Yaklaşık on yıl önce, Türkçe ilk baskısını, “Neden Kitap” adlı yayıncı kuruluşun, 2010 yılında yaptığı bir kitap okumuştum.
Kitap, Noam Friedlander adındaki genç bir İngiliz kadın yazarın, orijinal adı “What is Opus Dei?” olan ve dilimize “Tanrı’nın İşleri” adıyla Enver Gürsel tarafından çevrilmiş olan cep kitabı boyutlarındaydı.
Hatırlanacaktır; o günler, başta Yargı ve Emniyet Daireleri olmak üzere neredeyse kamu kuruluşlarının tamamına yakınını ele geçirmesine fırsat verilmiş, sonraki yıllarda FETÖ (Paralel Devlet) olarak adlandırılacak olan örgütün “fırtına” gibi estiği yıllardı. Kitapta anlatılan Örgüt yapısı, faaliyetlerini sadece ülkemizde değil, çok sayıda yabancı ülkede yaygınlaştırıp sürdürmekte olan FETÖ’ye çok benzemekteydi. Şaşkınlık içinde kalmıştım.
O günlerde herhangi bir yayın organında yazmıyordum ama az sayıda dinleyicinin olduğu dost toplantılarında arada bir yaptığım sunumlar üzerinden bilgi ve görüş alışverişinde bulunuyordum. Ama, itiraf etmeliyim ki, bir hayli çekiniyordum. Çünkü, bu meşum örgütün, “neredeyse her yerde kulakları olduğu”na dair dedikodular bir yana, en yüksek siyasi otoriteden dönemin savcılarına “zırhlı arabalar” tahsis edilen günlerden geçiliyordu.
Bu savcılar da, “yasal olup olmadığı” tartışılan emirleri ile TSK’nın tepesindeki komutanları gözaltına aldırıyor, aynı örgütün elemanları olduğundan söz edilen yargıçlar da bu yüksek dereceli komutanları hemen tutukluyordu. Diğer yandan dönemin iktidara yakın basın organlarının destekleri karşısında, bizim gibi toplum kesimleri de adeta “kuzuların sessizliğine” bürünerek olanları izlemekle yetiniyordu.
12 Eylül 80 sonrasındaki uğursuz dönemlerin ürünü olarak, uzun yıllar boyunca, hemen her siyasi kanat tarafından bunlara açılan alanlar, 2002 seçimleri ardından gelen iktidarca iyice genişletilince, örgütün, yargı ve güvenlik güçlerinden başlamak üzere, adeta “devlet içinde devlet” gücü elde ettiği süreçler, büyük toplum kesimlerince, yine sessizce izlenir oldu.
Sonunda, hala gizemini koruyan bir “darbe girişimi” ardından tasfiyesine başlandı ama, aradan geçen yaklaşık altı yıl boyunca, örgütün kriptolarının devletin hangi damarlarında, gizlice varlığını sürdürdüğü bir türlü ortaya çıkarılamadı.
Rüyalarında gördüğünü söylediği “peygamber”den aldığı esintiler üzerinden verdiği “vaazlar” ile çevresine insanları toplayan bir köy imamının oluşturduğu tarikatın, pek de uzun olmayan bir süre içinde kitlelere ulaşıp, eriştiği siyasi/maddi güç ve sonuçlarını bir kenara koyup, şimdi gelin, bu örgütün büyük ölçüde esinlendiği anlaşılan Opus Dei adlı hristiyan örgütü anlamaya çalışalım.
Opus Dei nedir?
Friedlander’e göre, Latin Amerika siyasetini, İspanyol ekonomi politikalarını ya da Vatikan entrikalarını yakından izleyenler dışında, çok sessiz ve gizli çalışan, adeta “ser verip, sır vermeyen” bu meşum örgütü, katolikler dahil, pek tanıyan yoktu. Taa ki, Dan Brown adlı Amerikalı yazarın Da Vinci Şifresi romanının 2003’de satışa çıkıp, 2005’de 20 milyondan fazla satılarak New York Times’ın en çok satanlar listesine girmesine, İngiltere’de de “Yılın Kitabı” ödülünü almasına kadar!
Çünkü, Brown’ın kitabında, bu örgütün karanlık ve güçlü kollarıyla yukarıda sözü edilen ülke toplumlarının en üst düzeylerine kadar uzanan bir organizasyon olduğundan söz edilmekteydi. Aslında, internete girip Google’a sorulduğunda, söz konusu örgüt hakkında hayli hacimli bilgi ve yorum yığınına rastlanacaktır.
