Ortak Akıl Politika Geliştirme

Türkiye’nin Açık Kapı Politikası: Nereye Kadar? – A. Bülent MERİÇ

2011 yılında, Suriye Krizi başladıktan bu yana, Suriyeli sığınmacılar için izlenen “ Açık Kapı “ politikası giderek “ Açık Sınır “ politikasına dönüşmüş ve Türkiye’nin sınır güvenliğini ciddi zafiyete uğratmıştır.

1951 tarihli Birleşmiş Milletler Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Cenevre Sözleşmesi’ne coğrafi sınırlama şerhi ile taraf olan ve bu bağlamda Avrupa dışından gelen sığınmacılar için sorumluluk almayan Türkiye, uluslararası yükümlülüklerinin çok ötesinde külfet üstlenmiştir.

2011 sonrasında ulusal mevzuatımızda yapılan değişiklikler Cenevre Sözleşmesi ile uyumlu değildir. Uluslararası hukukta olmayan yeni koruma kategorileri oluşturulmuştur. Bu da, bir yanda, Türkiye’nin büyük fedakarlıkla üstlendiği yükün adil paylaşımını engellemekte; diğer yanda ise, coğrafi sınırlama çekincemizi sadece fiili değil, hukuki olarak da ortadan kaldırmıştır.

Sığınmacıların sayıca fazlalığı karşısında ulusal imkanlarımız kullanılarak yapılan geçici barınma merkezleri yeterli olamamış; Suriyeliler Türkiye’nin her köşesine kontrolsüz şekilde dağılmışlar ve şehirlerimizde gettolaşmışlardır. Esat rejimi de, Türkiye’yi köşeye sıkıştırmak üçün bu nüfus hareketini teşvik eden tutum izlemiştir.

Kontrolsüzlük Suriyelilere tanınan hak ve özgürlükler alanında da mevcuttur. Bunlara uygulanan pozitif ayırımcılık toplum vicdanını yaralamaktadır. Öte yandan, Hükümetin aşırı hoşgörülü Ensar anlayışı da zamanla değişmiş, sığınmacılar siyasi pazarlık aracı haline getirilmiştir.

Bu durum sürdürülebilir değildir. Sürdürüldüğü ve Suriyelilerin vatandaşlığa alma süreci devam ettiği takdirde ileride anayasal hak ve özgürlük talebinde bulunacak bir azınlık ortaya çıkacaktır. Maalesef zaman Beşir Esad’ın hesabının doğru olduğunu göstermiştir. Suriyeli sığınmacılar; merhametsiz, eli kanlı, soykırımcı, hangi sıfatla tanımlarsak tanımlayalım, Suriye rejiminin bize hediye ettiği bir sorun olmuştur. Çözümü de Beşir Esad’ın ellerindedir.


Geçenlerde “Aykırı” internet sitesinde yayımlanan bir videoda, takriben 30 kişilik bir göçmen grubunun, Ağrı, Doğubayazıt’taki TOKİ konutlarının arkasında bulunan tepelerin ardındaki sınırın sıfır noktasından kaçak giriş yaparak, ellerini kollarını sallayarak ilçe merkezine doğru yürüdüğü görüntülenmişti. Çoğu Afgan ve Pakistan uyruklu yüzlerce kişinin bu şekilde Türkiye’ye giriş yaptığı ve ülkemizdeki sığınmacı sayısının geometrik oranda arttığı haberde vurgulanmaktaydı.

Okulda ve askerliğimde ‘sınırın namus olduğu’ öğretilmişti. Video, maalesef bu anlayışın artık geçerli olmadığını gözler önüne seriyordu. Türkiye’nin sınır güvenliği politikasını mülteci politikasından ayrı düşünmemek gerekir. Dolayısıyla, 2011 yılında Suriye Krizi başladıktan bu yana izlenen “Açık Kapı Politikası” Türkiye’yi bu noktaya getirmişti. Açık kapı zamanla açık sınır haline dönüşmüştü!

