ABD düşünce kuruluşları ve medyasındaki açık kaynaklardan yararlanarak derlediğimiz dizinin bu son bölümünde, ABD’nin Çin’in gerisine düşmesinin önüne geçebilmesi için, Amerikalı entelektüel çevrelerin yeni başkan Biden’dan beklentilerine kısaca yer verip, ardından ABD’nin sosyo-kültürel-politik yapısının bazı gerçekliklerine değineceğiz.
Bu çevreler, buluşlar (innovation) açısından, ABD’nin Çin’in gerisinde kalmasının nedenini büyük ölçüde, Pentagon’un yönetimler üzerindeki hissedilir ağırlığı yüzünden, ulusal güvenlik çıkarlarının önde tutulmuş olmasına bağlamaktalar.
Bu gerekçe ile Biden yönetiminin yapması gereken ilk işin, söz konusu anlayışı değiştirerek, yeni buluşlara dayalı teknolojilerin oluşturacağı fırsat ve tehditler konusunda hükümet görevlilerinin uyanık olmasını sağlaması olduğu öne sürülüyor.
Onlar, başta 5G ve Genetik Mühendisliğinin mevcut yapıyı paralize ederek, yakın gelecekte kasıp kavurmasının önüne geçilmesini talep ediyorlar.
Biden’dan beklenen ikinci önemli iş ise, devlet yatırımlarını ulusal önceliklerle uyumlu hale getirmesi.
Günümüzde federal fonların büyük bölümünün hala askeri gücü arttırmak için kullanılmasının en önemli politik kanıtı, Pentagon’un taleplerinin Kongre’deki bütçe görüşmelerinde her iki partinin ortak desteğine sahip olmasıdır.
Bu realiteyi yansıtan en ilginç göstergelerden biri, pandemi döneminde açıkça ortaya çıktı. Görüldü ki, soğuk savaş döneminden günümüze kadar savaş uçakları, gemileri, füze savunma sistemleri gibi askeri üstünlük sağlamaya dönük yatırımlara büyük fonlar ayrılırken, pandemi için hazırlık ve temiz enerji yatırımlarına, kilisede günah çıkarma sonrası kutuya atılan sadaka kadar kaynak yeterli görülmüş.
ABD yönetiminin kısa erimli iş olarak, ya 5G hakkındaki dezenformasyon ile mücadele edecek uluslararası bir süreci başlatması veya 5G realitesini kabul edip desteklemesi gerekir. Ancak ne yazık ki, hükümetin araştırmaları sınırlı ölçüde fonlaması ve özel sektörün de bu araştırmaların bazılarının sonuçlarını ticarileştirmesi olarak süren yaklaşım yeterli düzeyde verimli olmamaktadır.
Bir taraftan hükümetin bilinçsizce desteklediği birçok araştırma sonuçları değerlendirilmeden laboratuvarın raflarında kalırken, diğer taraftan bunların bir kısmı yabancıların eline geçmekte ve ABD vergi mükelleflerinin bedelini ödediği “fikir hakları/intellectual property” başkaları tarafından bedelsiz olarak kullanılmaktadır.
Başkan Biden’ın seçim kampanyasındaki sözlerinden biri de, Amerikan buluşçuluğunu desteklemekti. Bu çerçevede, ABD’nin teknolojik gücünü arttırmak için federal bütçeden 300 milyar $ düzeyinde bir miktarın ARGE harcamalarına destek olmak üzere tahsis edileceğinin sözünü verdi. Bu fonun ilk aşamada, Küçük ve Orta Ölçekli İş Geliştirme Araştırmalarını hibe ile destekleyip, onların kapasite arttırma (scale-up) faaliyetleri ve eğitim harcamalarına tahsis edilmesinin planlanması olumlu bir girişim olarak değerlendiriliyor.
Sonuç olarak, eğer ABD mevcut yapısını çok az değişiklilerle devam ettirmeye kalkarsa, ülke ekonomisi ve güvenliği yanında yurttaşlarının refahı açısından çok büyük sorunlarla karşı karşıya kalması kaçınılmaz olacaktır. Bu durumda, dizginsiz biçimde yükselmekte olan Çin kısa sürede küresel liderliği yakalayacaktır. O yüzden ABD’nin teknolojideki liderliğini sürdürmesinin yegane yolu buluşlar (innovations) açısından yeniden atılım sürecini başlatmasıdır.
ABD’nin yaratıcılığını koruması mümkün müdür?
Yazının ilk bölümünde de dile getirildiği gibi, Biden’dan beklenen büyük atılım bir siyasi tercih sorunudur.
Nitekim ABD’nin bütün dünyada rüya ülkesi algısı 1960’ların ortasında soğuk savaşın zorladığı siyasi tercih ile girdiği Vietnam bataklığı ile ciddi bir darbe almıştır. Bu algı, 1970’lerin başındaki ilk petrol krizi ile başlayan dönemden itibaren, küreselleşme ve neo-liberal emperyalist politikaların sonucu olarak 2008 finans krizi yüzünden neredeyse çökme aşamasına gelmiştir. 21.yüzyılın ilk çeyreğinin sonuna gelinen günümüzde ise, nihayet Çin duvarına çarpmış bulunmaktadır.
Bu realite, 2016/20 döneminde Trump’ın başkanlık döneminde kendisini iyice dışa vurmuş, hele seçimi kaybeden Trump’ın akıldışı tavır ve davranışları nedeniyle ABD “demokrasisi” dünya kamuoyunda çok ciddi biçimde hırpalanmıştır.