Ancak bu yazının, bir süredir, FETÖ’nün boşalttığı bazı kamu kuruluşlarında alan bulduğundan söz edilen tarikat(lar) yanında, ünlü bir tarikat liderinin yaşamını kaybetmesinin, siyasi platformda yoğun yorumlara neden olmasından ötürü, meraklı okuyucuya, “tarikat” olgusuna hristiyanlıktan bir örnek vermek üzere kaleme alındığını vurgulamak isabetli olur.
Opus Dei’yi kim, ne zaman ve nerede kurdu?
19.yüzyılda Avrupa’da ortaya çıkan Endüstri Devrimi, 20.yüzyılın başlarında, o dönemlerde Avrupa’nın en fakir ülkeleri olan Portekiz ve İspanya’da da etkisini gösterdi. Halk çaresizlik içinde açlıkla boğuşmaktaydı. Bölgeler arasında büyük farklılıkların olduğu ülkede, fakir köylüler, yılın ancak belirli dönemlerinde iş bulup çalışır, diğer zamanlarda ise günlerini açlıkla mücadele ile geçirirlerdi.
Diğer yandan, 1898 İspanyol – Amerika savaşında Küba ve Porto Rico gibi denizaşırı kolonilerini kaybeden İspanya kendi başına kaldı ve Katolik Kilisesi ülkeyi bir arada tutan en güçlü kurum haline geldi. Çünkü yarım düzine kadar feodal “krallık”tan oluşan ülkenin Kralı güçsüzdü. Ülkenin berbat ekonomik durumu ve iyice kötüleşen yaşam koşulları başta fakir halk olmak üzere herkesi isyan ettirirken, Cumhuriyetçi hareket demokrasi için mücadele ediyordu.
İşte o günlerde, babası da iflas eden Josemaria Escriva adındaki bir rahip, misyonerler rezidansında inzivaya çekildi. İkinci gün “Tanrı’nın kendisine görev veren sesini duyması” üzerine “eğer başkaları Tanrı için bir şey yapıyorsa, ben de yapamaz mıyım?” diyerek harekete geçti. İlerleyen günlerde, çevresine bir grup sadık üniversite öğrencisi topladı. Kısa süre sonra diğer bazı rahipler yanında işçi ve memurlar da harekete katılınca 1928 yılında Opus Dei adını verdiği örgüt, sessizce ve derinden kurulmuş oldu.
Escriva, “sadece din adamlarıyla ilgilenmeyen, halkı da etkileyecek bir organizasyon oluşturarak, dinin günlük yaşamda ve çalışma hayatında da etkili olması” düşüncesiyle, bazılarına göre Katolik dünyasına yeni bir anlayış getirmeyi hedefledi. “Din adamları dışında kalan sade insanların da kutsal olabileceği” şeklindeki bu düşüncesi yeni bir ideoloji olarak, halk arasında ilgi gördü ve bir süre sonra yeni üyeler harekete katılmaya başladı. İlk zamanlarda sadece erkekleri üye alan örgüt, Escriva’nın “kendisine yeni bir ilham geldiği” vaazından sonra, kadınların da üye olabileceği hale getirildi.
İspanya’da bir hayli uzun süren iç siyasi ve toplumsal çatışmaların ardından, 1931’de yapılan seçimlerle ülkede Cumhuriyetçi Hükümet işbaşına geldi.
1932’de Escriva bir hafta süre ile çekildiği bir inzivada, hareketin üyelerine örnek olacak bir takım ritueller geliştirdi. Bunlar arasında en dikkat çekicileri olarak, bir gün oruç tutması, hiç tatlı yememesi, sadece ayin sırasında su içmesi yanında, kişisel disiplini geliştirecek, kırbaç ve ucuna zincir bağlı cilice adı verilen çile aletleri kullanmaya başlaması sayılabilir.
Kurduğu hareket için mali sıkıntılar içine girdiği o yıllarda yeni kurulmuş “Katolik Aksiyon” adlı uluslararası bir diğer örgütün, genç rahipleri yetiştirmek üzere açacağı bir merkezin ruhani direktörlüğüne davet edildi. Ancak, “ben Tanrı’nın beni çağırdığı yola devam etmeliyim” diyerek daveti geri çevirdi. Çünkü iki hareket yöntem ve düşünce açılarından birbirinden farklıydı.