Bu makaleyi kaleme alırken amacım ülkemizin güvenliği için çok zor koşullarda görev yapan, şehit ve gaziler veren Silahlı Kuvvetlerimiz ve Emniyet Teşkilatımızı suçlamak değildir. Onların özverili çalışması her türlü takdirin fevkindedir. Amacım, 2011 yılından bu yana, sözde insani mülahazalarla izlendiği öne sürülen politikanın yanlışlığına işaret etmektir.

Göçmen,Sığınmacı ve Mülteci Kavramlar:

Ülkesini herhangi bir sebeple terk eden birey, bir başka ülkeye göçe kalkışacaktır. Eğer birey kendi ülkesinde yaşam güçlüğü çekiyor ve daha elverişli koşullarda, bir başka ülkede yeni bir hayat kurmayı düşünüyorsa “Göçmen“ (Migrant) olarak isimlendirilecektir. Birey, savaşlar, salgınlar, krizler, doğal afetler gibi siyasi, sosyal ya da doğal olayların yol açtığı olağanüstü durumlar nedeniyle sınır değiştirmişse “Sığınmacı“ (Asylum Seeker) olarak adlandırılır. Sığınma amacıyla giriş yapan yabancının ülkesinde kalmasına izin verip vermeme sığınma aranan devlete ait bir haktır. Devletler, bunu uluslararası yükümlülükleri ve ulusal mevzuatları ışığında değerlendirmekte ve çok seçici davranmaktadırlar. Eğer bir devlet, bir antlaşma ile bu konuda belirli bir yükümlülük altına girmişse, sadece ilgili andlaşmanın koşullarını yerine getiren devletin tebası için sığınma hakkını tanımak zorunda bulunmaktadır. Buna karşılık,böyle bir antlaşma yükümlülüğü yoksa, uygulanan uluslararası hukuka göre, devletlere bu yönde yükümlülük getiren genel bir uluslararası yapılageliş kuralı veya hukuk genel ilkesi bulunmamaktadır.

Sığınma hakkı aranan devlet, sığınan bireyin mevcut endişelerinin gerçek ve ciddi olduğu kanaatına varırsa,yine uluslararası yükümlülükleri ve ulusal mevzuatının ışığında bu kişiye “Mülteci“(Refugee) statüsü verebilir. Mülteci statüsü istisnai koşullar dışında geri alınması mümkün olmayan hukuki statüdür. Kişinin, uluslararası koruma altına alınmasını ve ülkesine geri gönderilmemesini (Non-Refoulement) gerektirir. Mültecilik, aile birleşmesi, seyahat, barınma, eğitim, sağlık ve çalışma gibi birtakım hak ve özgürlükleri de beraberinde getirir. Uzun süre mültecilik, korumasından yararlanılan devletin vatandaşlığını kazanmaya da imkan verebilir.

Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin 1951 Cenevre Sözleşmesi

Bölgesel ve uluslararası düzeyde kabul edilmiş bulunan çok sayıda anlaşma, mültecilerin sosyal, siyasi ve hukuki statülerini belirleyen uluslararası hukuk kaynağını teşkil etmektedir.

Bunlar içerisinde ana kaynak 1951 tarihli Birleşmiş Milletler Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Cenevre Sözleşmesi’dir. 1967 tarihli Ek Protokolü, Sözleşmenin 2. Dünya Savaşı sonrası koşullarını yansıtan yazımını değiştirmiş ve kapsamını genişletmiştir.

