden ve yaratıcılıktan uzak, Avrupa’yı tehdit eden bir proto-medeniyet olarak görülmüştür.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sömürgeciliğin tasfiyesi ile birlikte, o döneme kadar “dışsal öteki” olan İslam, Avrupa’nın “içsel ötekisi” haline gelmiştir. Bugün Avrupa’daki Müslüman nüfus 25 milyonu aşmıştır. Almanya, Fransa ve İngiltere en fazla Müslüman barındıran Avrupa devletleridir. Bir büyük göç hareketi olmasa bile, gelecekte Avrupa’daki Müslümanların sayısında ciddi artış yaşanması beklenmektedir. Zira, Avrupa halkları yaşlanırken, Müslümanlar gençleşmektedir. Son 70 yılda Avrupa devletlerinin ekonomik, sosyal ve siyasi yapılarının bir parçası haline gelen Müslümanlar, yaşadıkları ülkelerin demokratik ikliminden de yararlanarak dini ve kültürel hak taleplerinde bulunmaktadırlar. Buna karşı uygulamaya konan, tersine göç ya da asimilasyon politikaları sonuç vermemiş ve Müslümanların yaşadıkları büyük toplumlara uyumları giderek daha fazla sorunsallaşmıştır. Müslüman korkusu, modern çağda içselleşmiş biçimde devam etmektedir. Avrupalılar, Müslümanları Avrupa kimliğinin bir parçası olarak görmeye yanaşmamaktadırlar. Aksine bu yabancı azınlık karşısında kimliklerini koruma endişesindedirler. Müslümanlar da büyük toplumdan izole olmak suretiyle kendi kimliklerini koruma çabasına girmişlerdir. Böylece, seküler olduğu iddia edilen Avrupa kimliğinin 21. yüzyılda, hala bünyesindeki farklı dini/kültürel kimliklere Hristiyanlık temelinden yaklaşması Avrupa’nın tezatını oluşturmaktadır. Son dönemde yaşanan krizler ve pandemi neticesi ortaya çıkan ekonomik sorunlar bu tezatın daha da kuvvetlenmesine yardımcı olmuştur.
Bugün Avrupa bir yol ayırımına gelmiştir. Yollar birbiriyle çelişen, farklı ideolojik bakış açılarına göre çizilmiştir. Avrupa kimliğini kültür ve medeniyet coğrafyasına göre sınırlayan birincisi bu yorgun kıtayı geçmişe götürecektir. Evrensel değerleri temel alarak kapsayıcı bir Avrupa kimliğini öngören ikincisi ise, geleceğin Avrupasını inşa edecektir.
Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği üzerindeki karar süreci, her dönemde Avrupa kimliğinin İslam’ı kapsayıp kapsamayacağına dair derin bir tartışma ortamı içerisinde, bir saman alevi gibi sönüp gitmiştir. Geçmişten ders alınmalıdır. Dış ve güvenlik politikalarında AB üyeliğini yeniden stratejik bir hedef haline getirecek olan Türkiye, üyelik başvurusunu artık sağlam bir sosyo-psikolojik zemine oturtması gerektiğinin bilincine varmalıdır. Önleyici diplomasi devreye sokulmalıdır. Diplomatların yanı sıra tarihçiler, sosyologlar, sosyal psikologlar ve iletişim uzmanlarının da bulunduğu mültidisipliner bir kadroyla Avrupa kamuoyları , Avrupa’daki Türklerin ve Türkiye’nin AB üyeliğinin bir tehdit değil, bir kazanım olacağı noktasında ikna edilmelidir. Bu işin kolay olduğu söylenemez. Zira bir yanda komşularımız Yunanistan ve GKRY, geçmişte Bizans’ın oynadığı rolü oynamayı sürdürmektedir. Diğer yanda, Türkiye laik devlet imajını kaybetmiştir ve bugünkü yönetimin Avrupa’daki Türkler üzerinde, camiler merkezinde, kendi ideolojisine göre uyguladığı politikalar Avrupa devletlerini rahatsız etmektedir. Elli yıl oluşturmaya çalıştığımız zemin son 10 yılda kaybedilmiştir.
Öncelikle Avrupa’da Türk karşıtlığının Tanrının iradesi olmadığına bizim de inanmamız gerekmektedir. Güçlükler sonuç almaya engel değildir. Diplomasi sabır isteyen bir süreçtir ve karar, yolun yarısının alınması demektir.
Kaynak: www.yurtseverlik.com