İspanya İç Savaşı ve Opus Dei…
1936 yılı Temmuz ayında ordunun Cumhuriyet Hükümetine başkaldırısı ile başlayan İspanya İç Savaşı sırasında, askerlerin gücünü gördükten sonra General Franco’yu desteklemeye karar veren Escriva Cumhuriyetçilere sırtını döndü. Çünkü, Escriva’ya göre, Franco kaybederse, Opus Dei ve Katoliklik acı çekecekti. Tersi durumda hem Opus Dei, hem de pek çok Katolik daha iyi durumda olacaktı.
Ayrıca dönemin Papa’sı Pius XI de Franco’ya destek vererek, milliyetçilerin hristiyan kahramanlığını överken Cumhuriyetçileri vahşi olmakla suçladı. Ne var ki, Franco’nun faşist rejiminin iktidara gelişinin ardından geçen altı yılda üç yüz bin kişi idam edildi.
Opus Dei’ye Vatikan Onayı
İspanya iç savaşı 1939 yılı nisan ayında sona erdi. Rejimini sürdürebilmek için Franco’nun ihtiyacı olan desteğin en büyüğü “Milli Katoliklik” fikrini geliştiren Opus Dei’den geldi. Bu yıllarda Escriva’nın planı, Vatikan’ın onayını alarak Roma Katolik Kilisesi’nin parçası olmaktı. Çünkü ruhani hiyerarşide yer almadığı takdirde, Opus Dei’nin başarılı olamayacağını biliyordu. Opus Dei’nin giderek güçlenip etkisini arttırdığını gören Vatikan’daki, çoğu Cizvit bazı din adamları gibi örgüte kuşkuyla bakanlar da az değildi.
Muhaliflerin eleştirilerinden kaygılandığı aşamada, başta Madrid Piskoposu olmak üzere bazı güçlü gruplar Escriva’ya destek oldu. Ardından 1943’de Opus Dei üyelerinin rahip olarak atanabilecekleri kabul edilerek Kutsal Haç Rahipler Birliği adında yeni bir örgüt kuruldu. Kısa bir süre sonra da, dönemin Papa’sı Pius XII, Escriva’ya, yüksek görevli din adamı statülerinden biri olan “Monsenior”luk unvanını verdi. Elbette muhalif din adamları da, Opus Dei’ye katılan çocukların ailelerine gidip, çocuklarının bilinen doktrinlere aykırı bir gruba katıldıkları için inançlarını kaybedeceklerini söylemekteydiler.
Ancak bu saldırılara karşı Opus Dei büyümeye devam edip, İspanya’daki büyük şehirler yanında, Portekiz, İngiltere, İtalya, Fransa, Almanya ve İrlanda’da üye kaydetmeyi sürdürdü. Nihayet, 1947’de Papa, Opus Dei’yi, yüzyıldan beri ilk kez verilen bir belge ile, “laik bir kuruluş” olarak tanıdığını açıkladı. Ardından 1950’de Papa’lığın verdiği tam onay ile örgüt artık Vatikan’ın tam desteğine sahip oldu.
Opus Dei’nin İspanya siyasetinde yükselişi…
Vatikan ile bu bağları güçlenen örgüt üyelerinin bazıları, Franco yönetimindeki İspanya’da siyasi partilerde yükselerek hükümette önemli görevler alırken, diğer bazıları da üniversitelerin çoğunda çalışma olanağına sahip oldu. Öyle ki, 1950’li yıllarda, İspanya Üniversitelerindeki kürsülerin üçte birine Opus Dei üyeleri yerleşti. 1969’da İspanya’da Franco Hükümetindeki 19 bakandan 10’u Opus Dei üyesiydi.
Bu arada Örgüt, Güney Amerika ülkelerinde de öylesine güçlendi ki; “Kutsal Ahtapot” olarak anılmaya başladı.
Opus Dei’nin ABD’ye girişi..
Örgüt, Illinois/Chicago’da 1949’da başlattığı çalışmalarını, 1960’ların başında bir Katolik olan Kennedy’nin başkan olmasından da yararlanarak. yirmi yıl içinde birçok eyalete yayarak kendisine bağlı rahiplerin üniversitelere atanmasını sağladı. Ardından buralarda yetişen genç misyonerler, yirmi yıl sonra, 1969’dan itibaren, hareketi yaymak için Japonya, Filipinler, Avustralya, Kenya ve Nijerya gibi ülkelere akın etti. Örgüt, bu yayılma sırasında CIA ile işbirliği kanalıyla ABD hükümetinin desteğini aldığı iddialarını reddetti.