Uygulamada, taraf devletler, uzun ve titiz araştırma yürütmekte ve mülteci statüsü tanınmasını çok sınırlı tutmaktadırlar. Özellikle 1990’ların sonundan bu yana yaşanılan ekonomik krizlerin sebep olduğu daralma ve toplumsal sorunlar devletleri ilave yük almaktan alıkoymaktadır. Bu nedenle ‘ sıkı sınır politikaları ‘ sanayileşmiş Batı’da yaygın hale gelmiştir. Örneğin, Batı komşumuz Avrupa Birliği  1990’ların başından itibaren polis ve adli işbirliği konusunda ortak politikalar izlenmesi yoluna girmiştir.İltica sorunu da bu kapsama alınmıştır. 1985 yılından itibaren birçok Birlik ülkesi kendi aralarındaki sınırları kaldırarak “ Schengen Bölgesi “ olarak isimlendirilen bir serbest dolaşım alanı oluşturmuştur.1999’dan itibaren Avrupa İçişleri ve Adalet Konseyleri, göç, iltica ve iç güvenlik konularında işbirliğini güçlendirme yolunda adımlar atmışlardır. 2001 yılında Birliğin dış sınırlarının korunması için “Avrupa Birliği Üye Devletlerinin Dış Sınırlarında Operasyonel İşbirliği Yönetim Ajansı “ (FRONTEX) kurulmuştur. FRONTEX, bugün Yunanistan ve Bulgaristan ile sınırlarımızda görev yapmaktadır.

Oysa, Cenevre Sözleşmesi, 2.Dünya Savaşı sonu Avrupa’sının şartları göz önünde tutularak ‘Yükün Eşit Paylaşımı’ uzlaşısı üzerinde inşa edilmişti. Buna göre, devletler geri göndermeyecekler (Non Refoulement) ve bunun karşılığında üçüncü bir ülkeye yerleşim (Third Country Resettlement) için sınırlarını açık tutacaklardı. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği de (UNHCR) buna aracılık edecekti. Cenevre sisteminde yük, Türkiye gibi transit ülkelerin omuzlarına yüklenmekteydi. Thomas Hobbes’un anarşik dünyasından Immanuel Kant’ın cennetine gitmek isteyenler, arafta hurilerin kapıları açmasını bekleyeceklerdi!

Konuyu kapatmadan önce Suriye’nin ne 1951 Sözleşmesine ne de Ek Protokolüne taraf olduğunu belirtelim.

Türkiyenin Uluslararası Yükümlülükleri ve Ulusal Mevzuatı

Cenevre Sözleşmesi’nin 40. maddesinde, taraf devletlere , Sözleşmenin, ülkelerinin sadece belli bazı bölgelerinde uygulanması imkanı verilmiştir. Türkiye, transit ülke olma durumunun bilinciyle, 1961 yılında Sözleşme’ye taraf olurken coğrafi sınırlama şerhi koymuş ve bu sınırlamayı günümüze kadar da muhafaza etmiştir. Batı sınırları dışında Türkiye’ye sığınanlara mülteci statüsü tanınmayacağının peşinen beyan edilmesiyle Avrupa için bir bekleme alanı olma konumuna gelmeyeceğimiz uluslararası topluma kabul ettirilmiştir. Avrupa’nın zamanla Türkiye’yi dışlayarak bütünleşmesi ve bir kale haline gelmesi, söz konusu kararın ne kadar doğru olduğunu göstermiştir.

Öte yandan, 2004 yılında AB’den katılımcı devlet statüsünü elde eden Türkiye, yasadışı göç, sığınma ve sınır güvenliğine ilişkin ulusal politikalarını, 2011 yılına kadar, Birliğin düzenlemeleri çizgisinde şekillendirmiştir. Bu durum sınır güvenliği teşkilatımızı da rahatlatmış, güvenlik güçlerimiz sınır dışından destek bulan terör örgütleriyle mücadeleye ve asayişi korumaya odaklanmışlardır.

Suriye krizinin 2011 yılının sonuna doğru tırmanması üzerine, Suriye politikasının diğer veçhelerinde olduğu gibi, göç, iltica ve sınır güvenliği politikalarında da savrulma görülmeye başlanmıştır. İnsani mülahazayla sınır açılmış ve en üst düzeyde verilen beyanlarla Suriyeliler kitleler halinde ülkemize sığınmaya teşvik edilmişlerdir. Suriye merkezi yönetimi de, muhalefeti açıkça destekleyen Türkiye’yi istikrarsızlaştırmak için, askeri harekatlarını kitlesel göçe yol açacak biçimde yürütmüştür. Açık kapı politikasının ülkemizin iç istikrarı ve güvenliğine yönelik ciddi bir tehdidin doğmasına yol açtığı zamanla görülmüştür. Sınır illerimizde, ulusal imkanlarımızı kullanarak kurulan geçici barınma merkezleri yeterli olmamış, Suriyeliler Türkiye’nin her köşesine kontrolsüz biçimde dağılmışlardır. Türkiye’nin kalkınması ve vatandaşımızın refaha kavuşması için gerekli kıt kaynaklar Suriyeliler için kullanılmıştır. Suriye vatandaşlarına yönelik pozitif ayırımcılık,kendisine sorulmadan, vatandaşımızın kesesinden ya da onların hakları sınırlandırılarak yapılmıştır. Buna da Arapça Ensar, yani insanı sevme, yardım etme kültürü denilmiştir.

