Corona-19 virüsünün yol açtığı pandemi, küresel ölçekte sosyal ve ekonomik hayatı felç etmekle kalmadı; yetmiş yıldır görülmemiş boyutta bir ekonomik krizi de tetikliyor.
Birçok ekonomi neredeyse iktisadi büyüklüğünün yüzde 10 ile yüzde 20’sini kaybetmiş durumda.
Aşağı doğru gidişin ne zaman duracağı, daralmanın yol açtığı işsizlik dalgasının yarattığı sorunlara nasıl çare bulunacağı, enerji jeopolitiğinin nasıl etkileneceği ve hangi gerginliklere yol açabileceği gibi sorulara bugün için yanıt verebilmek gerçekten zor.
Oldukça geniş bir yelpazede çok sayıda senaryo üretmek mümkün. Ancak karşı karşıya bulunduğumuz belirsizlikler, bu senaryoları üzerine oturtabileceğimiz anlamlı bir olasılık dağılımından daha ileriye gitmemizi gerçekten zorlaştırıyor.
Corona virüsü nedeniyle artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını düşünen çok sayıda insan var. Son yarım asırdır dünya ekonomisine ağırlığını koyan neo-liberal ekonomi politikalarının, evrilmekte olan yeni dünya düzeninde geçerli olamayacağını savunan analistlerin sayısı az değil.
Unutmayalım ki dünyamızdaki tüm önemli değişiklikler bilim ve teknolojideki büyük gelişmeler, büyük savaşlar, büyük salgınlar gibi nedenlerle ortaya çıkıyor. Tarih bunun örnekleriyle dolu.
Yapay zekanın nelere muktedir olacağını giderek daha fazla hissettiğimiz bir dönemden geçiyoruz. Umarım insanoğlu aklını kullanarak yapay zekayı sürdürülebilir kalkınma yolunda en iyi şekilde kullanmanın ve kontrol etmenin yolunu bulacaktır. Ama eğitim sistemlerini çağın dinamiklerine uyduramayan, insanlarına bilim ve teknoloji kültürü aşılayamayan, onların düşünme, sorgulama ve yaratma becerilerini teşvik edemeyen toplumlar ise küresel düzende söz sahibi olamayacaklar.
1929 Büyük Buhranı ve İkinci Dünya Savaşı yıkımı sonrasında klasik ekonomi teorisi ve liberalizm yerini devlet müdahalesi ve sosyal devlet politikalarına ağırlık veren Keynezyen akıma bırakmıştı. Keynesçi düşünce sayesinde kapitalizm, 1945-1975 yılları arasında altın çağını yaşadı. Ancak daha sonraki yıllarda etkinliği giderek azaldı ve 1990’lı yıllarda yerini küreselleşme ve serbest ticareti ateşli bir şekilde savunan neo-liberalizme bıraktı.
Corona salgınının da etkisiyle şimdi görünen o ki, neo-liberalizmin de modası geçiyor.
”Sosyal Devleti” yeniden ön plana çıkartan neo-Keynezyen yaklaşımlar birçok ülkede izlenecek ekonomi politikalarının yapısını belirleyecek.
Peki, neo-Keynezyen yaklaşımların güçlenmesi ne gibi siyasi gelişmelere yol açabilir?
Bu sorunun yanıtlanması kolay değil ama tek bir cevabının olmadığı da kesin.
”Sosyal Devleti” ararken, toplumlarının demokrasi geleneğine bağlı olarak sosyal demokrat eğilimlerin öne çıktığı ve ekonomisi nispeten güçlü ülkeler servet vergilerini biraz daha arttırıp işsizler, emekliler, öğrenciler dahil herkese asgari yaşam koşullarını sağlayacak temel vatandaşlık geliri verilmesini gündeme getirebilir.
Ama unutmayalım ki ekonomisi yeterince güçlü olmayan ve demokrasi kültürü gelişmemiş bazı ülkelerde ortaya çıkması muhtemel bir siyasal eğilim, birçok kriz döneminde ortaya çıkan radikal ve faşist akımlardır.
Artan işsizlikle birlikte Avrupa’da aşırı sağ partiler oylarını arttırıyorlar.
Çin ve Rusya’nın demokrasiye yakın oldukları zaten söylenemez.
Büyük küresel oyunu yönlendiren güçlerin, teknolojinin sağladığı yeni olanakları sonuna kadar kullanarak, şu veya bu şekilde kontrol altına aldıkları otoriter liderler ile neo-faşizme yönelmesi göz ardı edilebilecek bir senaryo değil bence.