ABD’nin böylesi bir sonuçla, önünde sonunda karşılacağını ilk haber verenlerden biri ABD’li Evrimsel Etik Topluluğu adında bir STK’nın kurucusu olan John David Garcia (ö:2001) olmuştur. Garcia’ya göre, ABD entellektüelizm karşıtlığının giderek yoğunlaştığı bir ülke haline gelmiştir. Böylece ülkede, bilgisiz çoğunluğun, yaratıcı olma potansiyeli taşıyan azınlık üzerinde hakim olduğu bir durum ortaya çıkmıştır.
Garcia, bu görüngünün (fenomen) en açık oluşumunu, demokratik etiğe diğer ülkelerden daha çok önem verdiği zannedilen ABD’nin kültürel yapısından kaynaklandığını belirtmiştir. Çünkü başta siyasi liderler olmak üzere (seçimi kaybetmesine karşın seçmenlerin yarısına yakın, 74 milyon dolayında oy alan Trump örneğindeki gibi) diğer siyasetçilerin çoğunun, seçmenleri aldatmaktan başka hiçbir yetenekleri olmaması, ABD’yi etkisi altına alan kültürel dejenerasyonun tipik göstergesidir. Onların en büyük becerileri, seçmenlerin ön yargı ve korkularını manipüle eden siyaset teknoloğu taktisyen olmalarıdır.
ABD’de bu duruma sadece siyasetçilerde değil, yaptıkları işin yozlaşmış bürokrasinin elinde hangi etik sonuçlar üreteceği ile ilgilenmeyen yüksek düzeyde iş yapan bazı mühendislerde; başka hiçbir şey ile ilgilenmeyip sadece dar ve küçük bir alanda öğrendiklerini, yaratıcılıktan yoksun kalıplar halinde öğrencilerine aktaran akademya mensupları arasında da rastlanıyor.
ABD’de bir diğer spektaküler meslek mensupları da avukatlardır. Her zaman Kongre üyelerinin yarısından fazlasını oluşturan bunlar, oluşturdukları, gerçeklik ve adaletten uzak yargı sistemi ile cahil jüri üyelerinin korku ve önyargılarını manipüle eden tekniklerle “hukukun üstünlüğü” anlayışını büyük ölçüde örselemişlerdir.
ABD’nin ideolojik zafiyeti, seçmenlerin çoğunluğu tarafından alınan kararların her zaman doğru ve etik olduğuna dair sabitleşmiş düşünceden kaynaklanmaktadır.
Ancak tarih göstermiştir ki; kompleks işlerin değerlendirilmesinde çoğunluklar genellikle yanlış kararlar almıştır.
Yani çoğunluk tiranlığı en az azınlık tiranlığı kadar yıkıcı ve etik dışıdır.
ABD seçmenlerinin büyük kısmı, bürokratikleşmiş eğitim sistemi yüzünden yetersiz, analitik düşünceye karşı önyargılı ve yaratıcı olmaktan uzak bireylerden oluşmaktadır.
Aslında benzer duruma birçok ülkede rastlanmaktadır. Bu durumun tipik sonucu olarak, ABD’de seçmenler biraz daha zeki fakat etik dışı siyasetçi ve bürokratlar tarafından kolayca manipüle edilebilmektedir. Bu durumda “siyasi tercih özgürlüğü” illüzyon olmaktan öteye geçememektedir.
Ne yazık ki, çoğunluğun korku ve önyargılarını yalanlar ile kontrol eden çarpık sistemde, bu işler için milyarlarca dolar harcanmaktadır.
Bu manipülasyonun baş aracı da, seçmenlerin çoğunun haftada ortalama elli saatini karşısında geçirdiği televizyonlardır.
Amerikan yetişkinlerinin büyük çoğunluğu, bırakın kitapları, gazeteler dahil pek bir şey okumaz. Böylece karşımıza entelektüellikten uzak pasif kitleler çıkar. Yani yaratıcılık bir yana, analitik olarak düşünme yetilerinden yoksundurlar. Öyle olunca da, seçmenlerin çoğu, kendi duymak istediklerini söyleyen ama aslında onları uyutan siyasetçilere destek verirler.
Öte yandan doğruları söyleyen etik değerlere saygılı ve yaratıcı insanlar aday bile olmadan sahneden çekilmekte, bir daha denemeye de yeltenmemektedirler.
Galiba bu yüzden, ünlü İngiliz filozof Bertrand Russel, “popülist demokratik seçmenler sonuçta sadece yetersiz ve hipokritik insanları seçerler” deme gereğini hissetmiştir.
Russel’ın bu görüşünün bazı istisnalar dışında, genel geçerliliği olduğunu düşünmek için 20.yüzyıl boyunca dünyanın dört bir tarafında insanlığa büyük acılar yaşatmış örnekler yanında, özellikle son yirmi yılın “demokratik” geçinen bazı batı ülkelerindeki tabloya bir göz atmak yeterli olabilir.
Bu yüzden John David Garcia’nın dediği gibi, insana evrimsel etik açısından değer veren ve bunu sürdürmek isteyenlerin dünyayı değiştirebilmesi için önce kendilerini değiştirmesi gerekir.
Ancak bu yöntemle, klasik bürokratik yapıların dışında, hem bireysel, hem de toplumsal açıdan “dönüştürücü yaratıcılık” süreci başlatılıp, sürdürülebilir.
21.yüzyılın geri kalan döneminde bunu başarabilen toplumlardan oluşan ülkeler uluslararası arenada hak ettikleri yere ulaşabileceklerdir.
Bu yazı çerçevesinde şimdilik ilk soru şu:
Acaba Biden yönetimi ABD’de bunu başarıp Çin karşısında kaybetmek üzere olduğu konumuna meydan okuyup, süreci geri çevirebilecek mi?
Kaynak: www.yurtseverlik.com