4 Nisan 2013 tarihli ve 6458 sayılı “Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu“ Türkiye’de sığınma arayan yabancıları uluslararası koruma altına alırken, Mülteci, Şartlı Mülteci ve İkincil Koruma olmak üzere üç ayrı rejim uygulanmasını öngörmektedir. Böylece Kanun, 1951 Sözleşmesinde bulunmayan, sui generis bir sistem yaratmıştır. Mülteci 1951 Sözleşmesi çerçevesinde yer bulan sığınmacıları belirtirken, Şartlı Mülteci Avrupa devletleri dışındaki sığınma arayan kişileri; İkincil Koruma ise, Mülteci ya da Şartlı Mülteci rejimine bağlı tutulmayan, sığınma arayan kişilere uygulanan rejimi belirtmektedir.

6458 sayılı Kanuna bağlı olarak, 13 Ekim 2014 tarihinde 6883 sayılı “Geçici Koruma Yönetmeliği“nin 7/1. maddesi çerçevesinde, 2011’den bu yana Türkiye’de sığınma arayanlara büyük ölçüde geçici koruma rejimi uygulanmakta ve buna bağlı olarak 1951 Sözleşmesinde kayıtlı olan, mültecilere yönelik hak ve özgürlüklerin çoğu tanınmaktadır.

AKP Hükümetinin yarattığı hilkat garibesi ulusal sistem, yükü paylaşma potansiyeli olan Batılı devletlerin uluslararası yükümlülükleriyle birebir uyuşmamaktadır. Bu devletler mülteci statüsünü kazanmış kişiler açısından yükümlülük sahibidirler. İkincil Koruma ya da Geçici Koruma statüleri onlar açısından hukuken bağlayıcı değildir.

Hilkat garibesi sistem 1951 Sözleşmesine coğrafi çekincemizi de zayıflatmıştır. Bundan sonra, ulusal mevzuatımızı değiştirsek de, doğu, güneydoğu ve güney sınırlarımızın sığınmacılara kapatılması uluslararası tepkiyi beraberinde getirecektir. Kendi elimizle kendimizi transit ülke ( bugünün koşullarında sığınmacı deposu) konumuna düşürmüş bulunmaktayız.

AB ile Geri Kabul Anlaşması ve Vize Serbestisi Diyaloğu

Gariplik garipliği çeker derler, Suriyeli sığınmacılar için yüklü harcamalar yapmakla övünen, bununla beraber beklediği mali desteği almada hayal kırıklığına uğrayan AKP Hükümeti, 16 Aralık 2013 günü Avrupa Birliği ile geri kabul anlaşması yapmış ve hemen hemen aynı tarihlerde sığınmacıların Yunanistan’a geçişlerini önlemek üzere, Ege’de bir NATO Deniz Görev Gücü kurulmasını kabul etmiştir!

Geri kabul anlaşması, katılım müzakerelerinde engeller üzerine engeller çıkaran AB’in öteden beri Türkiye’den istediği bir husustu. Gariptir ki; AKP Hükümeti bunu, tıkanmış bulunan katılım müzakerelerinin önünü açacak bir koz olarak kullanmak yerine, vize serbestisi diyaloğunun başlatılması ve 3.3 milyar Avroluk yardıma bağlayarak kabul etmiştir. AB’nin yardımı da Türkiye’nin bütçesine doğrudan katkı değil, UNHCR ve diğer BM ihtisas kuruluşları aracılığıyla Suriyeli sığınmacılara verilecek bir fon olacaktı. Türkiye’nin alacakları karşılığına vereceklerinin ağır bastığı bu anlaşmanın ömrü beklenildiği gibi kısa oldu.