Örgütün İtalyan Ambrosiano Bankası ile ilişkileri…
17 Haziran 1982 günü Londra’daki bir köprünün altında asılı vaziyette bir erkek cesedi bulundu. Soruşturma sonunda bu cesedin, İtalya’dan bir hafta önce kaçtığı için aranan Milano merkezli Ambrosiano Bankası başkanı Roberto Calvi’ye ait olduğu belirlendi. Calvi, 1947’de işe başladığı bu bankada zekası ve çalışması ile kendini göstermiş ve 1975’de bankanın başkanlığına yükselmişti.
1972’de Vatikan Bankası’nın yüzde 51’ine sahip olduğu Banco Cattolica del Veneto, Calvi’nin yönetimindeki Ambrosiano’ya satıldı. Ne var ki, bu satış yasa dışıydı.
Diğer taraftan, Istituto per le Opere Religiose-IOR (Dinsel İşler Enstitüsü) adındaki Vatikan Bankası olarak bilinen finans kuruluşu, kuşkulu bağlantılar yüzünden 200 milyon dolar kaybetmişti. İtalyan Tiempo dergisine göre, bu panik sırasında Escriva Vatikan’a, yıllık harcamalarının üçte birini karşılamayı teklif etti.
Çok geçmeden, bankanın Vatikan ile finansal ilişkilerini derinleştiren Ambrosiano’nun başındaki Calvi, dünya bankacılık çevrelerinde “Tanrı’nın Bankeri” olarak adlandırılmaya başlamıştı. Ancak bir süre sonra Ambrosiano’nun finansal tablolarının kötüleştiği anlaşılınca, Calvi, çevirdiği kirli işler yüzünden tutuklandı. Bir süre sonra tahliye edilip, mahkemesi sürerken tekrar bankanın başına geçti, ancak bir zamanlar ülkesinin en büyük bankası haline getirdiği bankasının çöküşünün önüne geçemedi.
İngitere’ye kaçmadan önce, daha sonra ailesinin doğruladığı gibi, yakın arkadaş grubuna, Ambrosiano’nun 1.3 milyar dolar tutarındaki borcunu karşılamak için Opus Dei’nin, banka hisselerinin yüzde 16’sını talep ettiğini söylemişti.
Ancak daha sonra anlaşıldı ki, Vatikan’ın para işlerini yöneten Propaganda-2 adlı sağcı mason locası mensubu üç kişiden oluşan çete, Opus Dei’nin Vatikan’daki pozisyonunu güçlendireceğini düşündükleri bu girişime engel olmuşlardı.
Bu yazıyı daha fazla uzatmamak için, 1928’de küçük ve sofu bir mezhep olarak başlayıp, günümüze doğru yaklaşık 70 ülkeye yayılarak milyarlarca dolarlık serveti kontrol eder hale gelen bu Tarikat’ın kurucusu Escriva’nın, 1975’de vefat ettiğini ve Papa II.Jean Paul tarafından 2002 yılı ekim ayında, Aziz Petrus meydanında Aziz ilan edilerek kutsandığını da not edelim.
Sonuç
Yazının başında, bu yazının yazılma nedeninin, ülkemizde öteden beri “kendi hallerinde birer din organizasyonu” olarak faaliyet gösterdikleri sanılarak, özellikle sağ siyaseti oluşturan kadrolar, bir kısım bürokrat ve iş insanları tarafından desteklenen Tarikat olgusundan doğan Fetö adlı Örgüt’ün nereden esinlenmiş olabileceğini ortaya koymaya çalıştık. 12 Eylül 1980 askeri darbesi ardından, Kenan Evren’in bilgisi dahilinde sayıları pıtırak gibi artan diğer tarikat ve cemaatlerin, onların başında bulunan ve kendilerini gücüne erişilmez birer din büyüğü gibi gösteren şeyhlerin, toplumsal yaşamın her alanında, devlet kurumlarının en ücra köşelerinde ele geçirdikleri alanlardaki işlevlerinin, ülkemizin bütünlüğü üzerinde nasıl bir tehdit oluşturduğunu Opus Dei gerçeğinden yola çıkarak işlemeyi amaçladık.
Benzer kaygıya sahip okuyucuların mevcut bilgilerine katkı sunabildiysek ne mutlu bize.
Kaynak:www.yurtseverlik.com