Dolayısıyla, neo-liberalizmden neo-faşizme geçiş çok da uzak bir olasılık değil gibi gözüküyor.
Bunun da günümüzde teknolojinin ulaştığı düzey sayesinde tarihteki örneklerine göre çok daha kolay yapılabileceği unutulmamalı. Kimlik tespit sistemleri, kredi kartı harcamaları, sosyal medya kullanımları sayesinde kişisel algoritmaların çözülmesi ve bireylerin davranış biçimlerinin belirlenmesi zor değil.
Yukarıdaki satırlarda çok kısa olarak açıklamaya çalıştığım belirsizlikler ve olası gelişmeler bağlamında ülkemiz, evrilmekte olan yeni küresel düzenden nasıl etkilenebilir?
Yanıtlaması zor bir soru.
Ama hemen belirteyim. İşimiz gerçekten kolay değil.
Jeopolitiğin öneminin giderek arttığı ve ABD-Çin güç dengesinin her zamankinden daha çok önem taşıdığı bir dönemde Türkiye hızla değişen dinamiklere ne kadar hazırlıklı?
Doğum sürecinde olan yeni dünya düzeninin şifrelerini okuyabiliyor muyuz?
Karşı karşıya olduğumuz sorunlara toplu olarak baktığımda bu tür sorulara olumlu yanıt vermekte zorlanıyorum. Çünkü Türkiye’yi yönetenlerin tercih ve önceliklerinin bugünün dünyasının hızla değişen dinamikleriyle örtüşmediği kanaatindeyim.
Ülkemiz 2021 yılına tek adam rejiminin devlet idaresinde yol açtığı sorunlar ve bunlarla iç içe geçmiş bir ekonomik krizle girdi. Tüm bu sorunların iç içe geçmesiyle oluşan yumağa bir toplumsal buhran demek belki daha doğru olur.
Yıllar boyunca yapılan dış borçlanmaların yatırımlara yönlendirilmesinde yanlış tercihlerin yapılması, kaynaklar/harcamalar dengesinin gözetilmemesi, yatırımların sektörel dağılımında verimlilik ve işgücü yaratma potansiyeli gibi önemli parametrelerin göz ardı edilmesi ve nihayet Corona virüsünün yol açtığı salgının yayılması ekonomiyi iyice zora soktu; ülkenin borcu milli gelirini aştı ve dış borçluluğumuz tehlikeli boyutlara ulaştı. Toplam dış borcumuzun gayri safi milli hasılamıza olan oranı yüzde 60’a dayandı. Ekonominin katma değer yaratma gücü neredeyse dibe vurdu. Büyümeye, toplam faktör verimliliğinden katkı gelmez oldu. İşsizlik hızla arttı ve gerçek işsizlerin sayısı 10 milyonu aştı; gelir dağılımı giderek bozuldu.
Dış politikaya gelince, özellikle son on yılda yapılan vahim hataların birikimli sonuçlarını giderek daha fazla hissediyoruz. İhvan eksenli olması yanı sıra ekonomik ve teknolojik gerçeklerden kopuk dış politika çizgisi ekonomimize zarar verdiği gibi ulusal çıkarlarımızın korunması için elzem olan çok değerli kaynaklarımızın heba edilmesine yol açıyor. Komşularımızın neredeyse tamamı ile sorunluyuz. Bir zamanlar yabancı yatırımcılar için bir cazibe merkezi olan ülkemiz bugün doğrudan yabancı yatırımcı çekemediği gibi olanları bile kaybetmek tehlikesi ile karşı karşıya bulunuyor. Eğer coğrafya, tarih ve kimliğimizin bileşeni jeopolitik konumumuzla uyumlu, Atatürk ilkelerinden esinlenen, ciddi ve tutarlı bir dış politika çizgisinde kalabilseydik bugün karşımızda olan şer cephelerinin hiçbiri oluşamazdı. İsrail ve Mısır ile fevkalade iyi ilişkilerimiz bozulmazdı. Suriye bataklığına bulaşmaz, 4.5 milyon Suriyeli göçmen ile uğraşmaz, Arap ülkeleri ile daha önce olan iyi ekonomik ve ticari ilişkilerimiz devam eder, söz konusu ülkelerdeki ihracat pazarlarımızda kayıplara uğramazdık.