Nereye Kadar?

Geri Kabul Anlaşması’ndan sonra, Türkiye, sığınmacılara insani nedenlerle ev sahipliği yaptığını ileri süremez. Çünkü artık sığınmacıları siyasi pazarlıklara konu etmeye başlamıştır. Bu senenin başında, İdlib’te Türk askeri konvoyuna saldırıdan sonra sığınmacıların Avrupa’ya göçüne izin verilmesiyle bu durum iyice gözler önüne serilmiştir.

Konunun genel bir muhasebesi yapıldığında, Türkiye’nin,yanlış hesaplar neticesi kaybettiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Birleşmiş Milletler’e bağlı Ekonomik ve Sosyal İşler Organizasyonu’nun (DESA) son raporunda, 2019 sonu itibariyle Türkiye’deki sığınmacı toplam sayısının 5.678.800 kişiye ulaştığı kaydedilmektedir. Bunlardan 3.767’si mülteci statüsüne alınmıştır. Mülteciler Derneği’nin Ağustos 2020 tarihli raporuna göre ise, ülkemizdeki Suriyeli sığınmacıların sayısı 3.609.884 kişidir.  Bunların nüfusumuza oranı 4.34%tür.  Suriyeli sığınmacıların büyük çoğunluğu (3.548.465) şehirlerimizde bulunmaktadır. Takriben 110.000 kişi vatandaşlığa alınmıştır. 61.419 kişi 8 ilde kurulmuş 13 barınma merkezinde bulunmaktadır. 402.110’u ise ülkesine geri dönmüştür.

Suriyeli sığınmacılar, seyahat kısıtlaması dışında, 1951 Sözleşmesindeki bütün hak ve özgürlüklerden yararlanmaktadırlar. Ayrıca, bir çok alanda kendilerine pozitif ayırımcılık yapılmaktadır.Bunlara ait 15.159 şirket kurulmuştur. Büyük şehirlerimizde gettolaşmışlar, kendi yardım derneklerini ve baskı gruplarını oluşturmuşlardır. Göçmenler gibi dini bayramlarda Suriye’ye ellerini kollarını sallayarak gidebilmekte, geri dönebilmektedirler. Bu, sığınmacılar açısından dünyanın hiç bir ülkesinde görülmemiş bir uygulamadır. Demek ki; uluslararası korumayı gerektiren şartlar en azından Suriye’nin bir bölümünde artık bulunmamaktadır. Şimdiye kadar 40 milyar Dolar harcama yapıldığını övünerek tekrarlayan üst düzey yöneticilerimiz, ilave kaynak harcayarak, Suriye’de, Türkiye’nin kontrolündeki bölgelerde, sığınmacılar için TOKİ konutları yapılmasından söz etmektedirler. Merhametin de bir sınırı vardır. Sığınmacılar için harcanan her kuruşun, günümüzün zor ekonomik koşullarında büyük özveriyle vergisini ödeyen vatandaşlarımız için bir alternatif maliyet olduğunun bilinmesi gerekir.

Bu durum sürdürülebilir değildir. Sürdürüldüğü ve vatandaşlığa alma süreci devam ettiği takdirde ileride anayasal hak ve özgürlük talebinde bulunacak bir azınlık ortaya çıkacaktır.Maalesef zaman Beşir Esad’ın hesabının doğru olduğunu göstermiştir. Suriyeli sığınmacılar; merhametsiz, eli kanlı, soykırımcı, hangi sıfatla tanımlarsak tanımlayalım, Suriye rejiminin bize hediye ettiği bir sorun olmuştur. Çözümü de Beşir Esad’ın ellerindedir.

A. Bülent Meriç

Sosyal Medya

Bizi takip edin, birlikte daha güçlüyüz...