Hukukun üstünlüğüne gereken saygının gösterilmemesi, kuvvetler ayrılığı ilkesinin işlerliğinin kalmaması, yargının tarafsızlığı ve bağımsızlığı üzerine gölge düşürülmesi, Cumhuriyetimizin temel taşlarından biri olan laiklik ilkesinin adeta yok sayılması, insan hakları ve özgürlüklerinin baskı altına alınması ve toplumun katmanları arasında denge ve dayanışma yerine ötekileştirme ve kutuplaştırma politikalarının ısrarla izlenmesi gerçekten endişe yaratıyor. Çünkü bu tür politikalar ülkemizin bölge ülke halkları için cazibesini yok ettiği gibi dış politikamızı daha da zora sokuyor, saygınlığımızı ve inandırıcılığımızı yıpratıyor. Bu konularda iyi düşünmek, yapılan hatalardan ders almak ve gerekli düzeltici adımları atmak zorundayız.
Bilim ve teknolojinin öneminin giderek arttığı dünyamızda bunun ne anlama geldiğini anlamaktan uzak bir yönetim anlayışıyla Türkiye’nin işi zordur. Çünkü, eğitimi dinselleştirmenin, yozlaştırmanın, din motifleriyle donatmanın içinde yaşadığımız dönemin dinamikleriyle bağdaşmadığı, toplumumuzun çağdaş dünyadan giderek kopmasına yol açacağı, bilim ve teknolojide çağın iyice gerisinde kalmasına yol açacağı açıktır. Araştırma ve geliştirmeye yeterince ağırlık vermeyen, yaratıcı olamayan, yüksek katma değerli üretimi yapamayan toplumların ise küresel düzende söz sahibi olması mümkün değildir. Yapılması gereken açıktır. Tedrisatta bilim ve teknolojiyi en ön plana çıkarmak, genç dimağları dini dogmalardan kurtarmak, onların düşünce, yaratma ve belki de en önemlisi, sorgulama yeteneğinin gelişmesini teşvik etmek zorundayız.
Ülkemizin küresel rekabet liginde üst sıralara taşınabilmesi insanımızın doğru ve çağdaş eğitimine, sağlık ve mutluluğuna, sosyal güvencesine ve nihayet doğru yerde istihdam edilmesine bağlıdır.
Tüm bunlar gereğince yapılmadan sürdürülebilir kalkınma başarılamaz, bireysel gelişme sağlanamaz ve eşitsizlik azaltılamaz. Milli Eğitim Bakanlığının, bu bağlamda, büyük bir sorumluluk altında bulunduğunu özellikle vurgulamak isterim.
Boğuştuğumuz tüm sorunlara rağmen Türkiye büyük, çok önemli ve potansiyeli yüksek bir ülke. Karşımızda, herkesin hesaba katması gereken, ancak sıklıkla göz ardı edilen bir gerçek var. Türkiye, Doğu Akdeniz’in en büyük ekonomik, siyasi ve askeri gücü olması yanı sıra Doğu Akdeniz sahili en uzun olan ülke konumunda. Ülkemizi hesaba katmadan, denklemde göstermeden, onunla iyi niyetle müzakere etmeden hiçbir bölgesel sorun kalıcı olarak çözülemez.
Ancak, Türkiye’nin de son yıllarda izlediği bana göre dengesiz dış politikasına yeni bir ayar vermesi, kendisini yalnızlığa iten hataları telafi edici adımlar atması, geleneksel dostluklarını yeniden inşa etmesi gerekiyor. Sanıyorum, iktidarın gerek ekonomide gerek dış politikada gerekse de toplumsal konularda bir otokritik yapma zamanı çoktan geldi. İdeolojik saplantıların bir tarafa bırakılması ve ülke çıkarlarının her şeyin üstünde tutulması gerekiyor.
Ülkemiz çok kritik bir dönemden geçiyor.
Geçmişten çok farklı yeni bir küresel düzenin doğum sancıları başladı bile.
Bu dönemde atılacak her adımın, söylenecek her sözün önemi var.
Bölgemizde karanlık oyunlar sergileniyor.
Hata yapma lüksümüz artık kalmadı.
Taktik ve strateji sözcüklerini her zaman aklımızda bulundurmaya, toplumumuz içinde yaratılan kutuplaşmayı sona erdirmeye, ülke içindeki birlik ve beraberliğe özen göstermeye, toplumsal mutabakatı sağlamaya ve bunu evrensel mutabakat düzeyine taşımaya mecburuz.
Ancak bu şekilde içinde bulunduğumuz zor dönemi atlatarak yarının dünyasında saygın bir yer edinebiliriz.